Bridgerton gibi yapımlar, öyle ya da böyle kadınlık deneyimlerimizi sadece geçmişe bakarak değil şimdinin alışkanlıklarına, düşünce biçimlerine de bakarak güncellemek için bir fırsat veriyor.

KÜLTÜR

Bridgerton Etkisi: Değişen Kültürel Alışkanlıklar ve Ekran Turizmi

Bridgerton, 16 Mayıs’ta, yani bugün, üçüncü sezonuyla izleyici karşısına çıkacak olan bir İngiliz dönem draması. Amerikalı aşk romanları yazarı Julian Quinn’in aynı başlıklı roman serisinden uyarlanan bir Netflix yapımı aynı zamanda.

 

18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyılın ilk yarısı, Britanya tarihinin Naiplik (Regency) olarak adlandırılan resmi döneminin asil, nüfuzlu Bridgerton ve Featherington aileleri etrafında gelişen, Londra sosyetesinin gösterişli ‴aşk‷ hayatlarının bir romansı diyebiliriz Bridgerton için. Öte yandan, farklı ırklardan ailelerin sosyetede yer aldığı, bazılarının kraliyet tarafından verilen ünvan ve imtiyazlara sahip olduğu, ırksal açıdan bütünleşmiş, multi kültürel bir alternatif tarih anlatısı bu. Evlilik ve kraliyet yakınlıklarının sağladığı ayrıcalıklarla şekillenen Regency toplumunun bir de oyunbozanı, eli kalem tutan bir paparazza’sı, bir ‘”fitne fücur’”u var. Lady Whistledown. Bir çeşit Brit Gossip Girl yani. Hikâye bu gizemli magazincinin çıkarttığı haftalık sansasyon bülteniyle gizem/heyecan temposunu da canlı tutmayı ihmal etmiyor. Dizinin tarih danışmanı Dr. Hannah Greig, tarihin farklı koşullar altında nasıl görünebileceğini sorgulayan bir kurgulama olarak nitelendiriyor Bridgerton’ı. Bu nitelemeyi, Londra sosyetesinin heterojen kurgusuna dayanarak yapıyor Greig. Peki, Bridgerton gerçekten iddialı olduğu bu alternatif tarih anlatısıyla sınıf/ırk ve cinsiyet politikaları için önemli cümleler kuruyor mu? Birlikte okumaya çalışalım.

 

Regency dönemi, dizinin atmosferini baskın şekilde fizikselleştiren bir incelik ve zarafet dönemi. Viktorya öncesi romantizmle barışık olan ve on yıldan az süren  vekillik dönemi,  Lord Byron, William Blake, Jane Austen, Ann Radcliffe, Mary Shelley gibi entelektüel figürlerin de tarih sahnesinde olduğu  bir dönem. Kral III.George, Mecklenburg-Strelitz prensesi Charlotte’la evleniyor. Bridgerton dizisi, kraliçe Charlotte dönemini merkeze alıyor. Dizinin yaratıcısı Chris Van Dusen, kraliçenin  Afrika kökenlerine atıfta bulunuyor. Charlotte rolünü Karayip/İngiliz kökenli Golda Rosheuvel oynuyor. Dusen, kraliçe Charlotte’un Afrika kökenleriyle (bu bir iddia olsa da Mağrip asıllı Portekiz soyuna referans vererek)  ilgili iddiaları ciddiye alarak, bu karma ırk mirasının siyahlar için dönüştürücü olabilecek alternatif bir tarihe dayanmasını önemsediğini belirtiyor  röportajında.*  Fantastik bir yaklaşım. Bakalım bu dönüştürücü gücü bulabilecek miyiz Bridgerton’da?

 

 

 

Kraliçe Charlotte, her yıl Londra’nın elit ailelerinin arasından bir ‘elmas’ seçip, sosyeteye takdimini takiben uygun bir eş bulup evlendiriyor. Bu evliliğin finansörlüğünü bizzat üstleniyor. Bunu önemsiyor çünkü bu evlilikler seçkin aileler arasındaki bağları güçlendiriyor, çeşitlendiriyor. Evlilik piyasasının canlı kalmasıyla elit cemaat anlayışı da kuvvetli bir biçimde yerleşiyor Londra’ya. Dizinin ilk sezonu,  Bridgerton ailesinin büyük kızı Daphne’nin (Phoebe Dynevor) “‘elmas’” seçilmesi ve Hastings dükü Simon Danbury’le (Regé-Jean Page) evlilik temaşaları etrafında gelişiyor. Simon Danbury siyah bir toprak sahibi. Onu, birkaç sahnede çiftçilerini çalıştırdığı büyük araziler içinde gezerken görüyoruz. Daphne’nin ve Simon’ın yüksek tansiyonlu ilişkileri, Lady Danbury’nin (Adjoa Andoh) araya girmesiyle gelişiyor. Lady Danbury aslında pek çok Hollywood yapımında gördüğümüz bir tür şaman/bilge siyah kadın stereotipi bana kalırsa. Artık erkek alanından çıkmış bir yaşta. Bu onun yaşam bilgisini ve gücünü açıklıyor. Bununla birlikte ekonomik, sosyal ve kültürel sermayeye ve bağlara sahip. Dizide kraliçeden sonra en kıdemli kadın figürü olduğunu  düşünmek mümkün.  Ama dük Simon Danbury’nin ve Lady Danbury’nin zenginliklerinin bir açıklaması yapılmıyor. Evet, Simon’ı geniş arazilerinde ve malikânesinde sık sık görüyoruz. Lady Danbury, Londra’da kadınlara mahsus şatafatlı kumar partileri düzenliyor mesela. Kostümleri neredeyse saray üniformalarını andıran zengin stil ve süslere sahip. Regency dönemi, İngiltere’nin servetini kölelik ve sömürgecilik faaliyetleriyle elde ettiği bir sürecin devamı niteliğinde. 19.yüzyılın ilk yarısında kölelik faaliyetleri yasal olarak kalkmış olsa da ortada devam edegelen bir süreç söz konusu. Dolayısıyla  Danbury’lerin geniş topraklara sahip bir aile olması dışında mali evveliyatları belirsiz. Evlilik Britanyalı genç bir kadın için statüko demek. Lady Danbury bu statükonun gücünün farkında. Dolayısıyla evlilik aristokrat aileler ve kızları için bir evcilik oyunundan çok daha fazlası.

 

Tam bu noktada, evliliğin tanımının ne olabileceğiyle ilgili  sinemanın repertuarına bir göz atalım. George Cukor’un  Adam’s Rib (Adem’in Kaburgası) filminde birbirine rakip avukat çiftten erkek olanı(Spencer Tracy) bir sahnede evlilik nedir diye sorar, ardından evlilik bir sözleşmedir, kanundur, diye yanıtlar kendi sorusunu. Kanunların her şeyin üstünde olduğu  düşüncesiyle evliliğe olan katıksız inanç  arasında bir protokol vardır adeta.  Spencer Tracy’nin yorumladığı bu  evlilik inancı vardır  Bridgerton’da da.  Daphne, Simon’la yaptığı bir yürüyüş esnasında, evlilik için yetiştirildiğini, bundan başka bir şey olmadığını söyler. Yine ilk sezonda Featherington malikânesine gelecek damat adayları için  Lady Portia(Polly Walker), kızlarını hazırlar. O esnada kitap okuyan Penelope’yi(Nicola Coughlan) ‴aklının karışacağını‷ düşünerek  kitabı bırakması için uyarır endişeyle.  Penelope -kitabın edilgen öznesi olarak- “‘evdeki melek’” konumu için seçilmiştir. Benzer bir durum  Bridgerton ailesinin ikinci yetişkin kızı Eloise (Claudia Jessie) için yapılan eş arama seremonilerinden birinde de gerçekleşir. Eloise katıldığı partilerden birinde, karşılaştığı damat adaylarından biriyle beklenmedik bir yakınlaşma içinde bulur kendini. Söz kitaplara (Eloise “‘evdeki melek’” rolünü oynamaya gönülsüzdür) geldiğinde Eloise, John Locke’dan bahseder. Damat adayı hoyrat bir şaşkınlıkla, Locke’un herhangi bir erkek için ifade edeceği şeyleri anlayabildiğini söyler. Ama ne gerek vardır şimdi Locke’a? Böylelikle kendini keşfetme ânı yok olur Eloise için. Sonrasında  öfkeyle partiyi terk eder.

 

Dizinin ikinci sezonu,  Bridgerton ailesinin büyük oğlu Anthony’nin(Jonathan Bailey) evlilik ve eş arama rutiniyle gelişir. Anthony de tıpkı kız kardeşi Daphne gibi beyaz olmayan bir eş seçimi yapar. İngiliz/Hint kökenli bir genç  kadınla ani çekim yaşar. Anthony’nin Bombay’dan gelen Kate Sharma (Simone Ashley)ve Edwina Sharma( Charithra Chandran)kardeşlerle gelişen karmaşık ilişkisi, Jane Austenvari çekişme ile romantizmi doruklarda yaşatır izleyiciye. Peki Bridgerton, sınıf ve ırk politikalarına dair süregelen tek tipleştirmeyi, alternatif (ütopyacı)tarih kurgusuyla, Afrikalı, Güney Amerikalı, Asya kökenli gelin ve damatlarla tesis ettiği  bu yeni toplum inancıyla dönüştürebilme gücüne sahip mi? Bana kalırsa hayır.  Bridgerton gibi projeleri toplumu, dünyayı  iyileştirme çabası olarak tercüme etmek  mümkün elbette. Ancak yine de  sınıf/ırk ve cinsiyet politikalarıyla ilgili tutum ve tartışmaları yeniden üreten, mevcut ataerkil kurguları tekrarlayan anlatı yapısıyla bu bakışın yaraları/sorunları dönüştürebilecek bir gücü olabileceğini söylemek zor. Böyle  alternatif kurgular televizyon dünyasının ilgisini çekmeye devam ediyor ki bunda anlaşılmayacak bir yan yok. 2020 tarihli Noughts&Crosses dizisi de, siyahların ayrıcalıklı, beyazlarınsa ise dezavantajlı topluluklar olduğu, ırklar arası yasak aşk etrafında gelişen distopik bir kurgu yapısına sahip mesela. Nihayetinde  böyle  kurguların dönüştürücü bir iddiası varsa, asırlardır süregelen sınıf, ırk ve cinsiyet politikaları için başka düşünme veya eylem pratiklerine imkân tanıyacak  ikna edici şeyler söylemesi beklenebilir. Evet, dizideki oyuncu çeşitliliği daha önceki dönem dizilerindeki hakim beyaz temsiliyetinden daha zengin ve modern bir tutumu yansıtıyor. Peki, ekranın şimdiye dek görünmezleştirilmiş beyaz olmayan temsiliyetleri nasıl, ne şekilde etkiliyor hikâyeyi? Londralı elit beyaz ailelerin bu melez evlilikleri tercih etmesiyle birlikte   ada toplumunun ırk farklılıklarına dönüp bakmadığı, bununla ilgili politik bir cümle kurmadığını fark ediyoruz. Ancak, sınıfsal imtiyazlarla ilgili belli ki aynı tas aynı hamam bir durum var. Örneğin Eloise, Lady Whistledown’ın kim olabileceğine dair sağda solda sorular sormaya başlar. Evde çalışan kadın personeli sorgularken, bir hizmetlinin bütün gün deliler gibi çalışırken  dedikodu bülteni hazırlayacak zamanı olamayacağı yanıtını aldığında bir aydınlanma yaşar.  Eloise’in  klasik liberalizmin öncüsü John Locke’u bilmesinin ‴boşunalığına‴ benzer yıkıcı bir gerçektir bu. Öte yandan hikâyedeki cinselliğin ‴kadın bakışından‷  çekildiği iddia edilse de  Simon’ın ya da Kate’in esmer tenlerinin, arzunun kışkırtıcı nesneleri olarak tasavvur edildiğini ve  bu “evcilleştirilemeyen” cazibenin  merkezde olduğunu söylemek mümkün değil midir?

 

 

 

Londra sosyetesinin inişli çıkışlı evlilik seremonilerinin ortasında,  kadınlık deneyiminden yana gerçek itirazı, kelimelerin-yazının dünyasına kamp kuran, dolaylı bir biçimde de olsa  kendine özgürlük alanı açan ve Lady Whistledown mahlasıyla kurgulanmış kadınlık rollerinin ipliğini pazara çıkaran Penelope Featherington (Nicola Coughlan) yapar. Dizinin oyuncu kadrosundaki çeşitlilikten beklenen etki, Bloomsbury’nin tekinsiz sokaklarında yalnız dolaşandan gelir. Magazin bülteni hazırlamakla sokakta yalnız olma eylemine de sahip çıkar Lady Whistledown bir anlamda. (Anlaştığı matbaa o tarihlerde restorasyona uğrayan Bloomsbury’dedir.

 

Bununla birlikte Bridgerton ve Sharma kardeşlerin babasızlığı, Featherington’ların babalarını talihsiz bir şekilde kaybetmeleri ya da tahtın III.George’un otoritesinden izolasyonu, anlatının bir kadın alanına yer açma arzusuyla açıklanabilir.

 

Bridgerton, izleyici karşısına çıktıktan sonra kültürel alışkanlıklar üzerinde etki eden yapımlardan oldu. The French Company’e göre, Birleşik Krallıktaki görkemli evlere yönelik Google aramaları dizinin yayınlanmasından sonra %23 arttı.** Birleşik Krallık’a Bridgerton temalı tur gezilerinin sayılarında da artış görüldüğü belirtiliyor. Emily in Paris gibi Bridgerton için de bir ekran turizmi öncülü demek mümkün.

 

Son olarak, diziyi izleyenlerin anımsayacakları bir sahneden bahsetmek istiyorum. Birinci sezonda Daphne Bridgerton’ın evlilik piyasasına takdim edilmesiyle birlikte gelişen süreçte birbirini takip eden balolara katıldığını görüyoruz. Dönemin kadın bedeni üzerindeki yaptırımlarından olan korsenin, onun  sırtında  yaralar açtığını fark ediyoruz. İronik ama bugün dizi, korseye duyulan ilgiyi arttırmış görünüyor.*** Sanıyorum, Bridgerton gibi yapımlar, öyle ya da böyle kadınlık deneyimlerimizi sadece geçmişe bakarak değil şimdinin alışkanlıklarına, düşünce biçimlerine de bakarak güncellemek için bir fırsat veriyor.

 

 

 

 

* https://www.nytimes.com/2020/12/18/arts/television/bridgerton-netflix-shonda-rhimes.html

**https://www.theguardian.com/tv-and-radio/2022/apr/01/bridgerton-factor-visitors-flock-to-english-stately-homes

***Bu konu için Seda Yılmaz’ın bloğunda yayınladığı “Korsenin Beklenmedik Yükselişi” başlıklı yazısına göz atılabilir.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YEmily Etkisi: Emily in Paris Üstüne
Emily Etkisi: Emily in Paris Üstüne

Emily yeni nesil kariyer kadını olarak Paris için yola çıkmış bir fetihçi değil, onda kendi etkisini yaratmaya kararlı bir  tekno avangarttır. Zira üç sezon boyunca Paris’te yaşayan Emily, Paris’i Paris yapan şeyin ne olduğunun peşine asla düşmez.

Bir de bunlar var

Laverne Cox Time’ın kapağında!
“Doğanın sarıp sarmalamasına ihtiyacımız var”
Kadınların çaresizliği üzerine inşa edilen bir ekran imparatorluğu: Gülseren Budayıcıoğlu’nun Kırmızı Oda’sı

Pin It on Pinterest