Canım, o kadar da acımasız olma kendine. Çok mu değişmişim ki, hiç de bile! Bakayım… Gerçekten bir bakayım ne kadar değişmişim. Ne kadar değişmiş olabilirim yani!
Gittikçe büyüyen içerik deryası, hızla değişen gündem, gösterişli unvanlarının rekabetçi dünyası ve her şeyin “en iyisine” yönelik örnekler, birçoğumuza olduğu gibi beni de hâlâ yeterince iyi olmadığım ya da bir şeyler kaçırdığım hissiyle baş başa bırakıyor.
Sizlere hünerli Ovidius’un görmediği, ömrünün vefa edip de yetişemediği kıymetli ve yalnız bir ülkeden söz etmek isterim. Ustaya özenip hikayenin ipliğini efsanelerden günümüze doğru çekelim. İşte Zorabad’ın vasıfları.
Popüler kültürün son zamanlarda en sevdiği hikayeler, başına gelen bir felaket sonrası hızlı bir şekilde toparlanıp hayata devam ederek kaderini yenen ezilmişlerin hikayeleri.
Tek bildiğim, her toplumda kuralların ille de “yarışmak” üzerinden belirlenmediğini faktüel olarak bilmemiz. Zaten konu bu değil. Konu belirli zamanlarda popüler olanın neden popüler olduğu, bu durumun bize ne anlattığı ve bizim bununla ne yaptığımız.
20lerimse babama inat, önüme çıkan adama “gel, senden mi zarar göreceğim” diye meydan okuyan ama duygusal ve fiziksel şiddeti hatta tecavüzü bile aşk sanan kayıp bir femme fatale oynayarak geçti.
Ayrı yaşayan çift ilişkileri, herkesin kendi evine dönmesi, ilişki içi sorunları kendiliğinden çözecek mi?
Salgında yalnız ve çaresiz hisseden tüm annelere
Ingeborg Bachmann’ın romanları ataerki ve faşizm arasındaki ilişkiyi acımasız bir netlikle açığa çıkarır.
Daha dünyaya gelmemiş bir canlının pipisi veya kukusu nasıl bu kadar çıldırtabiliyor insanları?