Yönetmen Sarah Polley bir röportajında şöyle diyor: “Bir şeyi anlatacak kelimeleriniz olduğunda, bu o şeyi nasıl anlamlandırdığınızı, onu hayatınızın hangi noktasına dahil ettiğinizi değiştirir.

KÜLTÜR

Hiçbir Kadın Susmamalı: Konuşan Kadınlar Filmi Üstüne

 

 

7 yaşlarında olmalıyım. İlkokula başlamışım. Yazlık evimizde iki arkadaşım bizimle kalıyor. Birisi benden bir yaş küçük. Diğeri üç yaş büyük. 6, 7 ve 10 yaşlarında üç kız, yazlık evin arka odasındayız. Odada iki tek kişilik yatak ve meşe ağacından yapılmış bir dolaptan başka eşya yok. Yatağın birinde ben oturuyorum, sırtım duvara dayalı. Diğer yatakta iki arkadaşım yan yana oturuyorlar. Konuşuyoruz. Havuzdan çıkmış, domatesli makarnamızı yemeye henüz başlamamışken, havuzla makarna arasında bir yerde, saçlarımızdaki klor kokusuna evdeki sarımsak kokusunun eşlik ettiği odada tek kişilik yatakların üstünde otururken dünyayı değiştirmem gerektiğini söylüyorum onlara. Kavramsallaştırabileceğimiz bir eşitsizlikten bahsedebileceğim yaşta değilim. Ama kız çocuğu olduğum için daha düzgün davranmam bekleniyor. Buna içerlemişim. Dahası buna her gün içerliyorum. Neden kendime çeki düzen vermem gerektiğini, neden öfkelenmemem gerektiğini anlamıyorum. Dünyayı nasıl, ne yaparak değiştirebileceğimi anlatıyorum onlara. Yaptığım uzun ve sıkıcı konuşmanın ardından yaşı büyük olan arkadaşım bana “bu kadar zamandır konuşuyorsun, bizi bile ikna edemedin, dünyayı nasıl ikna edeceksin?” diye soruyor. O gün bugündür aklımda o cümleyle yaşıyorum. Dünyayı değiştirme hayallerimin yerini bu dünyada hayatta kalmaya çalışmak gibi daha basit edimler aldı. Arkadaşımın bana söylediği cümle ise, yaptığım işlerde, kendimden en şüphe duyduğum anlarda yine hep o şüpheyi destekledi. Oysa yıllar sonra Sara Ahmed’in Feminist Bir Yaşam Sürmek[1] kitabını okurken, yaptığımın basitçe oyunbozanlık olduğunu anladım. Ben sürekli sorunlardan bahsedendim. Tat kaçırandım. Domatesli makarna ile havuz arasında bir yerde asla açılmaması gereken konuları açan kişiydim. Herkesin gördüğünü ama kimsenin üzerine konuşmadığını sandığım soruları soran kişiydim. Şimdi, bu yaşımda biliyorum ki, bu sorunlar birçok kişi için görünmez ve duyulmaz olmaya devam ediyor: Dünyanın daha fazla konuşan kadına ihtiyacı var.

 

Konuşan Kadınlar(2022) filmini izlerken bir konuşmanın ne kadar devrimci olabileceğini düşündüm. Filmde, kadın konuşması denen konuşmanın doğası değiştiğinde, kadınlar özgürlükten, kendi hayatlarını kurmaktan ve dayanışmadan bahsettiğinde dişil imgelemin devreye girebileceği anlatılıyor.

 

2018 yılında Women Talking [Konuşan Kadınlar][2] adıyla yayımlanan kitabın yazarı Miriam Toews kendisinin de bir dönem mensubu olduğu köktendinci bir cemaatten ayrılmış ve yıllar sonra Bolivya’nın dağlarında yaşanan cinsel şiddet saldırılarını okuduğunda bu kitabı yazmaya karar vermiş. 2005 ve 2009 yılları arasında 150’den fazla kadın önce inekler için kullanılan bir ilaçla bayıltılmış, ardından kadınlara tecavüz edilmiş. Bu kadınlar sabah kalktıklarında ayrıntıları hatırlamıyorlarmış; hatta kendilerine kötü ruhların musallat olduğunu düşünmüşler. Konuşamamışlar. Suçu kendilerinde aramışlar. Yanlış yaptıkları için cezalandırıldıklarına inanmışlar. Ta ki cemaatteki erkeklerden birinin şüpheli davranışlarının izi sürülene kadar. Meğer cemaatin kadınları yine aynı cemaatin erkekleri tarafından tecavüze uğramış. Olayın kendisi kadar dehşet verici olan ise, bu olayın yıllarca devam etmiş olmasıydı.

 

Kitabın sinemaya adaptasyonu ise 2022’de yönetmen Sarah Polley tarafından gerçekleştirildi. Gitmek ve kalmak, öfkelenmek ve sessiz kalmak üzerine bizi düşünmeye iten kitap ve film bu kavramların asla basite indirgenemeyeceğini de söylüyor. Ama asıl mucize kitabın ve filmin adında gizli. Bu filmde kadınlar konuşuyor, kelimeleri buluyor ve onları kayda geçiriyorlar. “Gidersek, yanımıza kimleri almalı? Konuşursak nereye kadar anlatmalı?” diye soruyor ve sınırlarını kırıyorlar. Her kadın farklı konuşuyor. Her birinin travmayla yüzleşmesi farklı ama beraberlerken, birbirine benzemez kişilerden bir dayanışma yaratıyorlar.

 

Bolivya’da izole bir hayat süren Mennonitler üzerine inşa edilen dişil imgelem, Hélène Cixous’un kavramlarını da aklıma getirdi. Ama buna geçmeden önce filmin son dönem izlediğim kadın hikâyeleriyle paralelliğine değinmek istiyorum.

 

Filmi izlemeden bir gece önce annemle oturmuş Ömer dizisini izliyorduk. Gamze’yi anlamayan ailesi, onu sıkboğaz eden sistem, ailesine karşı çıkarak yaptığı evlilik ve evlendiği adamın onu yarı yolda bırakmasıyla ailenin takındığı “biz sana söylemiştik sözümüzden çıkma diye” tavırları üzerine düşündüm. Üstelik dizide erkek egemen kültürün baskıcı, kadını ve tüm ötekileri kıskaca alan, hayatın her alanına nüfuz eden yapısının sekülerlik ve din ikiliği eksenine sıkışmadan anlatılmış olması da başarılıydı. Muhafazakâr aile yapısı, baskısını kurmak için sekülermiş dindarmış ayırt etmiyordu. Nisa ile Gamze, ailelerinin sözünden çıktıkları için başlarına gelecek her şeyi hak etmiş sayılıyorlardı. İşte o sırada annem yeni başlayan başka bir diziden bahsetti: Kızılcık Şerbeti. Diziyi pek sevmediğini ama son dönem dizilerde gelinlerin kayınvalidelerine verdiği cevaplardan çok hoşlandığını, bu kadınların kendilerini ezdirmediğini, her tür otoriteye karşı çıkabilmelerine bayıldığını ekledi. Nursema örneğini konuştuk, Doğa’yı da. Nursema’nın zorla evlendirildiğinde çıkaramadığı sesini camdan atıldıktan sonra çıkarabilmesini, Doğa’nın Pembe Hanım’dan sık sık özür dilemek zorunda bırakılsa da, gördüğü yanlışları lafını esirgemeden söyleyebilmesini konuştuk. Benim ise uzundur aklımı kurcalayan başka bir konu vardı: “Bu kız böyle değildi, kime çekti acaba” diyen Pembe Hanımlar ve Gamze’ye “bu her zaman böyle delinin biriydi, aklına eseni yaptığı için, bak, başına neler geldi” diyen Fatma Hanımlar. Pembe ve Fatma Hanımların dünyasında Gamze, Nisa, Nursema ve Doğa tıpkı eril dünyada olduğu gibi, tavan arasındaki çatlak kadınlardı. Sandra Gilbert ve Susan Gubar, eski ama eskimeyen çalışmaları Tavan Arasındaki Deli Kadın’da[3] on dokuzuncu yüzyıl kadın yazarlarının kendi kitaplarındaki kadın karakterleri ya melek ya canavar olarak sunmalarını erkek yazarların klişeleşmiş domestik, aşk kurbanı, mağdur, sessiz ya da femme fatale kadın temsillerine bağlıyorlardı. Erkek yazarların boyun eğerek sisteme uyumlanabilen kadınları melek, karşı çıkanları ise canavar yapmalarını, canavar olanların da öngörülemez, deli, gizemli olarak kodladığını söylüyordu Gilbert ve Gubar. Kadınlar deliriyordu ve sebebi histeriklikleri olmalıydı. Betty Friedan ise Kadınlığın Gizemi[4] kitabında kadınların hikâyede sıkıştırıldığı dört ana modele dikkat çeker: Eş, cinsel obje, anne ve ev kadını. Kadınların bu dört role sıkıştırılması aynı zamanda onların birden çok şekilde evcilleştirilmiş temsillerini beraberinde getirir. Öfke bu temsil biçimlerinin dışında kalır. Bu nedenle, öfkelenen kadının tepki vermesi, onun histerik olarak nitelendirilmesine yol açabilir. Bu duygu patlamaları, erkeklerin kadın davranışlarını anlaşılmaz ve kendileri açısından yönetilemez bulduğu her durumda kadınları histerik olarak etiketlemesine yol açar.[5] Kadının öfkesi anlaşılamazdır. Çoğu ekran temsilinde, öfkelenen kadınları erkekleşmiş olarak görmemiz de bundandır.

 

Kadınları gizemli ve yönetilemez bulduklarını söyleyen erkeklerin tıbbi ve dramatik metaforu neydi? Histeri. Peki Cixous ne diyordu? Erkek iktidarının hikâyelerine ve sembollerine itibar etmemeli ve yeni bir dişil imgelem yaratmalı. Tam olarak Konuşan Kadınlar filmi için yönetmen Polley’in tasarladığı imgelemdi bu. Cixous bu imgelemi Medusa aracılığıyla yaratmıştı. Medusa, Yunan mitinde korkutucu bir semboldü. Onun gözlerine bakan oracıkta ölüyordu. Dahası, ona ayna tutan Perseus, Medusa’yı aynada kendisiyle karşılaştırıyordu. Medusa yaratıkların en korkuncuydu. O, Yunan mitolojisine göre bir gorgondu. Yunan mitolojisindeki 3 gorgonun da dişil olmasından bahsetmiyorum bile. Demek kadın güçlüyse o bir yaratık, öfkeleniyorsa histerik. Oysa bu kavramların ortaya atılmasından yıllar sonra feminist kuramcılar artık kullanılmayan histeri kavramını sahiplendiler. Bu daha çok, dişil bir öfkeyi sahipleniş gibiydi.

 

Cixous yeni bir Medusa okuması önerdi. Onun Medusa’sı güçlüydü. Onun bakışını yeniden okudu. Kadını bakılan olmaktan çıkardı, bakan ve bakışan kişi yaptı. Bir yapı sökümcü olan Cixous metinleri söküp yeniden dikiyor ve onların farklı bağlamlarda nasıl değişebildiğini de gösteriyordu. Batı felsefesi ve Batı edebiyatı metinlerinde kimi zaman kullanılan dilin, dayandığı varsayımları eleştiriyor ve bu metinlerin eksik okumalarına karşı yeni okumalar öneriyordu. “Medusa’nın Gülüşü/Kahkahası” yazısında Cixous’un örneklediği “karanlık kıta” benzetmesini Joseph Conrad ve ondan alıntılayarak Freud kullanmıştı. Joseph Conrad Karanlığın Yüreği romanında Kongo’nun karanlık ormanlarına yapılan bir yolculuğu anlatıyor, buradaki beş arkadaştan Charles Marlow’un kolonideki merkezler arasında mekik dokumasını ve sömürgecilik anlayışının acımasızlığını gözler önüne seriyordu. Bir tarafta zincirlenerek ölen köleler, diğer tarafta bundan kâr eden canavarlaşmış beyaz efendiler vardı. Yerli halka atfedilen karanlık aslında beyazların kendi ruhundaki karanlığın yansımasıydı romanda. Freud da bu ifadeyi kullandı ama elbette kadınlar için. Yetişkin kadınların cinsel yaşamının bir karanlık kıta olduğunu söyledi. Girilemez, anlaşılamaz yer, karanlık Kongo ormanları, karanlık kıta. Bu mecaz edebi metinlerde o kadar sık kullanıldı ki, neredeyse bir prototipe dönüştü. Charles Bernheimer ve Claire Kahane editörlüğünü yaptıkları In Dora’s Case: Freud, Hysteria, Feminism[6] kitabında Freud’un psikanalizi 1895 ve 1900 yılları arasında, neredeyse tamamı kadın olan histerik hastalarla yaşadığı klinik deneyime dayanarak icat ettiğini aktarır.

 

Kadınlar Konuşuyor filmi #MeToo dönemiyle beraber neredeyse başlı başına bir tür olarak ortaya çıkan kadın güçlenmesi filmlerinden sayılabilir. Film boyunca konuşup tartışan kadınlar ahır gibi bir yerin üst katındadır. Dışarıya açılan pencere ise onların dünyaya açıldığı tek penceredir. Bu pencere aslında o kadınların hayatı nasıl da bir film perdesiymiş gibi uzaktan seyrettiklerinin, ona dahil olamayışlarının metaforudur.

 

#Metoo ve Türkiye’de #bende etiketini paylaşarak başlarına gelen taciz olaylarını anlatmaya başlayan kadınlar ortak bir bilinçte buluşabilmenin gücünü de gösterdi. Taciz gören kadınların dünyayla değil ama birbirleriyle etkileşim biçimini de derinden etkileyen bu sosyal ve politik harekette ortaya çıkan beraberlik duygusu, anlatabilmenin ve paylaşabilmenin gücünün etkisi, sosyo-kültürel alanlarda da bir tsunami gibi dalga dalga kendisini hissettirdi. Bu hareketin televizyon ve sinema dünyasında etkisi büyük oldu. ABD’deki büyük yapımcı kuruluşlar yönetici pozisyonlarını daha fazla kadına ayırdı. Birçok alanda değişimi tetikleyen bu hareketin ardından film ve dizi senaryolarında gözle görülür bir değişim oldu. Bu hareketin hemen ardından yapılan bir çalışmada Amerikan sinema endüstrisi içinde 2017 yılında en çok gişe getiren 100 filmin yönetmenlerinin sadece %7’sinin, senaryo yazarlarının sadece %10’unun, yapımcıların sadece %24’ünün ve görüntü yönetmenlerininse sadece %2’sinin kadın olduğu ortaya çıkarıldı.[7]

 

Dönelim yeniden Konuşan Kadınlar filmine. Son dönemdeki güçlü kadın dizi ve filmlerini eleştirdiğim epey nokta var. Fredric Jameson’dan özetlemek gerekirse,[8] her tür kültür endüstrisi ürününün çarpık bir biçimde de olsa rahatsızlığı dile getirmesi gerektiği, fakat buna ilişkin sistem içi çözümler sunduğu fikrine canı gönülden katılıyorum.[9]

 

Kadınların güçlenme serüvenlerini onları erilleştirerek anlatanlar başta olmak üzere hakim ideolojiyi besleyen ve yeniden üreten yapımlar buradaki konumun dışında kalıyor. Bunun yanında, Türkiye sinemasında Cadı Üçlemesi’nden (Ceylan Özgün Özçelik, 2022) Gurur Yarası’na (Sinem Atakul, 2018), Hani Meral’den (Melek Özman, 2012) Ölüm Elbisesi Kumalık’a (Müjde Arslan, 2009), Zerre’den (Erdem Tepegöz, 2012) Hegemonya’ya (Handan Uslu, 2020), Toz Bezi’nden (Ahu Öztürk, 2015) Külkedisi Değiliz’e (Emel Çelebi, 2014) uzanan iyi örnekler saymak mümkün.[10] Kadınlar Konuşuyorda iyi, hem de çok iyi örneklerden bir tanesi.

 

Filmin başlarında bu filmin dişil hayal gücünün bir örneği olarak belirtilmesi iki şekilde okunabilir. Sara Ahmed kadınların zulüm görseler ve/ya şiddete maruz kalsalar bile bunu tarif edecek kelimelere sahip olmadıklarını anlatır. Bu örneği Audre Lorde’un ırkçılık ve cinsiyetçilik hakkında söylediklerinden alır. Henüz kelimelere sahip olmadığımız bir şey yaşıyoruz ve ancak kelimelere sahip olduğumuzda yaşadığımız şeyin ne olduğunu anlamaya başlıyoruz.[11] Bunu ifade edemiyoruz, çünkü kelimelerimiz yok. Ancak kendi kelimelerimizi yaratırsak bu deneyimi aktarabiliriz. Dolayısıyla kadınların filmde konuşarak kendi kelimelerini bulması çok önemli. Yönetmen Sarah Polley bir röportajında şöyle diyor: “Bir şeyi anlatacak kelimeleriniz olduğunda, bu o şeyi nasıl anlamlandırdığınızı, onu hayatınızın hangi noktasına dahil ettiğinizi değiştirir.” Ayrıca kadınların daha iyi bir topluma dair kendi vizyonlarını tasarlamaya cesaret etmeleri bizatihi bir dişil imgelemdir, tahayyülün kendisidir.

 

Bugün baktığım yerden Nursema’nın, Doğa’nın, Gamze’nin tüm eril şiddete karşı kendi kelimelerine sahip çıkışı, Alev’in ve Doğa’nın Nursema’yla yaptığı konuşmalar bu sebeple değerli. Histeriyi sahipleniriz. Edebi ve felsefi metinlerde, sinema ve dizi metinlerinde delirdiği, çatlattığı söylenen kadınlar için ise sözümüz bellidir. Deliriyorsak sebebimiz var! Delirelim kadınlar, kim tutar bizi?

 

 

[1] Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek, çev. Beyza Sümer Aydaş, İstanbul: Sel, 2021.

[2]Miriam Toews, Konuşan Kadınlar, Gül Korkmaz, İstanbul: Epsilon, 2022.

[3] Sandra Gilbert & Susan Gubar, The Madwoman in the Attic: The Woman Writer and the Nineteenth-Century Literary Imagination, Yale University Press, 2001 [Türkçede: Tavan Arasındaki Deli Kadın, çev. Nil Sakman, İstanbul: Ayak Adam, 2016].

[4] Betty Friedan (1963), Kadınlığın Gizemi, çev. Tahire Mertoğlu, İstanbul: E Yayınları, 1983.

[5] Cecilie Devereux, “Hysteria, Feminism, and Gender Revisited: The Case of the Second Wave,” ESC 40.1 (Mart 2014): 19–45, s. 20.

[6] Charles Bernheimer & Claire Kahane (ed.) In Dora’s Case: Freud, Hysteria, Feminism, Columbia University Press, 1985.

[7] San Diego Üniversitesi, Sinema ve Televizyonda Kadın Araştırması, 2017.

[8] Fredric Jameson, “Reification and Utopia in Mass Culture,” Social Text, Sayı 1 (Kış, 1979), Duke University Press, s. 130-148. https://www.jstor.org/stable/466409

[9] Daha önce bu konudaki bir yazımda dizilerde rahatsızlığın nasıl dile getirildiği ve bu duruma ilişkin sunulan öneriler üzerine yazmıştım. Merak edenler için bkz. Aslı Kotaman, “İmkânsız Aşk,” Gazete Duvar, 18 Mart 2023.

[10] Film isimleri konusunda yardımıma koşan Perihan Taş’a teşekkürler.

[11] Sara Ahmed, “How Not to Do Things with Words,” Wagadu: A Journal of Transnational Women’s and Gender Studies, 2016, 16. cilt, s. 1-8.

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YBir Evliliğin Anatomisi ve Evdeki Meleği Öldürmek
Bir Evliliğin Anatomisi ve Evdeki Meleği Öldürmek

Kendisini çocuğu için feda etmeyen, yani mesleğini anneliğinin önünde tutan bir anne karakteriyle karşılaştığımızda ona nasıl yaklaşıyoruz? ...Oğluna yeterli vakti ayırmayıp yazarlığını ön plana çıkarsa, Samuel hakkında da benzer tekinsizlik hislerine kapılır mıydık?

KÜLTÜR

YHer Şeyin Onarıma İhtiyacı Var: Güzel Bir Sabah Filmi Üstüne
Her Şeyin Onarıma İhtiyacı Var: Güzel Bir Sabah Filmi Üstüne

Hayatta her şeyin onarıma ihtiyacı olduğu doğru değil mi? İlişkilerden kişilere, kalpten akla hemen her şeyin onarıma ihtiyacı vardır.

KÜLTÜR

YOdysseus Artık Geri Dönmek İstemeyen bir Göçmendir: Sessiz Kız Filmi Üstüne
Odysseus Artık Geri Dönmek İstemeyen bir Göçmendir: Sessiz Kız Filmi Üstüne

Odysseus artık bir kere çıkmıştır evinden. Bir kere gittiğiniz zaman artık dönseniz bulamayabilir, dönseniz de aynı insan olmayabilirsiniz. Anne babanızın birer ölümlü olduğunu fark etmişsinizdir artık.

KÜLTÜR

YKayıp Zamanın İzinde: Aftersun Filmi Üstüne
Kayıp Zamanın İzinde: Aftersun Filmi Üstüne

Filmin büyüsü, bittikten sonra da devam ediyor olmasından geliyor. Geçmiş aslında hiç geçmiyor. Filmi izledikten günler sonra aklınızda kalanların sizi giderek daha çok etkilemeye başlıyor olması sürpriz değil.

Bir de bunlar var

Bajingo Monologları
Erkeklere Doğum Kontrolde Az Sonra: “Vasalgel”
Bir Entelektüel Tarz Olarak Kalpsizlik

Pin It on Pinterest