Ne bok yedik de ataerkiye saplandık? Buradan nasıl çıkarız?

KÜLTÜR

Rebekka Endler: “Dolaşırken Rahat Değilseniz Bu Şehir Sizin Şehriniz Değil”

The Patriarchy of Things kitabının yazarı Rebekka Endler, sanatçı Azade Köker’in Bir Katlin Provası sergi kataloğunun tanıtımı ve Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde gerçekleşen söyleşi için İstanbul’daydı. Kendisiyle kitabı ve İstanbul izlenimleri üzerine söyleştik. Rebekka Endler Köln merkezli serbest gazeteci ve radyo yapımcısıdır. Dedektif hikayeleri yazmak için toplum hakkında bilgi toplamak fikriyle Köln ve Freiburg şehirlerinde Sosyal Bilimler okudu. Bunun yerine, en büyük suçlardan birinin ataerkil sistem olduğunu ve dedektif hikayelerinin ataerkiyi değiştirmeye hizmet etmediğini keşfetti. Gündelik yaşamdaki ataerkil tasarım hakkında çok satan bir kitap olan Das Patriarchat der Dinge (Dumont 2021) 2022’de İletişim Yayınları tarafından Türkçe dilinde yayımlanacak.

 

 

Zengin, beyaz, cis erkekler hizmet görüyor. Şehir onlar için tasarlanmış durumda. Buna ne gibi örnekler verirsiniz? Ataerkil tasarım nedir?

Tasarım tanımım epeyce geniş. “Man-made” yani erkek eliyle yapılmış her şey tasarım ürünüdür ve belirli bir amaca hizmet eder. (İngilizcede kullanılan “man-made” ifadesi bile erkek egemen dil tasarımının bir örneği.) Ataerkil tasarım her yerde görebileceğiniz, cis erkek deneyimini merkezine alan yaratımlara işaret ediyor. Şehirlerin ve genel anlamda kamusal alanın tasarımı buna iyi bir örnek, çünkü kişinin ne kadar güvende, rahat ve hareket özgürlüğüne sahip olduğu meselesi imtiyazlarının bir yansımasıdır. Kamusal alan herkesi eşit derecede hoş karşılamıyor. Kaldırım örneğini ele alalım. İstanbuldaki kaldırımların hep bozuk olduğunu fark ettim. Genişlikleri ne kadar? Bebek arabası, tekerlekli sandalye veya yürümeye yardımcı aletler için uygun mu? Kaldırım sokağın ortasında saçma sapan bir yerde bitip birdenbire merdivenler mi başlıyor? Bu, engelliler veya bebekli kişiler için orayı erişilebilir olmaktan çıkaran bir şey. Demek ki engelli olmayan ve hayatında hiç bebek bakmamış biri tasarlamış burayı, diyorsunuz. Alttan alta verilen mesaj şu. Dolaşırken rahat değilseniz bu şehir sizin şehriniz değil. Başka bir örnek de bordürler. Yaşadığım şehir olan Köln’de arabaların rahatlıkla girebilmesi için garaj önlerinde bordürler alçak tasarlanmış. Buna karşın yayalar için önem arz eden sokak köşelerinde alçak değil; bedensel sorunlarınız varsa karşıdan karşıya geçmek zorlaşıyor. II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da şehirlerimizi arabalara göre tasarladık ve yaya, çocuk ve bisikletli gibi insan gruplarının ihtiyaçlarını göz ardı ettik. Daha ziyade yetişkin erkekler araba sürdüğü için arabasız herkes ikinci sırada. Yine ışıklandırma, umumi tuvaletlerin dağılımı, toplu taşıma ve anıt kültürü gibi örnekler verebilirim. Kamusal alanı teşkil eden bütün bu başlıklar cis erkeklerin ihtiyaç ve taleplerine karşılık vermek üzere tasarlanmış durumda.

 

Kitabınızın birinci bölümünde de bahsettiğiniz gibi, ataerkinin bir ekosistem olarak kendini görünür kıldığı birçok alan var. Kelime seçimlerimizden başlayarak kadın kırımına kadar uzanan bir yelpaze bu. Size göre, bu çok katmanlı tahakküm yöntemleri ataerkil anlayışı oluşturacak şekilde nasıl üst üste ekleniyor?

Bence şöyle sormak lazım. Ne bok yedik de ataerkiye saplandık ve buradan nasıl çıkarız? Hollandalı antropolog Carel van Schaik ataerkiyi insanlık tarihinin yalnızca yüzde üçüne tekabül eden bir bozukluk (anomali) olarak değerlendiriyor. Ve bu dönemin sonlandırmaya doğru ilerlediğimizi söylüyor. Buna inanmayı o kadar istiyorum ki! Ama nasıl? van Schaik ne yazık ki meselenin nasılına dair pek söz söylememiş. Bu nedenle, yazdığım kitap bir “ataerkiyi bitirme kılavuzu” değil ama burada tasarım merceğinden bakarak bazı boşlukları doldurmaya çalıştım. Tarihin bir sorunu da bilgi açığı. Frances Bacon’un “Bilgi güçtür,” sözünü hepimiz biliriz ama bile isteye cahil kalmak da ciddi bir güç Öğrenme zahmetine girmediğiniz bir konuda davranışlarınızın nelere yol açacağını söyleyen hiçbir özlü söz yok. Tıp, ulaşım güvenliği ve araç tasarımı, işyeri tasarımı, spor vb. alanlarda (ki liste uzar gider) veri toplama noktasında devasa bir cinsiyet farkı söz konusu. Bu akla gelmemiş, gözden kaçırılmış bir şey değil. Aksine ataerkinin tahakküm amacıyla, bilerek tasarladığı bir durum. Örneğin bir zamanlar ebelerin doğum sürecine dair sahip oldukları bilginin kadın akademisyenlerce derlenerek nakledildiğini, ancak bunun daha sonra Batı tıbbında güç elde etmek ve eldeki gücü sürdürmek amacıyla erkekler tarafından ortadan kaldırıldığını biliyoruz. Başka bir örnek de, tabii, kadınları ve diğer uca itilmiş grupları istismar ederek beslenen ve gelişen kapitalizm. Elimizden geldiği kadar bilgi toplamakla mükellefiz ama daha da önemlisi topladığımız bilgiyi sürdürmeyi ve kanon haline getirmeyi mümkün kılan sistemler kurmaya ihtiyacımız var ki bu sayede gelecek nesiller bunun üzerine çıkabilsin. Virginia Woolf yüz yıl önce yazmış bunu ve hâlâ geçerliğini sürdürüyor. Kadınların çalışmasını destekleyen sistemler kurmak ve kanonlaştırmak çok büyük güç getiriyor. İnterseksler, ikili cinsiyet rejimine girmeyen kişiler, kuirler, siyahlar, yerliler, beyaz olmayanlar ve engelliler, yani sistematik olarak uca itilen her grup bu çabada eşit derecede önem arz ediyor. Bunu başarabilirsek, bakarsınız van Schaik haklı çıkar ve bizi öldüren sistemin üstesinden gelebiliriz.

 

Görsel açıklamaları metnin sonunda yer alıyor.

 

 

Kitabınızın ikinci bölümüne “Kamusal alanın sahibi kim?” başlığını vermişsiniz. Kamusal alanın sahibi kimdir ve kim değildir?

Kamusal alan kavramı adı üstünde kamuyu ilgilendirir, bu nedenle tanım gereği vatandaşlara aittir. Halbuki kamusal alanda herkese eşit derecede değer verip herkesi eşit derecede hoş karşılıyor değiliz. Tıpkı evde, işyerinde ve akademide olduğu gibi, kamusal alanda da güç savaşı yaşanır. Kamusal alan çok önemli bir savaş alanıdır çünkü yaşamı teşkil eden alanlar içinde en görünürü burasıdır. Buna önemli bir örnek olarak anıtlarla ve sokak adlarıya kurulan hikâye anlatıcılığını verebilirim. Kimin adını yüceltmeye değer görüyoruz? Hikâyesi ne? Anıtlar hikâyeyi daima kazananların tarafından anlatır; bastırılanların ve gücü elinden alınanların tarafından değil. Fakat bir değişime tanıklık ediyoruz. Örneğin geçen sene ABDde Kristof Kolombun ve Konfederasyon generallerinin anıtlarının indirildiğini gördük. On dokuzuncu yüzyıl tarihini nihayet yeniden ele alarak Avrupada sömürgecilerin, savaş suçlularının adını yücelten anıtları indiriyoruz. Hatırlanmayı kimin hak ettiğine dair toplumsal uzlaşı zamanla değişmekte. Beyaz adamda yoğunlaşan iktidarın artık daha yaygın bir kesimin tarihini ve hikâyesini anlatacak şekilde somutluk kazandığını birçok yerde görüyoruz. Tarihimizi yeni bir çerçeveye alıyoruz ve tabii bu kendiliğinden olmuyor. Bunda, kamuoyunu ufak ufak şekillendiren aktivistlerin payı var.

 

 

“Akademik söylemin ve gelişmeye açık küçük çevremizin dışında kalan mekanizmalarla iletişim kurmaya başlamamız gerektiğini” söylüyorsunuz. Bunu nasıl yapabiliriz?

Ah keşke, doğrudan bir çözümümüz olsa ne kadar kazançlı çıkardık! Kitabımın tanıtım sürecinde farklı farklı yerlerde küçük yangınlar yanmasının, yani kolaylıkla bağ kurabildikleri konularda konuşmaları için insanlara olanak tanımanın ne kadar önemli olduğunu fark ettim, ne de olsa bu insanlar akademik söylemin değil, gündelik yaşamımızın bir parçası. Akla hemen gelen birkaç örnek vereyim. İşemek için güvenli bir yer bulmak bir sorun; araba kazasında veya kalp krizi yüzünden ölmemek bir sorun. Bırakın feminist bir kitap okumayı, eline hiç kitap almayan kişiler bile radyoda veya televizyonda konuştuklarımı dinleyip komşularına anlatabilir. Belki böylece toplumsal bir baskı oluşur da siyasetçiler meselelere eğilme ihtiyacı duyar. Almanya’da yavaş yavaş gerçekleşiyor bu. Dün Yeşiller Partisi’nden bir siyasetçi çarpışma testlerinde cis kadın manken kullanımını zorunlu kılmak istediğini açıkladı. Kesinkes bilemesek de insanların bu meseleyi son aylarda basında gündeme getirmesiyle oluşan dalgalanma etkisinin sonucudur diye düşünmek istiyorum.

 

 

Son olarak, Azade Köker’in Zilberman’da görülebilen Bir Katlin Provası sergisinin katalog lansmanı için geçen günlerde İstanbul’daydınız. Ataerkil tasarıma dair bulgularınız çerçevesinde soruyorum, kaldırımlarla ilgili bir örnek verdiniz zaten ama, İstanbul’a dair gözlemleriniz neler?

Canım İstanbul… Sana bayılıyorum ama çocuk yetiştirmek için zor bir yere benziyorsun. İstanbul’a ilk kez 2015’te geldim, kızım o zaman beş aylıktı. Meme vermek ve bez değiştirmek için girdiğim yer bulma telaşesi neydi öyle… Ebeveynler n’apıyor, hiç bilmiyorum. Durup dururken biten kaldırımlara, bordürlere veya yol ortasındaki çöp kutularına tekrar girmeyeyim. Ama buranın, engelli olmayan ve çocuksuz insanların, en çok da erkeklerin ihtiyaçlarına hizmet eden bir şehir olduğu çok açık. Tabii birçok imtiyaza sahip, engelli olmayan beyaz bir kadın olarak görüşlerim, kendi deneyimimle sınırlı. Şehir tasarımını ciddi anlamda iyileştirmek için burada yaşayan herkesten veri toplamak, ne istediklerini, neye ihtiyaç duyduklarını sormak gerekir. Ve tabii İstanbul tarihi bir şehir ve masa başında planlanmış değil. Haliyle burayı herkesi barındıracak şekilde tasarlamak daha da büyük bir güçlük. Yine de bu grupları tasarıma dahil ederek erişilebilirliği öncelik haline getirmek büyük bir kazanım olur. Herkesi hesaba katan tasarımların olumlu etkisi akademide gayet iyi ortaya konmuş durumda; bunun sadece tasarımdan doğrudan etkilenenlerin değil, bütün vatandaşların yaşam kalitesini artırdığı da bilinen bir gerçek.

 

Bahsettiğiniz türlü eril kamusal alan uygulamasına/yaşantısına yaratıcı müdahaleler de yapılıyor. Bu müdahalelerin en çarpıcı örneklerinden biri Garten der Frauen/Kadınlar Bahçesi. Bu fikri bir tarihçi olan Rita Bake’in gerçekleştirmesi de son derece anlamlı. Bize biraz bu alandan bahseder misiniz? Bir tarihçinin böyle bir işe girişmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Bu fikri geliştiren ve son yirmi yıldır söz konusu mezarlığın kürasyonunu yapan Rita Bake kamusal alandaki eril tahakkümün sayısal dökümünü çıkaran ilk tarihçilerden. Rita Bake Hamburg’daki sokak, anıt ve kamu binalarına önde gelen erkek isimlerinin verildiğini resmi istatistiklerle ortaya koyan ilk araştırmacı olup çok azına kadın ismi verildiğini göstermiştir. Aksi takdirde hissedilmekle kalacak olan bir dengesizliğe somut delil getirmek bakımından sayılar üzerinden konuşmak önemli. Rita bu çalışmasından sonra gerek (bilhassa sömürge suçlularının adını taşıyan) sokakların yeni isimlendirilmesinde gerekse yeni kurulan mahallelerde sokaklara kadın isimlerinin verilmesinde büyük çabalar sarf etmiş.

 

Dolayısıyla Nazi Almanya’sındaki yeraltı direnişinde önde gelen bir şahsiyet olup 1945’te bir toplama kampında ölen devlet okulu öğretmeni Yvonne Mewes’in mezarının tahrip edildiğini gördüğünde kamusal temsiliyetteki uçurumun uzun zamandır farkındaydı. Mewes’in mezar taşını hiç düşünmeden kapıp parçalanmaktan kurtaran Bake, “Dünyanın unuttuğu bir kadını bize hatırlatacak bir tek bu kaldı elimizde; bir mezar taşı,” diye düşünmüş. “Kamuya açık bir yerde bunu sergileyeyim, Mewes’in hikâyesini anlatayım.” Tabii mezar taşının gösterilmesi için akla ilk gelecek yer bir mezarlık. O da, belediyeye dilekçe vererek kadınların dilinden anlatılan tarihin içinde yürüme imkânı sağlayan bir mezarlık olan Kadınlar Bahçesi projesi için bahçe tahsis edilmesini istemiş. Bahçenin her yerinin kadın algısıyla yapıldığını görebiliyorsunuz. Örneğin “başarı” gibi ataerkil parametreler yeniden tanımlanmış. Böylece yaşamları boyunca hiç öne çıkmamış olsalar bile, daha iyi bir toplum yaratmaya katkıda bulunmuş hemşireler, bakıcılar, sekreterler ama aynı zamanda devrimciler, seks işçisileri, sanatçılar ve daha birçok kadın burada yer almış. Bu, ataerkil sistem karşıtı bir mercekle tarihi yeniden çerçevelemektir. Üstelik söz konusu bahçe Avrupa’nın en büyük mezarlığının bir parçası olması hasebiyle yüksek sayıda ziyaretçi alıyor. Aksi takdirde feminist bir amaca hizmet etmesi düşünülemezdi. Nitekim burası, feminist fikirleri alarak bir kitabın veya müzedeki bir serginin asla yapamayacağı bir yerden, akademik söylemin dışında kalan halkla pratik bir düzlemde etkileşim yaratıyor. Bu nedenle kamusal alan bana göre halkın bakış açısını değiştirmede mühim bir rol oynuyor. Kadınlar Bahçesi gibi daha çok yere ihtiyacımız var.

 

 

İngilizce dilinde gerçekleşen söyleşi Zeynep Nur Ayanoğlu tarafından 5harfliler için Türkçeye çevrilmiş ve tashih edilmiştir. Röportajın İngilizce orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.

 

 

Ana görsel: Ağaçtan penis toplayan rahibe görseli Jeanne de Montbaston’ın on üçüncü yüzyılda Fransızca dilindeki Roman de la Rose (Gülün Romanı) şiiri için yaptığı çizimden uyarlamadır. Erkek tarihçiler okuma yazması olmayan Montbaston’ın (yazma edimini kadın bedenine penisini sokmakla bir tutan, bu yüzden sadece penisi olanların yazı yazabileceğini savunan kadın düşmanı bir adam hakkındaki) Gülün Romanı üzerine bilgi sahibi olamayacağını savunurken, kadın sanat tarihçileri çizimlerin Montbaston’ın getirdiği iğneleyici bir yorum olarak da okunabileceğini belirtmiştir. (“Demek yazı yazmak için penis lazım. Al o zaman, ağaçta büyüyen penislerle dolu koca bir sepet.”) Tabii kadınların mizah anlayışı olamayacağı için ikinci seçenek hâlâ pek geçerli kabul edilmiyor.

 

Metin içindeki görseller:

  1. “Vanity in selfie modus” çizimi Hans Memling’in 1485’te yaptığı düşünülen, sanat eleştirmeni John Berger’in eril bakışı açıklamak için kullandığı “Vanity” tablosundan uyarlamadır. “Sırf ona bakmaktan hoşlandığın için çıplak kadın tablosu yaptın. Kadının eline bir ayna tutuşturup tabloya ‘Vanity’ adını verdin. Kendi zevkin için çıplak çizdiğin kadını bir de kalkıp ahlaken kınadın.” Günümüzde selfie çeken genç kızlar ve kadınlar üzerine konuşurken de aynı mekanizma işliyor. (Ataerkil sosyalleşme kodları sağ olsun) insan içinde selfie çekerken hâlâ zorlansam da, kendi fotoğrafını çekmenin insana büyük güç kattığını düşünüyorum.
  2. Lolipop kılığındaki dört kadın görseli MTV veya Viva gibi kanalların patlamasına yol açan video klipler henüz bir janra haline gelmemişken, France Gall’un seslendirdiği, besteci ve söz yazarı Serge Gainsbourg’un yazdığı “Les sucettes” şarkısına çekilen video klipten geliyor. On sekizine yeni basan ve son derece korunaklı bir yaşam süren Gall, Gainsbourg’un kendisine oral seks arkısı söylettiğini şarkı çıktıktan sonra öğrenmiştir. Gall bütün ülkenin alay konusu olurken, Gainsbourg üstü örtük anlatım başarısından ötürü tebrik toplamıştır. Genç kadınların ödünü koparmak suretiyle de olsa, sözde masumiyetlerini paraya çevirmenin bir yolunu bulmak kültürümüzde hoş karşılanıyor. Aynı zamanda eşitler arasındaki cinselliği birçok toplum için erişilemez bir uzaklıkta tutan kapitalist sistemde bekaret, saflık ve masumiyet gibi toplumsal inşaların meta hâline geldiğini görüyoruz.
  3. “Herkül’ün mikro penisi” görseline dil inşası hakkındaki bir bölümde yer verdik. Günümüzde birçok Batı dilinde “büyük topları olmak” tabiri nispeten yeni bir kavram olsa da cesaretle özdeşleştiriliyor. Cis erkek genitaline bakarak karakter özelliklerini söylemek gibi bir alışkanlık Antik Yunan’da da vardı. Bütün büyük kahramanlar, tanrılar ve yarı tanrılar bunun bir erdem gibi algılanması nedeniyle küçük genitale sahip olarak tasvir ediliyordu. Buna karşın, erkekleri daha az erdemli fakat hiper-maskülen, aşırı kudretli ve devasa genitallere sahip olarak tasvir etme geleneği de mevcuttu. Durum biraz karışık ama cinsiyetin nasıl performe edilmesi gerektiğine dair inanışların çoğu dilde kendini gösteriyor ve cinsiyet farklılıklarına dair anlayışı dil üzerinden sürdürmemize yol açıyor. (Türkçede nasıl bilmiyorum ama Avrupa dillerinin çoğu için geçerli bir bulgu bu.)

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YBedenin Çoğunlukla Sonralığı: Teyel, Uzuv, İlizarov Sergisi vesilesiyle Çınar Eslek ve Ceren Erdem ile Söyleşi
Bedenin Çoğunlukla Sonralığı: Teyel, Uzuv, İlizarov Sergisi vesilesiyle Çınar Eslek ve Ceren Erdem ile Söyleşi

“Hem bir tek elmadan hem süpürülen topraktan/hem zindandan dönen insan ruhundan” söz eden Teyel, Uzuv, İlizarov sergisi 4 Kasım’a kadar Tütün Deposu’nda görülebilir. Sanatçı Çınar Eslek ve küratör Ceren Erdem'le sergi üzerine söyleştik.

KÜLTÜR

YÇok Renkli Şiirsel Queer bir Bahçe, Kadın+ Açık Mikrofon: Arzu Bulut ve İlke İmer ile Söyleşi
Çok Renkli Şiirsel Queer bir Bahçe, Kadın+ Açık Mikrofon: Arzu Bulut ve İlke İmer ile Söyleşi

Şiir buluşmalarımıza devam edip poetik bir zemin kazandırmak istiyoruz bu adaletin olmadığı, umudun yaralandığı, neşenin kaybedildiği zamana ve bu coğrafyaya.

SANAT

Y“Resimlerimin Deşifresi Meşakkatli, Bazen de Gereksiz:”  Müveddet Nisan Yıldırım ile Söyleşi
“Resimlerimin Deşifresi Meşakkatli, Bazen de Gereksiz:” Müveddet Nisan Yıldırım ile Söyleşi

Müveddet Nisan Yıldırım’ın işleri için seçtiği “Gidişini çizdim” ve “Çocukken nasılsa şimdi de öyle” gibi poetik isimler edebi bir hissiyat yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda güçlü bir dayanışma hissi veriyor. Kâğıt üzerinde pastel bir yara açar gibi, diye düşünerek galeriden ayrıldım, ama yara neden iyi hissettiriyor?

SANAT

YDaireler Çizerek Sürekli Uçuyorlardı: Çağla Köseoğulları ve Kevser Güler ile Söyleşi
Daireler Çizerek Sürekli Uçuyorlardı: Çağla Köseoğulları ve Kevser Güler ile Söyleşi

Daireler Çizerek Sürekli Uçuyorlardı sergisi dilsiz bir harita: Kelimelerde radikal bir tasarrufa gidildiği için meramını hemen anlatmıyor ancak hatları net çizilmiş. Sanatçı ve küratör sezisel veya rasyonel düzlemde yolu az çok bilenlere eşlik ediyor ve yine görmeye talip gözler için örtük bir manzara sunuyor.

Bir de bunlar var

Mutlaka Eşek Sütü İçmelisin
Okumanın ve Okuyucunun Elli Tonu
Baba, Oğul, Güngör Bayrak

Pin It on Pinterest