Kadınların yaşam öykülerini dinlemek, bizim için asla sadece ampirik bir veri taraması, kayıtsız bir gözden geçirme değildi, olamazdı.

SANAT

Perdesine Dolandığımız Büyülü Sahne: “Oraya Kendimi Koydum”

Görüntünün hüküm sürdüğü ve sözlü olanın ancak görsel illüzyonun gürültücü bir eşlikçisi derekesine düştüğü şu zamanlarda, kendini anlatabilme cesareti göstermiş kadınları bir araya getiren bizimhikayemiz.org projesi başka bir gayretin de hareket noktası oldu.

 

Duyulmaz kalanın sesine el konulmadan duyulur kılındığı bu sesli tarih antolojisinden hareketle bir grup şair olarak, tanıklık ettiğimiz yaşam öykülerini maksadını aşmamaya dair bir ihtimamla şiirin alanına taşımaya çalıştık ve Oraya Kendimi Koydum [1] böylelikle ortaya çıktı.

 

Tarihsel öneme sahip olma anlamında neyin kayda geçirilmeye değer olduğunun sözde makbul kriterlerini bir kenara bırakıp, sessiz ve derinden akanı yakalayan, ona işaret etmeye yeltenen bu çaba, hikayeler içerisindeki çoğul karşılaşmalarla aşkın bir ilişkilenmeye dönüştü bizim için. Süreç boyunca Haraway’in [2] “sınırların karışmasından alınan haz ve bu sınırların inşa edilmesindeki sorumluluk” ifadesindeki haz ve sorumluluk diyalektiğinin kaygılı duyuşu içindeydik demek yanlış olmaz sanıyorum. Bize kaynaklık eden reel yaşantıların dolaysız bir aktarımı olsa da kayda geçirmenin ve çerçevelemenin doğası gereği -her ne kadar bozucu bir müdahaleden kaçınılmış olsa da- kusursuz yeniden aktarımının mümkünsüzlüğüyle de yüzleşmek zorunda kaldık. Konuşma kayıtlarının kendi medyumlarından alınıp şiirin medyumuna taşınmasıyla, anlatının yerinden edildiği ve parçalanmaya uğradığı gerçeği kaygı vericiydi. Öte yandan kavrayışımız da bir tanıklık anında olguyu kurguya taşımakla çok temel düzeyde aynını yapıyor gibidir. Bilgi aktarımının Foucault’cu anlamda dünyayı yeniden düzenlemeye yeltenen doğasını da göz önünde bulundurmanın yanı sıra bizler belki fallogosentrik bir yaklaşımla, doğallıkla ağızdan döküleni yeni bir yazgıya taşımanın kusurlu cüreti içinde bulduk kendimizi.

 

R.G. Collingwood tarih yazımındaki temel motivasyonun kişinin kendini bilme isteği olduğuna işaret ederken aynı zamanda bu kendini ötekinden ayrıştırılamaz şekilde tecrübe edişin yarattığı öznellik kaybının, görece tarafsız bir aktarıma yol açtığına dikkat çeker. [3] Tarihe not düşülmüş olanı başka bir bağlamda yeniden ele alan bu çalışma özelinde tarafsızlıktan değilse de tarafların ortadan kalktığı bir iç içe geçmeden söz edebiliriz. Üreme kiplerini aşan türde çapraz çiftlenmeyle ortaya çıkan yaratıcı bir replikasyondan hatta Gadamerci bir füzyonla [4] başkasında kendini de anlamanın geri beslemeli çarpıştırıcı gücünden söz etmek abartılı olmayacaktır.

 

Kadınların yaşam öykülerini dinlemek, bizim için asla sadece ampirik bir veri taraması, kayıtsız bir gözden geçirme değildi, olamazdı. Anlatılanın anlatıcı için ontolojik zorunlu pozisyonuna olumsal oturuşumuzun getirdiği lakayt bir kulak misafiri olma hali de değildi. Takındığımız sorumluluk etiği de kaydedilmiş sözleri bir objet trouve (buluntu nesne) gibi ele alıp doku uyumu gözeterek yeni pozisyonlara dizmenin mühendislik etiğinden ibaret değildi. Konuşma eyleminde benliğin otonom tecrübesiyle eşzamanlı olarak ötekine açılma tecrübesinin de yaşandığına dikkat çeken Merleau-Ponty, konuşma iradesinin aynı anda bir anlaşılma iradesi de olduğunu söyler. [5] Hikayelerini dinlediğimiz kadınların kendilerini anlatmakla girdikleri bu öznelerarası karşılıklılık düzleminde bulunmakla, Derrida’nın benzetimiyle çerçevelemeye çalıştığımız şeyin bir kör noktası tarafından çerçevelenmeye uğradık desek yeridir. [6]Dinlediğimiz hikayelere yakalandık, birbirimizin üzerine katlandık ve dolaşık hale geldik. Sözlerin ait oldukları bağlamdan kesilip alındıklarında açıkta kalan uçlarında oluşan yaratıcı gerilimde ve yeniden ağza alınıp oraya tam oturamayışlarından doğan ironik fazlalıkta, hepimizin içinden eşanlı çıkan bir sese dönüştük sanki. Hiç kimseye ya da hepimize ait ve dair kavli bir mülksüzleşme gibiydi.

 

Sözlü olanın yazıya geçirilmesinde olduğu gibi, başka biri tarafından yeniden aktarılmasında da bir çeşit idealleştirme var gibi geliyor bana.. Özgül dolayımından çıkarak biraz replik, biraz sloganlaşması hatta zikredilişteki tekrardan doğan bir çeşit kutsallaşma, dünyevilikten taşma hali gibi. Yeni bir uygunluk alanında kendiliğinden oluşan farkın, bir benzeşme ile dengelenmesi anlamında Aristocu bir metaforlaşmayla da anlam genişlemesine uğruyor. Belgedeki içeriğin hangi biçimde olursa olsun biraz ucubeleşmek, çarpıklaşmak pahasına nihai bir ontoloji taşımaktan sıyrılıp tekrarla yankılanmaya kendini açması. Bu manada belgesel şiiri, belgedeki gerçekliğin şair duyuşunda kırılarak idealleşmesine benzeten romantik bir tavırdan sakınarak belki belgenin, şiir-yerin gerilimli dönüşüm alanında bir enstalasyonu şeklinde görmek daha münasip olacaktır.

 

Hatta daha ileri giderek bu türün bana biraz modern tiyatroyu çağrıştırdığını söylemek istiyorum. Modern tiyatroda sahneye birden fazla medyumun birlikte yerleştirilebildiği, sahnenin o anda oynanan oyun dışında yan unsurlarla -örneğin arkadaki bir perdeye yansıtılan önceden kaydedilmiş görüntülerle- hem uzaysal hem zamansal olarak çok boyutlu hale getirilebildiği gibi, belgesel şiirde de şair şiirine kaynak olarak aldığı belgeyi hem olduğu haliyle sergileyebiliyor (etiketler, linkler aracılığıyla deşifrasyonlara erişim imkanının da hazır bulunuşuyla) hem de kendi sözünün sahnede eş zamanlı olarak (ve bazen faz farkları gözeterek) belgeye eşlik edişi ile anlatımını boyutlandırabiliyor. Ya da şairin müdahalesi sadece neyin nereye hangi sırayla konulacağına karar veren bir dramaturjiden ibaret de olabiliyor. Sahneye yerleştirilen bu anlatım katmanları, boş bırakılan alanlar ve süreler, hatta ışığın nereye düştüğü gibi pek çok öge şiirin imkanlarıyla yapılabileceklerin sahne sanatlarına has analogları gibi düşünülebilir.

 

Aynı analojiyi sürdürmeyi deneyerek, hayatın olağan akışı içinden alınmış söz dağarcığının kendi özerk anlam ve biçimini olabildiğince koruyarak başka bir sözdizimindeki izdüşümlerini ve ilişkilenmeyle ortaya çıkan girişim desenlerini sergilemeyi denediğimiz bir tiyatro sahnesi gibiydi Oraya Kendimi Koydum kitabı. Tüm bu dönüştürücü süreç boyunca seçici bir yakalama ve yakalanma hali içinde hikayelerini dinlediğimiz kadınlar ve birlikte yola çıktığımız şairlerle beraber bizler de hep o sahnedeydik. Perdeyi aralamaya yeltenen herkesi de bir yerinden yakalayacağını umduğumuz büyülü bir sahne.

 

 

  1. Oraya Kendimi Koydum: Belgesel Şiirler, Asuman Susam, Everest, 2023.
  2. Manifesto for Cyborgs: Science, Technology and Socialist-Feminism in the 1980s, Donna Haraway, Socialist Review, 1985.
  3. The Idea of History, G. Collingwood, Oxford Univ. Press, 1961.
  4. What is Truth?, Hans-Georg Gadamer, “Hermeneutics and Truth” kitabında, haz. Brice Wachterhauser, NorthwesternUniversity Press, Makalenin orijinali 1957’de basılmış olup ‘Ufukların Füzyonu’‘ (the fusion of horizons) ifadesinin ilk defa geçtiği metindir.
  5. In Praise of Philosophy, Maurice Merleau-Ponty, Evanston, lllinois: Northwestern University Press, sy.55,1963.
  6. Sex and The Failed Absolute, Slavoj Zizek, ‘Theorem III: The Three Unorientables’ bölümünde Derrida’dan alıntı, sy.225, 2020.

 

 

Ana görsel: Nancy Holt, Güneş Tünelleri , Utah Büyük Havza Çölü’nde, 1973-76.

© Holt/Smithson Foundation and Dia Art Foundation/Licensed by VAGA at ARS, New York.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Kıskançlık ile ırkçılığın dayanılmaz “aşk”ı: Faillik
Kayıp Dilin İzinde: Elizabeth Fraser ve Cocteau Twins’in Treasure Albümü Üzerine
Hidayet Romanlarında Bulduğumuz Feminist Kırıntılar

Pin It on Pinterest