Bütün katillerin iyi olduğu bir toplumda kötü nedir ya da kim olabilir?

SANAT

Varılamayan Liman: İyiliğin Kıyıları

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

“Evlatlarımızla sınandık… İyi insanlardık ama çok kötü şeyler yapmak zorunda kaldık.”[1]

 

Türk dizilerindeki en kötü yazılmış, çizilmiş karakter iyi karakteri. Devlet, erkek, katil, hepsi iyi. Son dönemde kadınların da bu “iyilik”ten nemalandığını sık sık görüyoruz; bahçesine ceset gömen gömene, kadınlar, çocuklar herkes katil, herkes iyi… Bunlardan yola çıkarak iyinin kategorik bir reddediş olduğunu dahi söyleyebiliriz.

 

Peki, bütün katillerin iyi olduğu bir toplumda kötü nedir ya da kim olabilir? Kötünün tanımı bunlardan farklı değilse, iyi ile kötü arasındaki ayrım neye yarar?

 

Gerçekten de Türk dizilerinde, özellikle Batı’dan uyarlama olmayanlarında “iyi” karakter çoğunlukla izleyicinin özdeşlik kurması gereken başrol, yakışıklı, güzel, karizmatik kadın-erkek kişiler olmalarıyla malul. Bunlar ne yaparsa yapsın “aslında iyi”dirler. Biz de aslında bu “iyiliğe” inanmak için izleriz dizileri. Yani, iyiliğin bu kişilerin şahsında cisimleşmiş, yalancılıktan, dolandırıcılığa, seri katilliğe suç yelpazesinin her alanında faaliyet gösteren karakterlerin “iyi” olabilmesi, yaptıkları bunların yanında çok hafif kalan “bizleri” aklar, bizleri hakiki iyi yapar. Onların gerçeklik algısını zorlayan kötülük halleri, bizlerin ufak tefek kötülüklerini iyice önemsizleştirir. Onlar hep bir nefsi müdafaada iken, hep sevdiklerini korurken, her yaptıklarının çok haklı, çok geçerli bir “nedeni” varken, biz su katılmamış iyi bile olabiliriz. Böyle bir okumayla, diziler bir tür yatırımdır: dizilerdeki kötülüğün kendi içimizdekiyle ne kadar benzer olduğunu hissettiğimizde, bunun ne kadar normal ve de istenen bir şey olduğunu hatırlamamıza yardım edecek sonsuz bir kaynak sunacaktır bize. Herkes biraz yalancı, herkes biraz dolandırıcı, herkes biraz katil değil midir ne de olsa?

 

İyi ve kötünün dünyasını taçlandıran bir diğer güzellik vicdandır. Vicdanlıdır, yufka yüreklidir, hatta “vıcık vıcık iyidir” bu “iyi”ler. Adaletten, hakkaniyetten, eşitlikten, doğruyu söylemekten arındırılmış, kendi seri suçlarını sürekli yeniden üretmesine imkân veren bir vicdan ve iyilik sistematiğinde, izleyici adeta bir bataklığın içine çekilir; katillerin vicdanına, iyiliğine ve adaletine tabi olur. Modern toplumun sıradan-suçlu bireylerine, başkalarının alanlarını sürekli işgal etmeleri, sürekli kendi sınırlarını başkalarına rağmen genişletmeleri için sonsuz haklar tanıyan bu iyilik ve vicdan anlayışında kötü diye bir şeye artık yer yoktur. Çünkü işgal zihniyetinin iyisi tam da budur. Dizilerde kötünün karşıtı olarak düşünülen, saf, iyi niyetli, adil karakterlerin teflon tava reklamlarını aratmayan türden, adeta karakterin üzerinden akan bir nitelik taşıması bu yüzdendir. Alev Alev dizisinin iyi adamlarına bakın örneğin, iki kadına destek olmak isteyen iki “iyi” adam. Kötü adam rollerinden tanıdığımız bu iki “iyi” adamın, iyi adam olabilmelerinin bile bir takım maçoluklardan beslenmesi, kötü adamı canlandırırken gösterdikleri performansı iyi adamda hiç yerine oturtamadıklarını, iyiliğin hiç üstlerinde durmadığını görmediğimizi mi sanıyorlar?  Sonra, Maraşlı’nın “iyi” adamı, ki doğrudan devlet kendisi, iyi adam Ramo gangsterin önde gideni… 46 dizisi, adından da anlaşıldığı gibi, kişiyi salahiyetlerinden; yapıp ettiklerinden ve onların sorumluluğundan ayrıştırmaya çalışmasıyla, iyiyi ve kötüyü son derece geçişken hale getirmesi ve son kertede iyiyi ortadan kaldırmasıyla bir başyapıt mesela.

 

“Mutlu ailelerin hikayeleri birbirine benzermiş, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu olurmuş. Biz mutlu bir aileydik. Kendimize özgü mutsuzluğumuzla tanışmamızsa birdenbire oldu, bütün kötü şeyler gibi aniden, sadece birkaç dakikada.”[2]

 

Ne iyilik, ne de kötülük aniden olur. İyilik ve kötülüğün bu cümledeki kadar geçişken olduğunu savunmak, aslında iyiliğin de kötülüğün de toplumsal bilincimizde, bireysel eylemlerimizde herhangi bir referans noktası olmadan, tamamen zaruretler, belli iktidar alanlarını korumak için yapılması gerekenler, ya da kadere kısmete bağlı olarak belirlendiğini söyler. Yani, bize yol gösteren bir iyilik, merhamet, doğruluk, hakkaniyet, adalet terazimizin olmaması gerektiğini, en üstün çıkarımızı, kendimizle en az hesaplaşmayı, kendimizden en az ödün vereceğimiz seçeneği o anda değerlendirip, ona göre davranmamız gerektiğini savunur. Bu koşullarda iyilikle bağlantılandırılan vicdanımızın en uzun azabının bir dizinin süresi kadar olması ihtimalini hesaba katabiliriz, zira en “doğrusu” budur. Bu denklemde, kötülüğün failliğinin kabulü ancak zaruret sonucu gerçekleşebilir. Ve eğer mecburiyetten faillik bir an için olsun kabul edilmişse, fail için yeni bir hayat başlamış demektir.

 

Welzer, Die Taeter: Wie aus ganz normalen Menschen Massenmörder werden (Failler: Son derece normal insanlar nasıl katliamcılara dönüşür) başlıklı kitabında, temerküz kamplarında kitleler halinde çocukları, kadınları, erkekleri, yaşlıları öldürenlerin bu yaptıklarıyla nasıl hiçbir psikolojik sorun yaşamadan, herhangi bir travma, depresyon hatta uyku sorunu yaşamadan gündelik hayatlarına geri dönüp, evlenip, çoluk çocuğa karıştıklarını anlatıyor. Welzer, bir konuşmasında, çocukları öldüren birinin yaptığını “iyilik” olarak kurguladığını anlattığını söylüyor. Fail, çocukların anne babaları olmadan büyümektense öldürülmelerinin “iyilik” olduğuna ikna olarak çocukları öldürmeyi meşrulaştırmış ve iyilik anlayışını bu yönde “genişletmiş.”[3] Kitapta bol bol geçen Gnadenschuss, merhamet ya da insaf ederek öldürme, vurulmuş ancak ölmemiş olan birini öldürerek ona “iyilik” etmek olarak yerleşmiş bir kavram olarak karşımıza çıkıyor.

 

Son derece normal olan, en ufak bir psikolojik rahatsızlık yaşamayan failler, hepimizin olmak istediği, imrendiği o “norm”un içinde olma halini tepe tepe yaşıyorlar. Bu normalliğin ne olduğunu, nereden geldiğini ve bizi nereye götürdüğünü bir gün olsun sorgulamamak, bu normallik üstünlüğünün nasıl bir dokunulmazlık, ayrıcalıklılık alanı oluşturduğunu görmemek, bile isteye bu normalin parçası olmaktan, göğsünü gere gere gurur duymaktır. Gurur ve kibir  bu nedenle birbirine yakın fail duygularıdır.

 

Mor Yakub Manastırı rahibi Aho Bileçen şunları şu sırayla söylediği için tutuklandı: “Kapıma kim gelse yemek veririm, verdiğimi inkar edemem, yalan da söyleyemem, ihbar da edemem, rahip olarak da felsefi olarak da yapamam.” Böyle bir “iyilik” norm değil, o nedenle normal da değil,  zaten böylesi bir iyiliği kim ne yapsın? Hem buna iyilik denebilir mi? “Düpedüz aptallık”, “kendi düşen ağlamaz” gibi yakıştırmalar hak eder böylesi bir tutarlılık. Tam da bu sebeple, böyle bir “iyilik” hiç karşımıza çıkmaz dizilerde. Benzer bir şekilde, ettiği Hipokrat yemini gereği doktorun iyisi, hastanın, yaralının kim olduğuna bakmadan müdahale edendir. Ancak bu türden bir sınanmayı hiç yaşamaz bizim dizilerin iyileri. Doğruyu söylemek de, uğruna baş koyduğu ideallerin gereklerini savunmak da bizim iyilik anlayışımızda yoktur. Bizim dizilerimiz, vazgeçemeyeceğimiz ayrıcalıklar dünyamızı, gurur duyduğumuz bir geçmişi ve bunlara hizmet eden failliklerimizi yeniden üretmeli, o “iyiliğe” halel gelmemesini garanti altına almalıdır.

 

Sömürgeci iyisini yakalamanın, onun standartlarını korumanın yolu buradan geçer. Vurarak, kırarak, dökerek, sınırlarımızı sürekli genişletmenin yollarını arayarak, yalanla, dolanla, iftirayla, çetecilikle, kabadayılıkla, maçolukla, başkalarıyla birlikte değil, başkalarına rağmen var olduğumuz ve herkesi bu dayanılmaz “iyiliğe” dahil ettiğimiz dünya. Bu dizilerin iyilikler dünyasına ara verdiğimizde ise, karşımıza çıkan reklamlar bize ne kadar misafirperver, yardımsever, hoşgörülü ve sıcakkanlı olduğumuzu söyler. Bir an unuturuz, bu iki dünyanın bir ve aynı iyiyi paylaştığını.

 

Sahi siz hangi iyiydiniz?

 

 

 

[1] Kağıt Ev dizisinden ilk bölümünden.

[2] Bkz. dipnot 1.

[3] Bu kitaba dikkatimi çeken, yazarın bu konuşmasını bana aktaran ve bu yazıyı okuyup benimle fikirlerini paylaşan İmran Gürtaş’a teşekkür ederim.

 

 

Ana görsel künye: Silva Bingaz, Coast (Kıyı) serisi, 2007-2008 (Sanatçının izniyle)

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YSır eve düşen bombadır*
Sır eve düşen bombadır*

En muhabbetli ailelerin bile geçmişinde saklı kurucu sırlar olması ile, ailenin, genç kuşakları da kendine benzeten bir kriminal kuruma dönüştürülmesi, aile ile devlet arasındaki aynılığa işaret ediyor.

SANAT

YKıskançlık ile ırkçılığın dayanılmaz “aşk”ı: Faillik
Kıskançlık ile ırkçılığın dayanılmaz “aşk”ı: Faillik

Erkin sınırlarını sürekli genişletmesi gerektiğinin mesajını veren siyasal, toplumsal ve devlet söyleminde bu "normallikte" şaşılacak pek az şey vardır. 

Bir de bunlar var

Kapsül Manzara
Annem ve Evdeki Kitaplık
Hildegard Wegner’in Kuklaları

Pin It on Pinterest