Bir sabah mutfak masasında kahvemi içerken kendimi çocukluğumda beni en çok etkileyen kız arkadaşım üzerine düşünürken buldum.

SANAT

Benim Büyüleyici Dostum Nil

Bu aralar günlerim tezim için, Meksikalı yazar Maria Luisa Puga’nın 1960 ve 1970’li yıllarda Meksika’nın başkenti Mexico City’nin Roma semtinde büyüyen dört kadının hikayesini anlattığı Pánico o Peligro (1983) (Panik veya Tehlike) adlı romanını, şehir ve kadın ilişkisine odaklanarak incelemekle geçiyor. Kitabın sayfalarında ilerlerken ana kahraman Susana’nın şehrin farklı bulvarlarında, caddelerinde, kafelerinde bıraktığı anıların izini sürüp, şehrin onun gözünden bir haritasını çıkarıyorum. Gün geçtikçe daha da netleşen bu hayali şehir haritasını oluştururken, bazen belki de kitabın bana söylediği en önemli şeye: kız arkadaşlığa, (sırf kitabı önceden belirlediğim bir yapıya oturtmak için) kulaklarımı tıkadığımı düşünüyorum.

 

Maria Luisa Puga, bu romanı bir günlük biçiminde kurgulamış. O dönem iş hayatında sadece erkeklerin üst düzey görevlere getirildiği, kadınların da onların işlerini kolaylaştırmakla görevlendirildiği bir düzende şehrin merkezindeki ofislerde çalışan binlerce sekreterden biri olan Susana’nın günlüğü. Susana, bu günlüğü ilk başta sevgilisine çocukluk ve gençlik yıllarını anlatmak için tutmaya başlıyor, fakat sabahın erken saatlerinde o uyurken çalışma masasında defterinin sayfalarını doldurdukça aslında yazma amacının hayatını sevgilisine anlatmak olmadığını, kendine anlatmak olduğunu fark edip kalemi eline her alışında artık sadece kendi sesini duymak, kendini anlamak için yazıyor.

 

Susana’nın günlüğünün sayfalarında şehirle kurduğu ilişkiye dair hiçbir detayı kaçırmamak için dikkatlice ilerlerken aklım aslında Susana’nın ilkokulda tanıştığı en yakın arkadaşı Lourdes’le olan dostluğunda. 27 yaşında genç bir kadın çocukluğundan, gençlik yıllarından, çalıştığı işlerden, eski sevgililerinden, anne ve babasının erken ölümlerinden bahsederken arka planda aslında hep Lourdes’le olan dostluğu var. İnişli çıkışlı bir dostluk bu. Kitabı okurken insan, Susana’nın Lourdes’e karşı hissettiği nefretle karışık sevgiden bazen yoruluyor. Susana’nın gözünden yazıldığı için tek bir tarafın yaptığı bir dostluk muhasebesi bu. Yine de günlüğün sayfalarını çevirirken, Susana’nın objektif olamadığından emin olduğum halde, ister istemez bazen kendimi Lourdes’ten nefret ederken buluyorum.

 

Susana’yı sürekli zayıf, güçsüz hissettirdiğini düşünüyorum. Bazı sabahlar masama geçip aldığım notlara odaklanıp tezimi yazacağıma, Lourdes’in Susana’ya söylediklerini Susana’nın defterinde yazdığı cümlelerde okuyup, “Bırak bu kızı Susana, sana iyi gelmiyor, seni iyi hissettirmiyor. Ne biçim dost bu!” diye sinirlenerek vaktimi harcıyorum. Fakat bir yandan da bu dostluğun benim gördüğüm kadar siyah beyaz olmadığını da gayet iyi biliyorum. Susana, Lourdes’ten nefret etmiyor. Aslında bu günlüğü tutarken belki de hayatının neredeyse her aşamasında onun yanında olan dostunun kim olduğunu ve kurdukları ilişkiyi de anlamaya çalışıyor.

 

Çocuklukta arkadaşlarımızı seçerken sevdiğimiz şeylerden hoşlanıyorlar mı, bize benziyorlar mı diye çok da düşünmeyiz. Susana’nın Lourdes’le olan arkadaşlığı da böyle işte; sınıfta belki sırf aynı sırayı paylaştıkları için, kaza eseri oluşan bir arkadaşlık bu. Büyüdükçe birbirine tamamen zıt kişiliklere sahip olan iki kadının hayatta ilerlerken birbirini bırakmayıp sahip çıkmasıyla devam ediyor.

 

Susana ve Lourdes aklımda, bir sabah mutfak masasında kahvemi içerken kendimi çocukluğumda beni en çok etkileyen kız arkadaşım üzerine düşünürken buldum. Susana ve Lourdes’ten farklı olarak, bende büyük bir iz bırakan çocukluk arkadaşımla biz birbirimizi çoktan bıraktık. Bugün Nil’in nerede olduğu, nasıl bir hayat yaşadığı hakkında hiçbir fikrim yok. Onu aramak da aklımın ucundan doğrusu hiç geçmedi. Fakat şimdi üzerine düşündükçe, gözlerimi kapattığımda çocukluğuma dair, kafamda beliren bir çok görüntüde ona dair bir şeyler buluyorum.

 

Beş altı yaşındayken Nil’le sırf komşu olduğumuz için tanışmıştım. Tanıştığımız günü bir türlü anımsayamasam da başından itibaren beni adeta büyülediğini hatırlıyorum. Benden bir yaş büyüktü. Biz onunla oynamaya başladığımız vakitlerde, o okuma yazmayı öğrenmişti diye anımsıyorum. Nil’i, benim gözümde o sıralar oyun oynadığım diğer tüm kız arkadaşlarımdan farklı kılan onlarca şey vardı. Mesela görüntüsüyle etrafımdaki kimseye benzemiyordu. Beline kadar gelen simsiyah kıvırcık saçları ve upuzun kirpikleri vardı. Hayatımda bu kadar çok saçı olan bir çocukla daha önce hiç tanışmamıştım. Epey bir zaman, beraber vakit geçirirken söylediklerine odaklanamayıp sadece saçlarını büyük bir maharetle örüşünü, kocaman bir tokayla kafasının üstünde topuz yapışını, iki yana toplayışını hayranlıkla izlediğimi hatırlıyorum. Bu kalın telli, gür, simsiyah kıvırcık saçlarla kıyasladığımda, anneannemin, güçlenip çoğalması için çok sık aralıklarla kendi kuaförüne kestirdiği kısacık küt saçlarım ve alnımı kapatan kaküllerim tüy gibiydiler.

 

Gözümün önüne gelen görüntülerden biri de; akşam üstü oyun oynamaktan yorulup, yemek yemek için eve geldiğimde ellerimi yıkamak için banyoya girer girmez aynanın önünde annemin kafama taktığı küçük meyveli yan tokaları çıkartıp, Nil’in saçlarını gözümün önüne getirerek büyük bir hırs ve üzüntüyle saçımı ellerimle deliler gibi karıştırdığım. Saçlarımı öne doğru atarsam ve iyice karıştırırsam arkada kalanlar öne gelecekti ve birden benim de Nil gibi çok gür saçlarım olacaktı.

 

Nil’le ilgili beni büyüleyen tek şey elbette saçları değildi. Tanıştığımız andan itibaren Nil’in annemden, babamdan, dedemden, ana okul öğretmenimden, tanıdığım herkesten daha akıllı olduğunu düşünmüştüm. Çünkü Nil etrafımdaki tüm bu insanlardan çok daha fazla gezmişti. Babasının işini çok iyi hatırlamasam da limanların, gemilerin, uzun deniz yolculuklarının Nil’in hayatının büyük bir parçası olduğunu anımsıyorum. Belki de bu sebeple onun kurduğu oyunlar hiç kimseninkine benzemezdi. Nil gelmeden önce, ben de sık sık arkadaşlarımla oyun kurardım. Mesela en sevdiğim oyunlardan biri çikolatalı kek yapmak için malzeme alışverişine çıkan anne oyunuydu. Evet oyun derken, beş altı yaşlarımızda günlük hayatımızda etrafımızdaki büyüklere eşlik ederken tanıklık ettiğimiz durumları aslında kendi kendimize daha abartılı hareketler ve konuşmalarla tekrar ettiğimiz sahnelerden bahsediyorum. Diğer çocuklar da benim gibi oyunlar kurardı. Sırayla süpermarkete alışverişe giden anne, öğretmencilik, çocuğunu dişçiye götüren anne, kuaförcülük gibi oyunlar oynardık. Sonra Nil geldi ve hepimizden büyük ve aramızda yeni olduğu için, bir süre onun oyunlarını oynamaya başladık.

 

Mesela onunla oynadığım ve aklımda kalan bir oyun gemicilik. Gemicilik derken aslında Nil ailesiyle gemide yaptığı uzun yolculuklarda yaşadığı şeylerden esinlenerek bir oyun kuruyordu. Yani diğer çocuklar gibi korsancılık oynamıyorduk. Gemicilik oynadığımızda hiç birimiz liman, güverte, kamara, makinist, kamarot nedir bilmiyorduk. Kendi dünyamızda bu kelimeler yoktu. Bu yüzden de onun tarif ettiği sahnelerden oluşacak bu oyunu oynayabilmemiz imkansızdı. Çünkü bahsettiği olayların geçtiği gemiye bile daha hiç birimiz binmemiştik. Nil’in bunu fark etmesi hızlı olmuş, hemen her oyundan evvel bize büyülü dünyasını kafamızda canlandırabilmemiz için gemilerde başından geçen o inanılmaz olayları anlatmaya başlamıştı. Anlattığı hikayeler elbette hep aşırı abartılı olurdu. Mesela bir gün ailesiyle birlikte Mersin limanından çıkıp, Beyrut’a giden bir gemiye bindiğinde, gece korkunç bir fırtına çıkmış ve gemiyi neredeyse batırmıştı. Hatta bu hikayeyi tekrar tekrar anlatırken bazen sonunu değiştirir, gemiyi batırır sonra da babasının gemiyi tek başına büyük bir cesaret ve ustalıkla derin sulardan tekrar çıkarışını anlatırdı.

 

Nil’in gemide geçen hikayelerini oynamaya başladığımızda ilgimi en çok kamaraların ve gemi yemekhanelerinin çektiğini hatırlıyorum. Nil, özellikle kamaralarda ve bu yemekhanelerde çok vakit geçirdiği için bize onları uzun uzun tarif ederdi. Bugün bile gemi yolculuklarını düşündüğümde ister istemez, gözümde Nil’in bana tarif ettiği kamarası canlanıyor. Açık mavi renkten iki kanat perdenin asılı olduğu yuvarlak camlarından her istediğinde denize bakıp zıplayan balıkları izleyebileceğin, her yeri koyu renk ahşap plakalarla kaplı içinde Nil’in boyamalarını yaptığı bir masayla, kitaplarını dizdiği rafın bulunduğu küçük şirin bir kamara.

 

Nil, babasının işi nedeniyle Fransa’ya taşınmadan önce bir gün annesi arkadaşımıza veda edebileceğimiz bir parti düzenlemişti. Partinin sonunda da hepimizi Adnan Menderes bulvarında, sahilde hepimizin en sevdiği Filli parka götürmüştü. O güne dair hatırladığım şeyler ne yazık ki çok sınırlı. Nil’in üzerindeki mor elbise ve saçlarının salıncakta sallanırken rüzgarla savruluşu gözümün önüne geliyor. Sanırım ondan ayrılacağım için biraz üzgündüm, fakat o güne dek kimseden ayrılmadığım için, başka bir ülkeye taşınmanın ne demek olduğunu da tam olarak anlamamıştım.

 

Nil, gitmelerine yakın her gün büyük bir heyecan ve mutlulukla bana Eiffel kulesinin fotoğrafını gösterip, “biz burada yaşayacağız” demişti. O kulede yeni maceralar yaşayacağı için onu çok kıskanmıştım. Hatta bir akşam yemeğinde bana günümün nasıl geçtiğini soran anneme, Nil’in babasının Fransa’da upuzun bir kule satın aldığını ve Nil’in kuleye yakın bir yerde okula gideceğini söylediğimi ve annemin de bana boş gözlerle baktığını anımsıyorum. Söylediklerim ona hiçbir şey ifade etmemiş olmalıydı.

 

Ve son olarak Filli Park ve Nil’e veda edişim: Nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum ama o anı çok iyi anımsıyorum. Annelerimiz vedalaşırken, Nil rengarenk puantiyeli külotlu çoraplarını düzeltip, beni kolumdan çekip deniz kenarındaki kayalıkların önüne götürmüştü. Orada bana “Sena seni çok seviyorum ve seni hiç unutmayacağım” demesini bekliyordum. O bunları söyledikten sonra, ben de ona sıkıca sarılıp belki de ağlayıp, “Nil, sen benim en yakın arkadaşımsın, keşke gitmesen” diyecektim. Ama öyle olmadı.

 

Nil bana, “Denizi görüyor musun?” diye sordu, masmavi uçsuz bucaksız deniz önümüzdeydi. Ona “evet görüyorum” diye karşılık vermiştim, sonra omuzuma elini koyup, “Şimdi denizin sonuna iyi bak” dedi. Ben de öğlen saatlerinde güneşin vurduğu ışıl ışıl parıldayan denize ve sonuna doğru baktım. “İşte ben oraya kadar yüzdüm ve sonra geri geldim. Yazın Mersin’e anneannemi ziyarete geleceğim ve ben gelene kadar, sen de oraya kadar yüzmüş ol.” dedi ve sonra yanağıma bir öpücük kondurup annesinin yanına gitti.

 

Ne saçma bir vedaydı bu böyle! Allak bullak olmuştum, hatta kotumun cebinde ona veda etmek için çizdiğim ve üzerini o en sevdiğim dalmaçyalı köpek yapıştırmalarıyla süslediğim resmi bile vermeyi unutmuştum. Nil ve annesinden ayrılıp, sahilde yürüyerek eve doğru dönerken annem suratımdaki şapşal ifadeyi görüp halime üzülmüş olmalıydı. Nil’i mutlaka tekrar göreceğimi, hep arkadaş kalacağımızı söyledi. Nil’i ne yazık ki bir daha asla görmedim. Ama o yaz boyunca halamların Bodrum’daki yazlığında, birbirlerine bacaklarının ağrılarını, akşam yapacakları yemekleri anlatan çiçekli boneli ve garip mayolu yaşlı teyzelerle birlikte, turuncu şişme kolluklarımla denize her girişimde, etli bacakların aralarından sıyrılıp, Nil’in benden istediği gibi denizin sonuna yüzmeye çalıştığımı, ancak dubaya vardığımda annemin çığlıklarıyla tekrar yorgun kulaçlar atarak kumsala doğru geri döndüğümü hatırlıyorum.

 

Bugün bile Nil’in dediği gibi denizin sonuna, ufka baktığımda onun bana yalan söylemediğinden adım gibi eminim. Nil dediği gibi “denizin sonuna” yüzmüştü. Çünkü benim dostum, tanıdığım herkesten farklıydı ve bana anlattığı hikayeleriyle imkansız masalsı şeylerin, hayallerin her zaman gerçeklerden çok daha büyüleyici olduğunu öğretti.

 
 
 

Görsel: Edward Henry Potthast, Girls On the Beach.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Silvina Ocampo
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Silvina Ocampo

Öykülerinde yarattığı, birçokları tarafından fazla tuhaf ve grotesk bulunan dünyasının, etrafındaki tüm yazarlardan ne kadar farklı olduğunu ve ismini, onunla aynı dönemde ve coğrafyada yaşamış yazarlarınkiyle yan yana getirmenin neredeyse imkânsız olduğunu fark ettim.

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Elena Poniatowska
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Elena Poniatowska

Poniatowska bugün hâlâ Mexico City’de San Ángel mahallesindeki evinde yeni yazılar yazmaya ve son romanı üzerinde çalışmaya devam ediyor.

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Hebe Uhart
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Hebe Uhart

İnsanların günlük rutinlerini, bu insanlara eşlik eden evcil hayvanların davranışlarını, eşyaları merak eden bir yazar.

SANAT

YSorumluluk Alan Bir Özgürlük: Patti Smith’ten Küçük Kadınlar’a Dair
Sorumluluk Alan Bir Özgürlük: Patti Smith’ten Küçük Kadınlar’a Dair

Louisa May Alcott, March kadınlarına ve böylece kendi zamanındaki küçük kadınlara ve gelecektekilere, yaşam, neşe ve asla bitip tükenmeyen bir umut ve kararlılık aşıladı.

Bir de bunlar var

Sır eve düşen bombadır*
Son Akşam Yemeği’nin İlk Kadın Ressamı: Plautilla Nelli
Kazuo Ishiguro’yla Hatıralar Geçidi

Pin It on Pinterest