Bir bakış, bir tartaklama, güvenliğin onlara doğru koşması...

KÜLTÜR

Başıboş bir çocuk sokaklarda

Şiddet: Kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfî engellenmesini de içeren, toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranış.(6284 sayılı kanun, 2. madde, d) bendi)

 

“Çocuğa karşı şiddet savunulamaz, kabul edilemez ve çocuğa karşı her ortamda her türlü şiddet önlenebilir.” BM 2006 Çocuğa Karşı Şiddet Araştırması

 

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da muhtemelen günde defalarca kez yaşanan bir sahneye önce şahit sonra müdahil oldum.

 

Ayrılıkçeşme’nin metrodan Marmaray’a uzanan bitimsiz bağlantı koridorlarında yürüyorum, yanımdan hızla beş altı kişilik yüksek sesle konuşan gülen ve birbirleriyle itekleşen bir çocuk bulutu geçiyor. Görünüşlerine bakılırsa sokak çocuğu olabilirler, büyük ihtimalle de Suriyeliler. Yaşları 6-9 arasında değişiyor. Bulut içerisinden özellikle iki çocuk birbiriyle çekişiyor ve itekleşiyor, yanında kendi 7-8 yaşlarında kız çocuğu ile yürüyen bir aile babası, bu çocuklar tam yanlarından geçerken birini sertçe itiveriyor. Çocuklar ve çevreyi gözlemleyen antenlerim zaten epey açıkken adamın bu hareketi üzerine kulaklarım iyice dikiliyor. Hiç bir yerden hesap edemiyorsan kendi yanındaki çocuktan hesap et diyorum içimden adama. Çocuk iteklemek nedir?

 

Başka bir adam, itişen çocukları ayırmaya çalışıyor, o sırada çocuklardan birinin kafasını okşuyor. İyi niyetle de yapılmış olsa, işe yaramış da olsa, belki bu baş okşama çocuğu iyi hissettirmiş olsa da yine bir ebevyn yokluğunun getirdiği hesapsız kitapsız temas alanı. Birden gerilerden hızla gelen bir güvenlik peydah oluyor. Koridordaki “tehlike”nin farkına varmış, hızla çocukları takip ediyor. Çocukların da radarları epey açık tabii, güvenliği fark edip onlar da gaza basıyorlar. Ben de çocuklara karşı ters bir hareket yaparsa görmek için güvenliğin arkasından gaza basıyorum. Hepimiz hemen hemen aynı saniyelerde Marmaray turnikelerinin önüne varıyoruz.

 

İki dramatik an yaşanıyor. Modern giyinimli, ellilerinde bir kadın, 7-8 yaşlarındaki haşarı, fişek gibi kıza elini tokat atacakmış gibi kaldırıyor ancak atmıyor, ona sertçe çıkışarak bir şeyler diyor. Fakat kız kadına kasıtlı olarak vurmuş, sırada önüne geçmiş veya bir şeyini almaya çalışmış değil gördüğüm kadarıyla. Güvenlik de yarım saniye sonra oraya varıyor, kız bunları daha önce çok kereler yaşamış birinin kazanabileceği bir refleksle kendisini yere atıyor ve elinin tersi ile yüzünü örtüyor. Güvenlik yere doğru hamle yapmış, eli havada, kıza doğru uzanmış vaziyette. Normalde kavga anlarında bile kendine hakim olan bir insan olan benim şirazem işte bu tarz kamusal olaylarda kayıyor ve birden çok yüksek sesle bağırıyorum “Aile Bakanlığı’nda çalışıyorum ben vurmayın çocuğa!”.

 

Artık “Aile Bakanlığı” mı, benim bir nikaha gittiğim için şıkır şıkır giyinmiş olmam mı toplum nezdinde etkili oluyor bilmiyorum; güvenlik “Vurmuyorum ya” diyor, aynı saniyede tokat hamlecisi teyze -bence hadsizce- bileğimi tutuyor “Vurmuyor, vurmuyor!” diye yarı bağırıyor bana tersçe; ben onu hamlesini yakaladığım için ona da “Sen de elini kaldırıp şeyapma çocuğa, çocuk o daha!” diye bağırıyorum, “Çocukluğunu bilsin o da!” diye bir çocuğun çocukluğunu bilmesi konulu paradoks yükseliyor teyzeden ve “Vurmuyor ya, ama yani cık cık cık, çocuklar da yani” korosu gecikmiyor etraftaki kalabalıktan. Bu sırada yine bana yarım saniye gibi gelen bir zaman içerisinde ben elimi çocuğa uzatmışım, çocuk hemen kavramış, tamam ben basıyorum ona akbil demişim ve turnikeden geçmişiz. Turnikeden geçince çocuk fişek gibi atılıyor ve diğerlerinin peşisıra merdivenleri koşarak çıkıyor.

 

Şimdi buna benzer bir olay daha yaşamış, Zorlu Center’ın yürüyen merdivenlerini iki sokak çocuğunun çıktığını görmesi üzerine güvenlik görevlisinin diğer Zorlu Güvenliklerini telsizden arayıp “durumu bildirip” kendisinin çocukları yakalayıp tartakladığını görmüştüm. Yanımda işyerimden bir arkadaşımla aynı argümanı kullanarak güvenliğe çocukları vuramayacağını söylediğimizde (sanki alakalı bir işte çalışmasak çocuğa şiddet hak olacak, ama kriz anında insan en etkili yola sarılıyor) bize “Vurmuyorum ya ama bunlar çocuk değil şeytan, ŞEYTAN!” demişti. Sakin kafayla şu iki olayı düşününce, şunu çıkarsamaya ulaşıyorum. Bu çocukların yanında ebeveynlerinin veya onları koruyabilecek bir yetişkinin olmaması onlara el kaldıran, sataşan, itekleyen yetişkinler için bir cezasız hava sahası oluşturuyor. Hani nefret ettiğiniz birine ciddi şekilde zarar vermeyi hayal edersiniz de hukuki cezai yaptırımlar gözünüzü korkutup sizi durdurur ya; sokak çocuklarında belki de Suriyeli sokak çocukları söz konusu olduğunda -hem ebeveynsiz hem vatansızlar!- kağıt üzerinde değil ama pratikte hayata geçen bu yaptırım muafiyeti insanların içindeki saldırganlığı serbest bırakıyor. Tam da o noktada insanları tutan şeyin sadece cezalar olduğunu ve içeriden geliştirmiş oldukları bir iyi-kötü veya etik, adına ne derseniz deyin, kavrayışı olmaması beni orada yüksek sesle bağırıp müdahale edecek kadar ürkütüyor ve çileden çıkartıyor. Ailesi üç adım arkadan gelen ve ama birbiriyle itişen, turnikeden geçmeye çalışan, yüksek sesle koşuşan çocuklara tokat atar gibi el kaldırıldığını, güvenliğin peşlerinden koştuğunu hayal edebiliyor musunuz?

 

Yazının başına koyduğum yasa alıntısında şiddetin tanımlanışının okuyunca bana ferahlatıcı bir şekilde geniş çeperleri (örneğin özgürlüğün keyfi engellenmesini de içermesi) belki de darala darala zihnimizde fiziksel şiddete veya sözlü şiddete kadar geriledi ve insanlar ne yaptıklarının çok da farkında değil.
Yazının bu kısmına Eylem Ümit Atılgan’ın Kenarın Kitabı derlemesindeki “Çinçin’den polis subay, çıkmış mı ki ben olayım? / Damgalı Mekanlar” başlıklı yazısından bahis ve bir alıntıyla devam edeceğim. Yazının işaret ettiği nokta şu; sokakta mendil satan, çalışan ve ama bir suç işlememiş çocuklar karakollara paketlenip orada dayak ve hakaret yedikten sonra kendi üstlerine yapıştırılmaya çalışılan “suçlu çocuk” etiketini benimsemeye daha meyilli oluyorlar. Benzer şekilde ufak tefek suçlardan mahkemeye çıkartılan ve ceza yiyip hapse giren çocuklar gayrimeşruya bulaşmış, suçlu çocuk, suçlu genç etiketini, belki biraz da fiyakalı buldukları ve grup aidiyeti hissettiren bir tarafı da olduğu için daha çok benimsiyorlar, bu cezalar çocuklar için birtakım sapmaları tetikliyor ve “o dünyanın” içinde kalmaya meyilli oluyorlar. Yazarın kendi sözleriyle:

“Çocukların karşılaştıkları ilk tepkinin (gözaltına alınma) ardından bunu uygulayan makama karşı kin ve düşmanlık içinde olduklarını görüyoruz. Lemert’in sembolik etkileşim kavramından yola çıkarak geliştirdiği Damgalama Kuramı’nda ilk sapmayı izleyen yaptırıma çocuğun duyduğu tepki, ikinci sapmayı hazırlayan bir aşama olarak değerlendirilmekte. (…) Görüştüğüm çocuklarla Çocuk Şube’de ilerleyen zamanlarda defalarca karşılaştım. Her gözaltına alınma bir öncekine göre daha ağır bir suç nedeniyle olmaktaydı. Başlarda çalıntı telefon almak, satmak, kullanmak gibi olaylar nedeniyle polise gelirken, aylar içerisinde oto hırsızlığı, evden hırsızlık gibi suçların sanığı olarak adli kurumlarda karşıma çıktılar. (…) Çocukların ilk sapmanın ardından karşılaştıkları polis, savcı, adli tıp gibi kurumlar ve bir parçası oldukları adli süreç, kendilerini kriminal bir şahsiyet olarak kodlamalarına neden olmakta. Araştırmamda ilk gözaltına alınmasına ilişkin ayrıntıları anlatmayan bir çocuğa rastlamadığım gibi , arkadaş ortamında bilinmesini istemeyen çok az çocuk gördüm. Çocukların yaşadıkları gözaltına alınma deneyiminden çıkardıkları ilk sonuç, kendileri hakkında (“öz-belirlenimsel”) olmakta. Lemert bu durumu “çocuk sapma davranışına biçilen sosyal statüyü benimser ve bu role uyum sağlamaya çalışır; kendisini ‘suçlu olarak görür ve sapma davranışı sergileyen gençleri bulur , onlara katılır” biçiminde açıklar. Gözaltına alınan çocukların büyük kısmının ilk 10-12 saatte serbest kaldığını söyleyebiliriz. Bu deneyimi arkadaş ortamlarında anlatırken sonunda salıverilmiş olmalarını (kurtulmuş olmalarını) vurgulamalarına rağmen , çocukların gözalından çıktıktan sonra yürüyüşlerinin, konuşmalarının değiştiğini gözlemledim. Yürüyüş, bakış gibi sözsüz eylemlerdeki değişim, çocukların gözaltından çıkınca farklı bir kimliğe büründürdülerini düşündürdü.”

 

Yani her temas gerçekten de iz bırakıyordu. Benim gördüğüm çocuklar da defalarca toplu taşıma güvenlikleri tarafından itilip kakılmadan ve çevrenin iğrenen bakışlarını almadan önce muhtemel ki kendilerine dair daha farklı bir algıları vardı. Bir bakış, bir tartaklama, bir güvenliğin onlara doğru koşması çocuğun kendine dair algısını ve hayat çizgisini tümden değiştiremez belki ama tekil eylemlerin birikimsel olarak kişinin tekrar tekrar karşısına çıkması daha radikal bir etkiye sahip olacaktır. Atılgan’ın yazısında alıntıladığı çocuklardan bir tanıklıkla bitirmek istiyorum:

 

“-Baran: (…) O gün de Fenerbahçe ile Cimbom’un maçı vardı. İki amcaoğlu da kahveye gidip maçı izleyecektik. Bir tane polis benim peşime takılıyor, bir tane de polis onların peşine takılıyor, (…) Kahvehandede polis benim enseme yapıştı, gel buraya dedi. Gittim mecbur dedim “Ne oldu?”. Ekip arabası falan çağırdılar çağırmadılar ki araba gelmedi trafik çok sıkışıktı, yürüyerek bizi karakola götürdüler. Telefonumu elimden aldılar, çaresiz verdik. Karakola gittik, bi komiser, hayvan gibi şişman, hemen odaya çekti zaten. Öldürdü, öldürdü, öldürdü. “Senin bu saçının tipi ne?”, dövüyor, “Sen nasıl askere gideceksin?”, dövüyor, “Sen nerelisin?” dövüyor, “Sus cevap verme”, dövüyor.
– Şilan: Benim de saçımdan tuttular, nezarethaneye attılar. Beni de bi biri dövdü, bi öbürü dövdü. “Ağabey vallahi bir şey yapmadım” falan. “Bir şey yapmadıysan sen niye orada duruyorsun?” dedi. “Ağabey çiçek satıyorum”, “Çiçek satmanın yasak olduğunu bilmiyor musun?” falan dedi. “Ağabey ne yapayımeve ekmek götürüyorum?” Yok, “Yalan atma, suçu üstne alacaksın, bilmem ne kadar dövdüler, iki üç saat falan dövdüler öyle. Ondan sonra “Raporun altına da, tutanağın altına da, kağıdın altına da, raporun altına da imza at” dedi, ben de imzayı attım, “Hadi çıkın gidin dedi” Çok dövdüler yani…
– Baran: Ne yaptığımızı bilmiyok ya ondan dayak yedik. “Anlat” diyo ben bilmiyim ki ne anlatıyım.”

 
 
 

Kaynaklar:
Eylem Ümit Atılgan: “Çinçin’den subay, polis mi çıkmış ki ben olayım?” Damgalı mekanlar. Kenarın Kitabı. Der: Funda Şenol Cantek

 

Görsel: Stuart Paton.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YBüyük Yuva*: İstanbul’da Dönüşüme Beş Kala, Eski Akrabamız İMÇ’ye bir Ziyaret
Büyük Yuva*: İstanbul’da Dönüşüme Beş Kala, Eski Akrabamız İMÇ’ye bir Ziyaret

Unkapanı’nı 90’lı yıllara denk gelen çocukluğumun filmlerinden, genç şarkıcılara kaset yapan müzik yapımcılarının vahası olarak biliyorum. Epey bir süre de aklımdaki bu imajı değişmedi. Yıllarca otobüsle önünden geçerken cazibesiz büyük bir kütle olarak algıladım onu.

MEYDAN

YKişisel Tarihim İçinden Türkiye Haysiyet Haritasının Bir Kesiti
Kişisel Tarihim İçinden Türkiye Haysiyet Haritasının Bir Kesiti

Hayatımız boyunca içine girip çıktığımız çeşitli kurumlar ve çatılar, kendi içlerindeki öznelere nasıl haysiyet konumları aftediyor? Yaşayanların ve bazen de ölenlerin haysiyetlerinin başına neler geliyor?

KÜLTÜR

YUmut Veren Portreler: Gazhane
Umut Veren Portreler: Gazhane

Bugün halka kavuşmuş bu endüstriyel miras alanının arka planında hem gönüllülerin hem akademisyenlerin hem de pek çok öğrencinin emeği var.

KÜLTÜR

YBüyük Yuva*: Kaosun Ev Sahibi, Bit Pazarı
Büyük Yuva*: Kaosun Ev Sahibi, Bit Pazarı

Hayatımda pek çok şey değişirken içimdeki kaosu bit pazarına devrediyorum.

Bir de bunlar var

Bu Yazıyı Okumak İçin Okuma Bilmenize Gerek Yok
AVM’ye Satılmayan bir Ev: Edith Macefield’in Direnişi
Ucuz ve Lezzetli Ev Yemeği Paylaşım Ağı: Cookisto

Pin It on Pinterest