Filmin büyüsü, bittikten sonra da devam ediyor olmasından geliyor. Geçmiş aslında hiç geçmiyor. Filmi izledikten günler sonra aklınızda kalanların sizi giderek daha çok etkilemeye başlıyor olması sürpriz değil.

KÜLTÜR

Kayıp Zamanın İzinde: Aftersun Filmi Üstüne

 

 

 

Çok mu dertsiz duruyorum?

Uzaktan bakınca

Çok mu kalender sandınız?

Dert anlatmayınca

 

 

Evet gerçekten ne sandık? Calum dert anlatmadığı için onu dertsiz mi zannettik? Uzaktan bakıyoruz bu hikâyeye. Aftersun filmiyle, Sophie sadece 11 yaşındayken babası Calum’un 131 yaşında olduğunu zannettiği günlere gidiyoruz. Sophie büyüme coşkusu ile büyüme sancısı arasında bir yerlerde. Oysa babası Calum ne diyordu teknedeki genç adama: “40 yaşını görebileceğimi hiç düşünmedim aslında, 30’u geçtiğime bile çok şaşırıyorum.” Aynı tatilde başka hayatların olabileceğini, en yakınımızdakinin bile duygularını anlayamayacağımızı görüyoruz. Ve hepimizin kendisine, en sevdiği tatilden hatıralar seçebilmesi durumunda bile bu hatıraların hiçbirinin birbiriyle aynı olamayacağı o âna gidiyoruz. Bu sebeple çokça karede filmin ana karakterleri Calum ve Sophie aynı gökyüzünün altında ama başka yönlere bakıyor.

 

 

Parçalı bir hatıranın içindeyiz. Ne kadarı gerçek, ne kadarı değil, anlamak zor. Ama gerekli de değil. Beni de çocukluğuma götüren cırcır böceği sesleri eşliğinde bir otele giriyoruz. Lobide bekleyen yok, Calum kızını yalnız bırakarak birini aramaya gitmek istiyor ama yarı yoldan geri dönüyor. Acaba Sophie tek başına kalabilecek mi? Oysa kim kimi yalnız bırakacak? Kim aslında kime bakıyor? Filmin en başında Sophie’nin üstünü örten Calum’ken, yarı yolda bir yerlerde, henüz izleyici olarak hatıraların okyanusunda kaybolmamışken, bu kez Sophie babasının üstünü örtüyor.

 

Gamsız hayat herkese başka sunar
Garip oyunlarını
Gamsız hayat herkese başka kurar
Kahpe tuzaklarını

 

İlk sahnenin ardından gelen “iki kişilik yatak ücreti ödemiştim” serzenişi aslında işlerin nasıl da Calum’un istediği gibi gitmediğinin ayak izleri. Hayat ona sipariş ettiklerini vermemiş. Oteldeki ilk gecede fonda müzik yok. Oysa film boyunca bize eşlik edecek şarkılar aslında hep Calum’un ya da Sophie’nin yerine konuşuyor.[1] Şimdi odada, camın arkasından gördüğümüz Calum var. Kızıyla arasındaki bağı kopararak, balkon kapısını kapatıyor. Böylece ikisi odanın farklı taraflarında kalıyor. Aralarında cam var. Sadece bir camın iki tarafında da kalmıyorlar. Calum da balkon demirinin bir tarafında, istese de nefes alamayacak kadar sıkışmış halde. Ardından demirlerin arasında hapsoluyor Calum, çerçeve içindeki çerçeveyle. Kendi kendisine şarkı söylüyor olmalı ama biz müziği duymuyoruz. Çünkü Calum etrafına neşe veremiyor. Kendisine bile verebildiği şüpheli.  Kamera içeride, Calum dışarıda, biz onu izliyoruz. Calum acılarını anlatamıyor. Calum acılarını unutamıyor da. Lethe’nin suyundan içebilse belki iyileşebilir. En azından yetişkin Sophie acaba babasını iyileştirebilirler miydi diye yıllarca düşünüyor ama besbelli, kendisi de Lethe’nin suyundan içemiyor.

 

 

Proust “geçmiş uçucu değildir, olduğu yerde durur” diyor, Kayıp Zamanın İzinde’de (Guermantes Tarafı, s. 375). Geçmiş uçup gitmiyor ama hatıralar bulutlar gibi hareket ediyor. Kaybettiklerimiz değil ama hatıraları bizimle yaşar. Sadece hatıralar da değil, kaybettiklerimizin bize bıraktığı eşyalar da bizimle yaşar. Film 11 yaşındaki Sophie’den yetişkin Sophie’ye 360 derece kamerayla uzandığında bu hatıraların ve Calum’un son seyahatlerinde aldığı kilimin yıllardır Sophie’yle yaşadığını anlıyoruz. Kilim, Calum’dan uzun yaşıyor.

 

Sophie yıllarca o günleri hatırlamaya çalışarak babasının izlerini sürmüş olmalı. Onun kim olduğunu kendi parçalı hatıraları dolayımıyla anlaya çalışmış. O kilim tam da Sophie’nin bu seyahati hatırlaması için alınmıştı. Çünkü bu seyahatin onların son seyahati olduğunu Sophie bilmese de, Calum biliyor olmalı. Sophie’nin hatıraları sınırlı; dönüp dönüp hatırladıklarınız, aynı bir filmi ileri geri sararak görebilecekleriniz gibi. Hani önceden izlediğiniz filmdeki bir sahneyi bulmak istersiniz. 10 saniye geri, 10 saniye daha geri, bir 10 saniye daha geri sarar durur ve o sırada aynı sahneleri yeniden ve yeniden izlersiniz. Aradığınız sahneyi kaçırdınız. Şimdi 10 saniye ileri, 10 saniye daha ileri, bir 10 saniye daha ileri. Yine aynı sahneler, aynı cümleler, aynı çerçeveler. Bu sebeple, babasını kameraya almaya çalışan Sophie “11 yaşındayken sen ne olmak istiyordun?” diye sorduktan sonra kapalı bir televizyon ekranına bakıyoruz: Sophie yakalayamayacağı anıların karanlığında. Baba ve kız birbirlerini asla olanca açıklığıyla göremiyor.

 

Sophie’nin hatıralarıyla ilgili bir başka gerçek de şu ki, aslında onlar tanımadığı bir adama aitler. Kızının babayı sürekli bir kamera kaydının ardından hatırlamaya çalışması da hem bu anıların parçalılığının, hem de aslında babasını gerçekten tanımıyor oluşunun göstergesi olmalı. Peki Calum kızını tanıyor mu? Belki o zamanlar tanıyordur ama o tanıdığı kişi değildir artık Sophie. Baba kıza “bana her şeyi anlatabilirsin” diyor: “Erkekleri, kullanacağın uyuşturucuları, bunları ben yaptım, sen yaptığında da bilmek istiyorum.” Sophie’nin babasına erkekleri anlatmayacağını biz biliyoruz ama Calum bilmiyor; o, geçmişin bir sayfasında asılı kalmış. Sophie onu anlamaya, tanımaya, onun izini sürmeye yıllarca devam etmiş olsa da, kayıp iki taraf için aynı değil. Calum için bitişten sonrası yok.

 

Hatıralar Abadjian’ın Hallway (Koridor – Ana görsel) resmindeki gibi Sophie’nin zihninin odalarında dolaşıyor. Aftersun hatırlamanın kendisi gibi parçalı bulutlu bir film. Hatırlamanın biçimleri sizi de büyülüyorsa bu filmi beğenmeniz kaçınılmaz. Film, hatırlamanın başyapıtı.

 

Sormayın neden bu durgunluğum
Görmeden kuytu yaralarımı
Sormayın neden bu huysuzluğum
Bilmeden saklı duygularımı

 

Neyi, neden, nasıl hatırlıyoruz? Çocuklar anne babalarıyla ilgili ne bilirler? Anneniz ya da babanız, anne baba olmadığında kimlerdi(r)? Bunu bilmek olanaklı mı? 90’lı yılların tombul Efes şişeleri ve Candan Erçetin şarkıları arasında bu soruları soruyoruz. Sophie’nin annesinin, hatta zaman zaman kendisinin dahi Calum hakkında endişelendiğini bilsek de, gerçeği tüm açıklığıyla göremiyoruz. Çünkü bütün olanlar aslında yıllar öncesinde kaldı. Hepimiz Sophie’nin hatıralarının içindeyiz. Sophie gibi biz de, ileri geri sarıp aynı cümleleri duyduğumuz bir döngünün içinde kaldık.

 

Burada “döngü” kelimesini belli bir dikkatle kullandığımı belirtmek istiyorum. Yönetmen Charlotte Wells’in filmini bir metin olarak gördüğümde onun bir ecriture feminine /dişil yazın örneği olduğunu düşünüyorum. İlk olarak “Medusa’nın Gülüşü” makalesiyle literatüre giren bu kavramın, Hélène Cixous, Luce Irigaray ve Julia Kristeva’nın öncülük ettiği bir anlayışa dönüşmesi uzun sürmemişti. İkinci dalga feminist kuramcılar bu çok katmanlı kavramı literatüre kazandırdıktan sonra sanat ve edebiyatta bir dönüşümün yolunu da açmış oldular. Nancy Spero, peinture feminine/dişil resim-dişil sanat alanında işler üretirken başı sonu olmayan, döngüsel bir sanat üretti. Sinemada dişil bakış/ötekinin bakışı olarak anabileceğimiz tahakküm dilinin, hakim eril dilin karşısında konumlanan karşılıklı bakış yine bir döngüselliğe vurgu yapıyordu. Fatmagül Berktay dişil yazını anlatırken, dişil otobiyografileri eril otobiyografilerden ayırıyor ve dişil biyografilerin çizgisellikten daha uzak ve patchwork gibi bir yapıda olduğunu belirtiyordu. Berktay’a göre, bu farklılık, kadının içeride ve dışarıda, özel alanda ve kamusal alanda farklı kimliklere bürünmesinden ve kendisine dışarıdan bakabiliyor olmasından kaynaklanıyordu (Berktay, 1996). Dişil yazın, kurallarının belirlenmesi imkânsız bir ifade biçimi olabilir; aslen kuralların belirlenmesine karşı çıkar ve  yıkıcı olduğunda özgürleştirir.  Ancak metinlerarası bir yaklaşımla bazı ortak noktaları yakalayabilmek imkânlı olabilir. Buna göre, dişil yazın deneyseldir; metin içinde bol sıfat ve noktalama kullanımı vasıtasıyla dille oynar ve sabit değil, akışkandır. Dişil metin sonsuz, sürekli ve bitimsizdir (Taylor, 2018). Asla bitmez, kendi içinde dolaşır, sarmal ve parçalıdır. Parçalı olması ortaya çıkan eserin hatırlanma biçimini  de ortaya koyar. Hafıza ile yazılır. Dişil yazın hem çevresine uyum sağlayan hem de çevresini şekillendiren bir yapı sunar.

 

Bu haliyle bana göre, dişil yazın bir film olsa Aftersun olurdu. Jill Solloway tanımladığı dişil bakışta, yönetmenin çerçeveyi görmekten ziyade, hissetme duygusunu paylaşmak ve uyandırmak için kullandığını söyler. Filmi izlerken yönetmen Céline Sciamma’nın da izlerini sürdüğümü hissetmemin temel sebebi biraz da bu duygu.

 

Sanmayın biter bu durgunluğum

Sarmadan kuytu yaralarımı

Sanmayın biter bu huysuzluğum

Açmadan saklı duygularımı

 

Aftersun adıyla bize hem olan bir şeyleri olduktan çok sonra gördüğümüzü söylüyor, hem de güneş sonrası tenimizde hissettiğimiz o belli belirsiz acıya vurgu yapıyor. Marmaris’te yaptığımız bir tatili hatırlıyorum. Bütün gün denize girdikten sonra gece onca yorgunluğuma rağmen uyuyamayışımı. Omuzlarımdaki o güneş sonrası sızıyı. Güneş sonrası vücudumuz acıyor, geriliyor, kaşınıyor. Bir azalan bir çoğalan acımız bize kendisini sürekli hatırlatıyor, sızlayan yerin üzerine yanık kremi sürmemizi istiyor. Ama o deri pul pul dökülmeden iyileşmenin bir yolu yok. Pul pul dökülen deriler Sophie’nin o geziden hatırladıkları gibi. İrili ufaklı, küçücük uçucu parçalar. Deri kaşındıkça iyileşiyor. Ama değişiyor da.

 

Calum ile Sophie’nin son dansı acaba sadece Sophie’nin zihninde miydi? Çektiği acıları bir fermuarla kapatabilmek için bu son dansı anılarına mı sıkıştırıyordu Sophie? Şimşek gibi çakan hatırlama anlarında Calum’un üstünde hep aynı çizgili yeşil gömlek var. Duvarları yeşil boyalı o odada Calum hüngür hüngür ağlarken, yere, kızına bırakmış olabileceği nota bakıyoruz. O zamandan sonra da Calum’u hep yeşil gömlekle görüyoruz. Sophie’nin bugün hatırladıkları artık, kaybı yaşayan insan olarak hatırladıkları. Özlemle, pişmanlıkla, üzüntüyle hatırladıkları. O ânı yaşarken belki de hiç var olmayan duygularla, babasıyla yaşadığı ânlara geri dönüyor. O günün anlamını bugün ancak koyabiliyor.

 

Oysa zihnimiz bizi hep bu dolambaçlı yollara sokar. Her şey iç içe geçer düşünürken. Kelimeler anlamlarından taşar, bir bulut olur. Bazen dağılır, bazen üzerine dolu dolu yağmur yağdırır düşüncelerin. Kayıplarla baş etmeye çalışırken, başı olmayan bir hikâyeye bir son bulmaya çalışırız. Oysa bu çaba nafiledir.

 

“Camus Yabancı’ya başlarken, “Annem bugün ölmüş, ya da dün, tam hatırlamıyorum,” diyordu. Kayıplarda ilerleme durur. Eller ayrılır. Bir süre, hayatın içinde asılı kaldığınız bir boşluk ânı oluşur. Ardından kaybettiğiniz kişiyle birlikte yaptığınız yolculuğu hatırladığınızda artık anılar üzerlerinde, bu anılara ağır gelen, taşıyamayacakları çokça yükle gelir. Hep bir bitişle başlatırız hikâyemizi. Kaybettiğimiz kişi ile ilgili hatırladıklarımız hep o kayıp gününün sonundan başlar. Bergson onları hatırlamasak bile imgelerin sağ kaldığını söyler. Hatırlanmasalar bile bir toz olup uçmuyorlar, sadece üzerileri belleğimizin kumları ile örtülüyor. Bir kağıdın üzerine koyduğunuz kumu yakın bir mesafeden hafifçe üflerseniz kumların bir kısmı uçuşacak ama bir kısmı kağıdın yüzeyinde kalacaktır. Bunu tekrar ve tekrar yaptığınızda, aynı sonuçla karşılaşır ama farklı kum tanelerini uçuşturursunuz.” (Kotaman, 2022)

 

Şimdi bir sahne. Ortadan ikiye bölünmüş. Bir tarafta sevdiği sarı, sevdiği güneş ile Sophie oturuyor ve hayattan bahsediyor. Bize değil, geleceğine dönük. Çünkü Sophie tüm imkânların eşiğinde. Çünkü gençlerin hepsinde her şey dahil bilekliği var. Demek Sophie de ileride bu bilekliklerden birini takacak ve her seçimin mümkün, her şeyin dahil olduğu o günlerin tadını çıkaracak. Oysa Calum’un maddi gücü bu bileklikleri almaya yetmemişti. Calum için hayatta hiçbir zaman “her şey dahil” olmayacaktı. Bilekliğin sarı olduğunu da aklımızın bir yerinde tutmamız gerekiyor. Sophie için bütün mümkünlerin rengidir sarı. Peki, değil mi ki o, aynı güneşe baktıkları sürece mutlu. Değil mi ki Sophie’nin daha çok tatili, daha çok anısı olacak? Oysa Calum kadrajın sağında, lacivert ışıklı banyoda. Karanlıkta alçısını çıkarmaya çalışıyor, acı çekiyor ve anlatmıyor. Sophie’nin renklerine karşılık Calum’un karanlığı. Aynı, suyun en başından itibaren ikisi için de farklı anlamlara gelmesi gibi. Güneşli bir günde, neşeli bir suya dalış ve kara bir gecede karanlık bir denize giriş. Calum için su bitişi, karanlığı, ölümü ifade ediyor ama kızı için su cıvıl cıvıl, renkli, hayat dolu. Sophie’nin hayatı ancak arkadan bebek sesleri gelen bugünde kararıyor. Hatıraları ışıl ışıl, gerçekleri karanlık. Babasının taşıdığı acıları ifade eden alçıyı, Sophie, babası çıkardıktan sonra yıllarca taşımaya devam ediyor.

 

 

Bir şeyi hatırladığımız her zaman aslında onu son hatırladığımız anı hatırlarız.  Hatırladığımız aslında hatıranın bizde kalan son izleridir. Dolayısıyla anılarımızı sürekli yeniden oluştururuz. Anıların ne kadar kurgusal olduklarını pekala anlayabiliriz buradan. Yıllar sonra hatıralarının aksine karanlık, ışıksız bir evde babasını hatırlayan o kadın, bu gördüklerimizin ne kadarını yaşadı? Bilemeyiz. Bildiğimiz tek şey, şu anki gerçekliğinin aksine hatıranın yaza, bol ışıklı, bol güneşli bir döneme ait olması tesadüfi değil. Renk renksizliğe, ışık karanlığa, hayat hatıraya karşı savaşıyor. Bu savaşın galibi de yok. Kaybediş görünen tek mümkün.

 

Neden ölmeyi seçti Calum? Maddi imkânsızlıklar, ruhsal bunalımlar, neden? Çözülemeyecek ne var ve Sophie bunları görebilir miydi? Sophie bu duygularla baş etmeye çalışıyor, çünkü babasını biraz da olsa anladığını hatırlıyor. O gözlüğü denize düşürdüğünde, “Pahalı olduğunu biliyorum” diyerek ondan özür dilemişti. Senin için ne anlama geldiğini anlıyorum, demek istemişti. Ama aslında anlayabilmiş miydi? “Baba, sigara içtiğini biliyorum” demişti. Seni görüyorum, demeye çalışmış olmalı. “Omzuna ne oldu?” diye sormuştu. Sophie denedi. Aslında bana kalırsa, Sophie elinden geleni yaptığını hatırlamaya çalıştı. Her hatırlamada kendisini biraz daha ikna etme çabasına girerek.

 

Ancak, Sophie ve Calum gerçekten birbirlerine son sahnede bakıyor. Birbirilerini kaybettikleri o an, artık babasıyla başka bir hikâyenin başlangıcı oluyor Sophie için. Calum intihar ettikten sonra artık parçalar yeniden birleşmeli. Biliyoruz ki, Calum’un hayatta kaybolan umudu o gözlükle beraber denizin dibini boyladı. Yakalamaya çalıştı Calum, elinden geleni yaptı ama bazen olmuyor, elinden gelen yetmiyor, sevgi yetmiyor.

 

Küçükken yaz tatillerinin akşam üstü saatleri bana hüzünlü gelirdi. Deniz, havuz eğlencesi bitmiş, güneş etkisini yitirmeye başlamış olurdu. Filmde havuzun üstünde rüzgârın hafif hareketleriyle sallanan yeşil deniz yatağı gibi. Ancak, bitişlerin yarattığı hüzne eşlik eden bitmeyiş hissinin de çok kuvvetli olduğunu düşünüyorum. Bir Tetris oyununun parçaları gibi elinde kalan anıları her seferinde kendi içinde tutarlı bir sıraya yerleştirmeye çalışırken Sophie aynı zamanda babasının kim olduğunu da anlamaya çalışıyor. Parçalar her bir araya geldiğinde ortaya başka bir Calum’un çıkıyor olması bundan olabilir. Sophie babası dans ettiğinde ya da Tai Chi yaptığında onun her zamanki şapşallıklarını yaptığını düşünürken aslında onu hep bir camın arkasından izlediğini görüyoruz. Sophie o zamanlar babasının bambaşka bir portresini çiziyordu, bugün oturduğu koltukta artık karşısında başka bir Calum var. Aynı her kilimin bilmediğimiz başka bir hikâyeyi anlatıyor oluşu gibi ve aynı kilimi gören her insanın bu hikâyeleri farklı yorumlayabileceği gibi. Bir yandan da kilim bir hikâyeye sahip olmakla ilgili olmalı. Kim olduğunu bilmeyen, hayatta çok şeyi ıskalamış olduğunu tahmin ettiğimiz Calum tek bir hikâyeye bile sahip olamayışının acısını çekiyor olabilir mi?

 

 

Filmin büyüsü, bittikten sonra da devam ediyor olmasından geliyor. Geçmiş aslında hiç geçmiyor. Filmi izledikten günler sonra aklınızda kalanların sizi giderek daha çok etkilemeye başlıyor olması sürpriz değil. Örneğin ben, Sophie’nin yollarından geçiyor, zamanın gerisinden o anlara, bir camın ve kameranın ardından bakıyorum hayata. Ve uzun uzun filmdeki “Game Over” sahnesini düşünüyorum.

 

 

Nalan Altınörs TRT4’te bir programa çıkıyor. Evdeki küçük televizyonun sesi sonuna kadar açık. “Hatıralar sarmış dört bir yanımı” diyerek söylüyor şarkısını. Üstünde siyah bir tuvalet var. Bense halının üstüne oturmuş, boyama yapıyorum. Kırmızı boya biraz halıya dökülüyor, dahası sanki boyanın kokusu odayı sarıyor.

 

“Baktığım her yerde izin duruyor, ben seni düşünmek istemesem de bana her şey seni hatırlatıyor.”

 

Sesler, renkler ve kokular hatıramı bulandırıyor. Boyanın rengini şimdi hatırlayamıyorum. Belki de soluk bir renkti ve dökülme anını kafamın içinde yeniden ve yeniden canlandırdığımda o anın endişesini hatırlayabilmek için onu kırmızı yaptım. Güney Koreli yönetmen Hong Sang-soo, 2015 yapımı Şimdi Doğru, O Zaman Yanlış filminde hatıraların sisli, puslu doğasını filmin adına da yerleştiriyordu.[2] Şimdi doğru, o zaman yanlış. Ya da ne zaman doğru, ne zaman yanlış? Hatıraların sisli puslu doğasında yapılan bir yolculuk tümüyle doğru ya da tümüyle yanlış olabilir mi? İzleyin ve kendiniz karar verin. Belki içinizden biraz da “Gamsız Hayat” mırıldanırsınız.

 

Gamsız hayat herkese başka sorar
Geçmiş hesaplarını
Gamsız hayat herkesi başka yorar
Görmez gözünün yaşını

 

 

 

Ana görsel: Linda Abadjian, Hallway (Koridor), “Remembering the Things Past” sergisinden, 2006.

 

[1] Filmde kullanılan şarkıların sözleri karakterlerin iç sesi gibi işliyor. Bu şarkıların sözlerini dinlediğimizde o anın karakterlerin içinde bulunduğu ruh halini iyi anlattığını anlıyoruz.

[2] 2018 yılındaki Uzun Bir Günden Geceye Yolculuk filminde yönetmen Bi Gan, hatıraların her zaman doğrusal bir biçimde olmadığını anlatıyordu. Hatıranın içindeki öznelliği ortaya çıkarmayı deniyordu. Hatıraların arzu ettiğimiz biçimde, sırayla, duyguyla bize gelmeyişini yine 2018 yapımı Hayal Edilen Bir Ülke filminde de görebildik. Yönetmen Siew Hua Yeo anıların kusurlu doğasını anlatmaya çalışırken yine başka birGüney Koreli yönetmen Hong Sang-soo, 2015 yapımı Şimdi Doğru, O Zaman Yanlış filminde aynı temayı işledi.

 

 

Kaynaklar

 

Aslı Kotaman, “Hatırlamasak Bile İmgeler Sağ Kalır,” 9 Şubat 2022, Gazete Pencere

https://www.gazetepencere.com/hatirlamasak-bile-imgeler-sag-kalir/

 

Fatma Berktay, “Gendering the Writing Subject,” Kadın Araştırmaları Dergisi, 1996, Sayı: 0- 4, 18.01.2012. Bkz. https://dergipark.org.tr/tr/pub/iukad/issue/732/7915

 

Jacqueline Taylor, “Thinking Difference Differently: An Exploration of l’écriture féminine, Women’s Art Practice and Postfeminism,” Esprit Créateur, Sayı: 58-2, 2018. Bkz.https://www.openaccess.bcu.ac.uk/9086/1/TAYLOR%20Thinking%20Difference%20Differently.pdf

 

Marcel Proust, Guermantes Tarafı, çev. Roza Hakmen, İstanbul: YKY, 2019.

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YBir Evliliğin Anatomisi ve Evdeki Meleği Öldürmek
Bir Evliliğin Anatomisi ve Evdeki Meleği Öldürmek

Kendisini çocuğu için feda etmeyen, yani mesleğini anneliğinin önünde tutan bir anne karakteriyle karşılaştığımızda ona nasıl yaklaşıyoruz? ...Oğluna yeterli vakti ayırmayıp yazarlığını ön plana çıkarsa, Samuel hakkında da benzer tekinsizlik hislerine kapılır mıydık?

KÜLTÜR

YHer Şeyin Onarıma İhtiyacı Var: Güzel Bir Sabah Filmi Üstüne
Her Şeyin Onarıma İhtiyacı Var: Güzel Bir Sabah Filmi Üstüne

Hayatta her şeyin onarıma ihtiyacı olduğu doğru değil mi? İlişkilerden kişilere, kalpten akla hemen her şeyin onarıma ihtiyacı vardır.

KÜLTÜR

YHiçbir Kadın Susmamalı: Konuşan Kadınlar Filmi Üstüne
Hiçbir Kadın Susmamalı: Konuşan Kadınlar Filmi Üstüne

Yönetmen Sarah Polley bir röportajında şöyle diyor: “Bir şeyi anlatacak kelimeleriniz olduğunda, bu o şeyi nasıl anlamlandırdığınızı, onu hayatınızın hangi noktasına dahil ettiğinizi değiştirir.

KÜLTÜR

YOdysseus Artık Geri Dönmek İstemeyen bir Göçmendir: Sessiz Kız Filmi Üstüne
Odysseus Artık Geri Dönmek İstemeyen bir Göçmendir: Sessiz Kız Filmi Üstüne

Odysseus artık bir kere çıkmıştır evinden. Bir kere gittiğiniz zaman artık dönseniz bulamayabilir, dönseniz de aynı insan olmayabilirsiniz. Anne babanızın birer ölümlü olduğunu fark etmişsinizdir artık.

Bir de bunlar var

Cinsel İstismardan Hayatta Kalan Bir Blogger’la Röportaj
Lego Kız İnsanlar Nerede?
Yıldızname

Pin It on Pinterest