Sevim Burak’ın ilk öykü kitabı Yanık Saraylar’ın Sedef Kakmalı Ev ile açılmasının isabet olduğunu söylemiştim. “Benim için düşçül bir şeydir edebiyat sade, düş’tür…”[43] diyen yazarın düşler ile dolu, düşsel bir öyküsü bu çünkü. Bu kadar çok parantez açmamızı sağlaması da cabası.
Kendimizi üstümüzde öteden beri iktidar sahibi olanlar tarafından bize verilen etiket ve kimliklerin hapishane hücrelerine kapattığımızda, sahneleyeceğimiz şey en iyi ihtimalle bir hapishane isyanı olur. Devrim değil.
Tuhaf Bir Kadın‘ın her iki çevirmeni de yazarlarını anlamak ve açıklamak için dilin sınırlarıyla uğraşmak zorunda kaldı.
Hissizleşmek, ara vermek, düşünmemek. Uyandığında bir şeylerin değişebileceğine inanmak, uykunun dayanmayı, direnmeyi kolaylaştıracağına inanmak. Bir kaçış, bir nefes gibi uyku
Yazarak varolmak/kendini inşa etmek isteyen bu üç kadının yazıyla, yazar olmakla kurduğu bağ da olumsuzlama üzerine. Peki akıbetleri ne oluyor?
Kadınların deneysel işçi sınıfı edebiyatı özgürleştirici ve deneyime sahip çıkan bir temsile kapı aralıyor.
Affedememenin, suçluluğun, öğretilerin, öğretilerden kurtulmanın çetrefilliğinin, cevap aramanın ve cevap bulmanın bir tezahürü The Lost Daughter.
Hafıza ve hayallerimiz arasına bir ip gerer Emine Sevgi Özdamar.
“Fantom erkeklik kavramını, kaybedilen uzuvların ağrımasını nitelendiren fantom ağrı fenomeni gibi, yitirilen erkeklik iktidarının yarattığı anksiyeteyi tanımlamak için öneriyorum.”
Kadın olmayı öğrenmekle bir sabotöre dönüşmeyi birleştiren bir varoluş kalıbı…