Hissizleşmek, ara vermek, düşünmemek. Uyandığında bir şeylerin değişebileceğine inanmak, uykunun dayanmayı, direnmeyi kolaylaştıracağına inanmak. Bir kaçış, bir nefes gibi uyku

KÜLTÜR

Patriyarkanın “Uyuttuğu” Kadınlar: Feminist Eleştirinin Bir Meselesi Olarak Uyku

Son zamanlarda art arda şu üç kitabı okudum: Dinlenme ve Rahatlama Yılım, Antabusve Ülker Abla. Üç kitabın da baş karakteri ve anlatıcısı kadınlar. Üçü de yaralı kadınlar. Ottessa Moshfegh’in kitabı Dinlenme ve Rahatlama Yılım’da bir sene boyunca uyku hapları alarak uyumaya karar veren, bu sürenin sonunda kabuğundan çıkarak, eski kendinden sıyrılarak yeni bir hayata başlayacağına inanan genç bir kadının öyküsüne kulak veriyoruz. Kitap boyunca karakterin adını öğrenemiyoruz. Sevgisiz ve ilgisiz bir ailede büyümüş. Profesör olan babası kanserden, alkolik annesi ise babasının ölümünden kısa süre sonra haplarla içkiyi fazla kaçırmaktanölmüş. Sınıfsal olarak üst bir konumu temsil ediyor karakterimiz: kültürlü, “beyaz,” zengin, güzel. Kitap boyunca kendisi de konumunu sık sık vurguluyor. Kolombiya’da sanat tarihi okumuş, bir süre sanat galerilerinde çalışmış. Ailesinden kalan mirasla, hiç çalışmasa bile geçinebilecek durumda. Bankacı sevgilisi Travis’leyse Travis’in cinsel tatminine dayanan, toksik denilebilecek bir ilişki yaşıyor.

 

Seray Şahiner’in kitabı Antabus’da ise önce patronunun, sonra erkek arkadaşının, daha sonra da kocasının tecavüzüne uğrayan; babasından gördüğü şiddetin mislini zorla evlendirildiği alkolik kocası Remzi’den görmeye devam eden, yaşamı boyunca hayatı ve bedeni hakkında kendisine söz hakkı verilmemiş Leyla’ya kulak veriyoruz. Evlilik içi tecavüzle hamile kalan, evde denediği kürtaj yöntemleri işe yaramayınca mecburen doğuran Leyla. Hayatı Türk parasının sembolik değerinden daha değersiz olan Leyla. Başkasına “zimmetli” Leyla. Antabus alacak parası olmayan Leyla. Eline geçen tek para kocasının bıraktığı mutfak parası olan Leyla.

 

Yine Seray Şahiner’in kitabı olan, Duygu Asena ödüllü Ülker Abla’da ise babasından gördüğü şiddetten kaçıp evlendiği kocasından sürekli şiddet gördüğü için defalarca hastanelik olan, oğlu askere gittikten sonra bu şiddete daha fazla dayanamayıp evi terk eden ve bir devlet hastanesinde yaşamaya başlayan Ülker Abla’yı dinliyoruz. Ülker Abla “evim” dediği hastanede elinden hiç bırakmadığı örgüsüyle, refakatçisi olmayan hastalara refakatçilik yapıyor. Ülker Abla’yı okurken eş zamanlı olarak Rebecca Solnit’in Tüm Soruların Anasıkitabını okuyordum. Şu cümleye rastlayınca kenarına “Ülker Abla” diye not düşmüşüm: “Pek çok kadın kendi ülkesinde mülteci, pek çok kadın kendi evinden ve hayatından koparılıp gizli mekânlarda gizli hayatlar sürmeye zorlanıyor.[1] Ülker Abla’nın durumu da tam böyle. Hastaneden atılıp yeni bir “ev” arayışıyla sokaklarda dolaşan Ülker Abla, gece olunca “kadın olduğu için fosforluya boyanır.” Taciz ve tecavüz korkusuyla geçirdiği geceden sonra “insana evinde bile rahat yok” der. Ne ev ne sokak ne ülke. Ülker Abla için güvenli olan tek yer hastanedir.

 

Bu üç kitabın ortak noktası yalnızca seslerinin kadın olması değil, uyku. Ben bu üç kadına uyku bağlamında bakmak istiyorum. Üç kadın da yaşadıkları üzüntülere, sevgisizliğe, şiddete, tacize, tecavüze karşı uykuya sığınıyor. Hissizleşmek, ara vermek, düşünmemek. Uyandığında bir şeylerin değişebileceğine inanmak, uykunun dayanmayı, direnmeyi kolaylaştıracağına inanmak. Bir kaçış, bir nefes gibi uyku: “Uykunun etkili olduğunu buradan anlıyordum; hayata bağlılığım giderek zayıflıyor, azalıyordu. Böyle devam edersem tamamen yok olurum, sonra yeni bir formda yeniden ortaya çıkarım, diye düşünüyordum. Umudum buydu. Hayalim buydu.”

 

Aslında Moshfegh’in kadın karakterinin temsil ettiği hâle edebiyatta daha çok erkek karakterlerde rastlıyoruz: bilinçli tembellik, rutinleri reddetmek, hayattan kopuk, izole bir yaşam sürdürmek. Hayatları ücretsiz ev işleri, bakım yükümlülükleriyle örülü olan, hem bedenleri hem de yaşamları üretken olma beklentisiyle sarmalanmış kadınlar içinse uyku, tembellik, aylaklık bir hak ve seçim olmaktan çok uzak. Ülker Abla ve Leyla’nın öyküsünde gördüğümüz üzere, bu seçimi yapmaları durumundaysa ev içi emek ve bakım emeği yükümlülükleri bu kadınların uykularını ve “tembellikleri”ni sürekli kesintiye uğratıyor. “Hiçbir şey yapmayarak” uyumayı seçmek ve “tembellik hakkı” hem patriyarkal hem sınıfsal bir ayrıcalık. Moshfegh’in kitabına büyük bir heyecan ve merakla başlamıştım. Tez çalışmam dolayısıyla da kadınlar, boş zaman ve tembellik üzerine uzun süredir kafa yoruyordum. Patriyarka eleştirisini odağa alan, feminist perspektifle yazılmış bir romanla karşılaşacağımı umuyordum. Fakat öyle olmadı. Moshfegh’in kitabı daha çok bir kapitalizm eleştirisi. Bekâr ve zengin olan isimsiz kadın karakterin “uykuya yatması” için önünde hiçbir engel yok. Ne ev işleri ne yemek bekleyen çocuklar ne bakım bekleyen hastalar ne doyurulması gereken aç bir karın. Ama kitap daha sonra okuduğum Antabus ve Ülker Abla romanlarının kadın karakterleri Leyla ile Ülker Abla’nın uyku hapları ve uykuyla olan ilişkilerini karşılaştırmamı ve uykuya feminist bir bakış yöneltmemi sağladı. Feministler olarak biliyoruz ki, kadınlar ve kadınlık deneyimi tek bir kategoriye işaret etmiyor. “1980’lerle birlikte Siyah ve Üçüncü Dünyalı feministlerin başlattığı tartışmalar bize kadınların kendi aralarındaki farkları; ‘kadınların erkeklerden olduğu kadar birbirlerinden de’ ne kadar farklı olduklarını, sınıfsal farkın kadınlık deneyimlerini nasıl farklılaştığını”[2]gösterdi. Bu anlamda Dinlenme ve Rahatlama Yılım’daki kadın karakter, kadın olmasıyla Leyla ve Ülker Abla’yla ortaklaşsa da, sınıfsal konum itibariyle onlardan ayrılıyor. Dolayısıyla uyku deneyimiyle de onlardan tamamen ayrı bir yerde duruyor. Dinlenme ve Rahatlama Yılım’daki kadın karakterin uyuma serüvenini bir karşılaştırma zemini olarak ele alıp, daha çok Antabus ve Ülker Abla’daki kadın karakterlerin uyku deneyimlerine odaklanacağım.

 

Dinlenme ve Rahatlama Yılım’da uyku meselesi romanın merkezinde duruyor. Karakterin bir senelik uyuma serüvenini okuyoruz romanda. Antabus ve Ülker Abla’da ana konu uyku olmasa da, hem Leyla hem de Ülker Abla için uyku ve uyku hapları önemli bir yer işgal ediyor. Antabus’da Leyla’nın belirli bir dönem uykuya ve uyku haplarına kendini verdiğini görüyoruz. Ülker Abla’da ise roman boyunca uyku hapları baş rolde. Öyle ki, örgü örmek için aldığı iplerin renklerini bile uyku haplarının rengiyle isimlendiriyor Ülker Abla: “Nervium yeşili, Paxil pembesi, Zanaks eflatunu.”

 

Dinlenme ve Rahatlama Yılım’daki kadın karakter bekâr ve zengin. Dr. Tuttle isimli oldukça ilginç ve garip bir psikiyatristi var. Karakter, Dr. Tuttle’a yalnızca, vücudu ilaçlara bağışıklık kazanıp da uyuması zorlaştığında daha etkili ilaçlar yazdırmak için gidiyor. Herhangi bir terapi sürecine tanık olmuyoruz. Manhattan’daki lüks dairesinde tek başına yaşıyor. Hayatta kendinden başka hiç kimseye karşı bir sorumluluğu ya da yükümlülüğü yok. Uykusunu bölen tek kişi, arada kendisini yoklamaya gelen en yakın kız arkadaşı Reva. Nitekim kitabın sonunda uyuma serüveni “kesintisiz” bir şekilde başarıya ulaşan karakter yaşadığı yeri terk edip yeni bir hayata doğru yelken açıyor.

 

Kocası tarafından türlü türlü eziyetlere, şiddete, tecavüze maruz kalan Leyla’nın uyku serüveni ise daha farklı. Romanın başlarında Leyla’nın bizzat gördüğü şiddeti kızı Ayşe’ye de yaşatmamak için alkolik kocası Remzi’nin eziyetlerinden kaçma çabalarını okuyoruz. Ancak, ne polis ne ailesi ne de komşular Leyla’nın çığlıklarına cevap veriyor. Çaresiz, hüsranla yaşadığı kâbusa geri dönüyor Leyla. Bir kez daha hamile kalıp o kâbusun içine bir çocuk daha doğurmak istemediği için de spiral taktırmaya karar veriyor. Taktırdığı spiralin kocasının tecavüzü sonucu kanama yapması üzerine hastaneye gittiği bir gün Ülker Abla’yla karşılaşıyor. Hastanede yaşaya yaşaya ilaçlar hakkında epey bilgi sahibi olan Ülker Abla Leyla’ya, kocasına gizlice, alkole olan “iştahını azaltacak” Antabus isimli ilacı vermesini öğütlüyor. Sonraki süreçte Leyla’nın kocasına gizlice Antabus verme çabalarını hayli mizahi bir dille okuyoruz. Yarım yarım vermesi gereken Antabus’u kocası iki tane birden içince Leyla onun öleceğini düşünüyor: “Allahım bu adam daha kaç yıl yaşayacak? İkinci çocuk da doğunca kuruntum hepten arttı. Remzi ölmezse… Ya evden kaçıp orospu olacağız ya adamı öldürüp katil. Ya adam bir gün öldürecek bizi ya biz kurtulmak için canımıza kıyacağız… Remzi ölmüyor.”Çabaları karşılık bulmayınca Leyla ardı ardına uyku ilacı alarak uyumaya başlıyor. Yaşadığı hayattan kaçmanın, sıyrılmanın yolunu uykuda buluyor: “Eve döndüm. İki tane uyku ilacı içtim. Zaten çocuklar olmasa ben hiç uyanmak istemem de çocukları bu adama bıraka… Remzi ölmezse biz ya orospu ya ka… Ölmezse… Ayş…”

 

Gelgelelim Leyla, Monshfegh’in kadın karakteri kadar şanslı değil: Yemek yapması lazım, evi temizlemesi lazım, kocasının “yatağa geç” komutlarına yanıt vermesi lazım, çocukları okula götürmesi lazım, bebeğini emzirmesi lazım. Nitekim Leyla’nın uykusu sürekli olarak ev işleri ve çocuk bakımı yükümlülükleriyle bölünüyor: “Bir uyandım ki Ayşe beni dürtüyor. Arkadan bebeğin ağlama sesi. Ayşe, ‘Uyan anne,’ diyor. ‘Git başımdan,’ diyorum. Gitmiyor. Bebek susmuyor. Ayşe beni çekiştirip duruyor. O da acıkmış.”Leyla kesintili uykusuna devam etmeye çalışıyor, ev işleri ve çocuk bakımı da Leyla’nın uykusunu kesmeye: “Uyandım. Zır zır zil çalıyor. Ne var ne ne! Kapıyı açtım: Annem. Girdi içeri, bar bar bağırıyor. Ben ne biçim anneymişim. Öyle dedi. Ayşe, telefon açıp beni anneme şikâyet etmiş, ‘Annem bize bakmıyor,’ diye.” Leyla uyanmak istemiyor, mecburen uyandığı zamanlardaysa gerçeklik algısını iyice yitirdiğini, sersemlediğini, etrafında olanları “hahahahah!”diyerek karşıladığını görüyoruz. Leyla’nın uykusu koca şiddeti ve tecavüzüne de engel olmuyor: “Uyandım. Bir baktım kollarım çürük çarık içinde. […] Uyandım, donum ayağıma kadar sıyrılmış. Allah Allah. Dün uyurken adam beni…” Leyla her şeye rağmen uyumaya devam ederken biten uyku ilacını almak için eczaneye gittiği bir gün kendisini yine Ülker Abla’nın yaşadığı hastanenin kapısında buluyor. Ülker Abla, Leyla’nın perişan, çaresiz, üstü başı perişan, kendini uykuya vermiş olduğunu görünce koluna girip evine geliyor. Evin ve çocukların halini görmesiyle Leyla’yı “madem doğurdun, layığıyla bakacaksın”diyerek azarlıyor. Leyla,“Bakamıyorum. Her şey ağır geliyor. Depresyondayım ben”diyerek cevap veriyor. Tam o anda Ülker Abla depresyonun, tükenmişliğin getirdiği uykunun sınıfsallığını gösteren şu cümleyi sarf ediyor: “Depresyon zengin hastalığı kızım! Bize gelmez. Biz kanser oluruz, verem oluruz, ülser oluruz…” Ülker Abla’yla yaptıkları konuşmadan sonra Leyla kendine geliyor ve uyku ilaçlarını bırakıyor.

 

Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm romanındaki Dirmit karakteri gibi edebiyata başlı başına, özgün bir kahraman olarak geçebilecek olan Ülker Abla’nın uyku ve uyku haplarıyla ilişkisi ise Leyla’ya kıyasla çok daha derin. Öyle ki Zanaks’sız, Nervium’suz, Ativan’sız bir Ülker Abla düşünemiyoruz: “İlaç lazım. Zanaks, Nervium, Allah’ın sevgili kulu olsam Ativan… Ne olursa.”Roman boyunca Ülker Abla’nın uyku ilaçlarıyla ilişkisine, ilaç bulmakta yaşadığı sıkıntılara, ilaçsız kaldığındaki ruh hallerine ve ilaç bulma çabalarına tanık oluyoruz. Leyla’nın aksine Ülker Abla’nın uyku ilaçlarına başlamasına sebep olan spesifik bir olay ve zaman yok. Ülker Abla için uyumak “kâbus” dediği hayatına katlanabilmesini sağlayan, acılarının sivri yerlerini “törpüleyen” yegâne şey: “Uyanmak: Bir kere param çıkışmamıştı. Narkozsuz kürtaj yaptırmıştım. Oğlumdan sonrakini. Uyanmak. Öyle bir şey. Sonra bulabilirsem içiyorum bir hap, derdim geçiyor demeyeyim de sanki ömrümün bana batan yanlarının üstünden zımparayla geçiyorlar.”

 

Ülker Abla’nın hastanelerle ilişkisi hayli köklü. Evlendiği günden beri kocasından öldüresiye şiddet gördüğü için defalarca hastaneye yatmış. “Bazı kadınlar için en ölümcül hastalık evlilik.”Sokağa adım attığında kocasından “orospu” damgası yiyen Ülker Abla’nın senelerdir evi dışında geldiği tek yer hastaneler, hastanelerin acil servisleri. Dolayısıyla oğlu askere gidip de Ülker Abla evi terk etmeye karar verince dikkat çekmeden yaşayabileceği tek yere, “ikinci evi” olan hastaneye yerleşiyor. Kocası onu bulmasın diye kimliğini cebinden çıkarmasını gerektirecek hiçbir şey yapmamaya çabalıyor. Uyku hapı sıkıntısı çekmeyeceği düşüncesiyle yatmayı çok istediği psikiyatri bölümüne de sırf kimliğiyle kayıt yaptırması gerektiği için yatmıyor. Uyku haplarını kimi zaman dost olduğu hemşirelerden, kimi zaman “tanıdık” Deva Eczanesi’nden, kimi zaman hastaların baş uçlarından, kimi zaman çanta diplerinden, kimi zaman hastanenin ilaç dolabından buluyor: “Cüzdanımın gözlerini karıştırdım. Bir lira buldum ve tekli Zanaks: Kara günlerime güneş gibi doğan bir eflatun. […] Hemşire bankosundan Ativan aldım. Ödünç ama ne zaman geri veririm bilmiyorum. Cebime attım, yatmadan önce içerim…”Ülker Abla’nın uykusunu bölense, hastanede kalabilmek için ücretsiz bakım emeği verdiği hastaların ya “b.kları” ya“ölümleri.” Hastaneden atılıp sokakta kalmaya başladığı zamanlarda ise tecavüze uğrama ihtimali. Bu kısımda, roman boyunca mizahı bir güç olarak kullanan Ülker Abla, hepimizin bildiği “Uyuyan Güzel” masalına başka bir perspektif getiriyor: “Bu masalda en çok uyuma kısmına özeniyorum. Kız, başıma bir iş gelir mi diye evhamlanmadan 100 yıl uyumuş ayol! Ben hastaneden atıldığımda bir banka kıvrılıp 10 dakika kestiremedim ki s.kmesinler.” Leyla’nın öyküsünde gördüğümüz gibi, tecavüze uğrama ihtimali söz konusu olduğunda, uyuduğun yerin sokak, park ya da ev olması fark etmiyor aslında.

 

Leyla ve Ülker Abla. “Ömürlerinin kendilerine batan sivri yerlerini” uykuya sığınarak törpülemeye çalışan iki kadın. Uykuları ev içi emek, çocuk, hasta bakımı, aile içi rol beklentileri, taciz ve tecavüz korkusuyla durmadan bölünen iki kadın. Patriyarkanın delirttiği, intihara sürüklediği kadınlar var. Leyla ve Ülker Abla da patriyarkanın “uyuttuğu” kadınlardan. İki kadın için de uyku intiharla delilik arasında bir araf. “Keşke hep uyuyabilsem. Bitkisel hayat diyorlar. En temizi. Öldün diye gazetelere çıkmazsın, yaşamanın ıstırabını çekmezsin. Yemek derdi yok, serum veriyorlar. Uyandırıp yatak parası isteyemezler. El vurup yaremi incitme tabip. Ben: Yüz yıl uyanan güzel. Sonra her şeyi hatırlıyorum. Her şeyin başlangıcını; babamı, kocamı, evden çıkışımı… Sonrası bulanıyor.”

 

Aslında kadınların uykusu kadar uykusuzluğu da feminist perspektifin merceğine muhtaçbir mesele. Tez çalışmam için gazete arşivlerini taradığımda uyku ilacı reklamlarında istisnasız kadınların yer aldığını gördüm. “Kadınlar erkeklerden daha çok uyuyor,” “kadınlar uykuya daha geç ve zor dalıyor,” “kadınlar erkeklerden daha fazla uyumalarına rağmen uykularını alamıyor” başlıklı araştırma sonuçları ve haber başlıklarıyla sürekli karşılaşıyoruz. Karşılaşmanın ötesinde kadınlar olarak bunu deneyimliyoruz. Hayatı boyunca uykuya dalmakta zorluk çektiğini söyleyen annemle konuşmamızı hatırlıyorum:

-Baban kafasını yastığa koyduğu gibi yatıyor, öyle özeniyorum ki. Düşünmekten uykuya zor dalıyorum.

 

-Neyi düşünüyorsun anne?

 

– O gün yaptıklarımı düşünüyorum. Yarın yapacağım ev işlerini, yemeği düşünüyorum. Her gün ne yemek yapacağını düşünmek zor. Ne yapacağını bildiğin zaman yemek yapmak kolay. Sizi, çocuklarımı düşünüyorum. Kardeşinin staj işi ne olacak acaba? Ocağı söndürdüm mü? Yatmadan çamaşır makinesini çalıştırmıştım. Hava sıcak, çamaşırlar kokar. Asılması lazım. Saat geç oldu. Abin hâlâ gelmedi.

 

Leyla’yı düşünüyorum. Alkolik kocasıyla yaşamak zorunda kaldığı tecavüzden farksız cinsel birleşmeden sonra kocası dönüp sırtını uyurken, doğurmak zorunda kaldığı çocuklarını babalarının şiddetinden, eziyetinden nasıl koruyacağını düşünmekten bir türlü uykuya dalamayan Leyla’yı. “Bu adam ölmezse ya evden kaçıp orospu ya adamı öldürüp katil. Ya adam bir gün öldürecek bizi ya biz kurtulmak için canımıza kıyacağız…”diye dertlenmekten uykuya dalamayan Leyla’yı. Sabahın ilk saatlerinden başlayarak gece yatağa girene kadar bulaştığımız ev, yemek, bakım işleri ve görünmeyen emeğin “en görünmez kısmı” duygusal ve zihinsel emek yükü uykuya dalma ve uyuma sürecimizi kesintiye uğratıyor, parçalıyor, bölük pörçük ediyor. Bizi uyutan da uykularımızı bölen de masaldaki “cadının” büyüsü değil, patriyarka. Yani “baş düşman”ımız.

 

 

 

Ana Görsel: Oscar Kokoschka, Sleeping Woman (Uyuyan Kadın), 1917.

 

[1]Rebecca Solnit, Tüm Soruların Anası, çev. Elif Ersavcı (Siren Yayınları, 2022), 52.

 

[2]Aksu Bora, Kadınların Sınıfı: Ücretli Ev Emeği ve Kadın Öznelliğinin İnşası, 3. baskı, (İstanbul: İletişim, 2010), 41.

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Lohusa ya da Apolitik bir Ayrıcalıklılar Filmi
Gerassi’nin 1976 Tarihli Beauvoir Röportajı: 25. Yılında “İkinci Cins”
Yeraltı Kürtaj Servisi Jane: Kendi Kaderini Tayin Eden Sıradan Kadınların Gücü

Pin It on Pinterest