Fatih Artvinli'yle Toptaşı Bimarhanesi'nden Bakırköy'e akıl hastalıkları, tedaviler ve devlet politikaları...

TARİH

19. Yüzyıldan Günümüze Delilik: Fatih Artvinli ile söyleşi – 1. Bölüm

Delilik ve akıllılık gibi kavramların birbiri içinde eriyip gittiği şu günlerde kendimizin ya da dâhil olduğumuz çevrenin hangi safta yer aldığı sorusuna yanıt vermek güç, zira bu kavramlar yalnızca psikolojik ya da biyolojik değil sosyal birer kategori olarak da hayatımızdalar. Bunlardan biri yahut diğerinden bahsediyor olmak, bizi tam da bu sebeple kişisel olanın alanından çıkartıp modern toplumun inşasına ve kurumlarına bağlıyor. Bu kurumlardan en önemlisi kuşkusuz bimarhaneler ya da bugün bildiğimiz adıyla akıl hastaneleri.

 

Aklımızdaki birtakım soruları bimarhanelerin tarihini bir modernleşme çabası üzerinden okuyan, 2013’te Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden çıkan Toptaşı Bimarhanesi adlı çalışmanın yazarı Fatih Artvinli‘ye sorduk. Kısa süre önce post-doktora için gittiği Harvard Üniversitesi’nden dönen Artvinli’yi en yoğun zamanlarından birinde yakalamayı başararak kendisiyle oldukça keyifli, düşündürücü ve fark edeceğiniz üzere uzunca bir sohbet etme imkânı bulduk.

 

Fatih Artvinli halen Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. İnsan Sağlığı ve Eğitim Vakfı (İNSEV)’nın yönetim kurulunda da yer alan Artvinli, sağlık görevlisi olarak çalıştığı yıllarda Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde de görev yapmıştır.

 

 

FATİH

 

 

Belli kavramlara açıklık getirerek başlarsak; dönüşümlü olarak ya da biri ötekidir sanarak kullandığımız deli, mecnun, meczûb, darüşşifa, bimarhane ve tımarhane ifadelerini tanımlayabilir misiniz?

 

Aslında bu kavramların, birbirlerine yakın anlamlarıyla, aynı olguyu ifade etmek üzere kullanıldığını söyleyebiliriz. Mecnun-bimarhane, deli-tımarhane, akıl hastası-akıl hastanesi, gibi kavram çiftleri temelde iki şeyi tanımlıyor: bir kurum ve bu kurumun içindekiler. Bunlar özetle, 18. yüzyıldan 21. yüzyıla değişen, dilin aldığı farklı biçimlerin yansımasından ibaret. Tabii dilin kendisi de yine belli bir toplumsal-tarihsel bağlama sahip.

 

Mecnun kelimesi “cinn” kökünden geliyor, cennet ve cinnet de aynı kökten. “Cünûn”, örtünmek, gizlenmek, aklını kaybetmek gibi anlamları var, bu durumdaki kişiye ise “mecnun” (deli) deniyor. Günümüzdeki anlamıyla psikotik karşılığında kullanılıyor yani gerçeği değerlendirmenin bozulduğu bir durumu ifade ediyor.

 

Darüşşifa, kabaca hastane demek, bugünkü genel hastaneler gibi düşünebiliriz; bimar ise Farsça bir kelime hasta demek, bimarhane de hastahane. 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarından itibaren, eski darüşşifalara yalnızca akıl hastaları yerleştirilmeye başlanıyor; bu dönemlerden itibaren bimarhane kelimesi tımarhaneyi ifade edecek şekilde kullanılıyor. Tabii bir de bu kavramları kimin kullandığı da çok önemli, bürokrasi bimarhane diyordu ama halk tımarhane diyordu. Ya da yazılı evrakta mecnun deniyordu ama sokakta, deli deniyordu. Deli, Türkçe bir isim. Bir de meczûb var, o ise belirli bir etkiye, cezbeye kapılmış, o etki ile kendinden geçmiş kişi demek. Deli, divane, mecnun anlamında da kullanılıyor. Meczûb ile mecnun arasındaki felsefi tartışmalar uzun ama temel ayrım kabaca şöyle: akıl adamı terk ederse “deli”; adam aklı terk ederse “meczûb” olur.

 

Bu kavramların bazıları artık kullanılmıyor; peki bugün onların yerine ne tür ifadeler daha çok kullanılıyor?

 

Evet bu kavramlar geçmişte kaldı ama deli ve tımarhane yakın zamana kadar sadece toplumda değil, basında da yaygın şekilde kullanılıyordu. 1960’larda deli değil ruh hastası, tımarhane değil akıl hastanesi kelimelerinin kullanılması için çalışılıyordu. Başhekim Faruk Bayülkem, zamanında Burhan Felek ve Abdi İpekçi’ye gidip rica etmiş, deli-tımarhane diye yazmamaları için. “Dün akşam tımarhaneden üç deli firar etti!” yerine, “Dün akşam Akıl Hastanesi’nden üç hasta izinsiz ayrıldı!” diye yazdıklarını biliyoruz. Tabii bu alandaki kavramların zamanla olumsuz içerikle ve giderek stigmatize edici, damgalayıcı biçimde kullanılması söz konusu. Mesela, ruh hastası ve akıl hastası kavramları da kendi içinde zamanla damgalayıcı biçimde kullanılır, anlaşılır oldu. Bugün tüm bu kavramların yerine, daha az damgalayıcı ve hastaların özne ve birey olma özelliklerinin altını çizen çeşitli kavramlar kullanılmaya çalışılıyor. Psikiyatri hastası, psikiyatrik hasta, şizofreni hastası gibi ya da kişi doğrudan hastalığın adıyla anılıyor, yani şizofren, manik gibi. Elbette bu kavramlar da, kişiyi hastalığa hapsediyor. Bu kavramlar da terkediliyor çünkü artık ruhsal hastalıklardan değil bozukluklardan bahsediyor psikiyatri. Adlandırılan, sınıflandırılan şey de aslında bozukluklar. Yani kişiler, insanlar sınıflandırılmıyor, sahip oldukları bozukluklar sınıflandırılıyor. Dolayısıyla şizofren değil şizofrenisi olan birey denilmeye başlandı.

 

1

 

Öznelik durumunu vurgulamak için de, daha çok psikanaliz çevrelerinde ve yazı dilinde daha da farklı kullanımlar var, “psikotik özne” gibi. Medikal modelden bozukluk (dis-order) olarak görülen durum sosyal modelden engellilik (dis-able) olarak adlandırılıyor. Yani bedensel engelliler gibi ruhsal engelli birey deniyor. Bir de gerçeği değerlendirmenin bozulmadığı, kabaca nevroz grubu bozukluklar var, panik bozukluk, fobiler, anksiyete bozuklukları vb. gibi. Orada da bazen sınıfsal durum bile belirleyebiliyor hangi sözcüğün seçildiğini, örneğin hastanede “hasta” denilen kişiye, özel terapide “danışan” denmesi gibi.

 

2

 

Toptaşı Bimarhanesi’nin temel aktörleri olarak gösterdiğiniz dört isim var; Luigi Mongeri, A. De Castro, Avni Mahmud ve Mazhar Osman. Bu isimlerden ve onların bimarhaneye olan etkilerinden kısaca bahseder misiniz?

 

Bu dört isim, 1873-1927 yılları arasında, birbiri ardına başhekimlik yapıyor. Temel aktörler bu isimler ve uzun sürelerle başhekimlik yapıyorlar. Bir de, Avni Mahmud ile Mazhar Osman’ın arasında koltuk gidip geldiği sırada, çok kısa süreli bir Mustafa Hayrullah dönemi var, o biraz ara rejim başhekimi gibi. Esas olarak bu dört başhekimin biyografilerine daha yakından bakmamın nedeni, kurumun zihniyetini ya da bir zihniyetin nasıl kurumsallaşmaya çalıştığını anlamaya çalışmaktı. Çünkü burada adına kurum dediğimiz şey – bu bir akıl hastanesi de olsa – çoğunlukla yöneticilerin icraatlarıyla şekilleniyor, yani bizzat onların kişilikleri, düşünceleri, eğitimleri, siyasetle olan ilişkileri ile belirleniyor. Bu dört başhekim biraz da, Jung’un dört arketipi gibi bir imgeye denk düşüyor. Daha doğrusu prototip diyelim, dört farklı yönetici tipine denk düşüyor. Siyasal dönem olarak da, tam denk düşmese de kabaca Tanzimat, II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin başhekimleri denebilir.

 

Mongeri, Castro, Avni Mahmud, Mazhar Osman

Mongeri, Castro, Avni Mahmud, Mazhar Osman

 

Luigi Mongeri İtalyan bir hekim ve ilginç bir hayat hikâyesi var. Milano’da doğuyor, Pavia’da tıp okuyor, 1839’da İstanbul’a geliyor. O sırada Mısır’la savaşan Osmanlı birliğine doktor olarak katılıyor. Nizip Savaşı’nın ardından İstanbul’a dönüp kısa bir süre Sinop Karantinası’nda çalışıyor, sonra uzun bir zaman Girit adasında görev yapıyor. Bu yıllarda esas işi salgınları ve özel olarak kolerayı önlemek. Bu konuda çeşitli yazıları, raporları var. 1856 yılında Süleymaniye Bimarhanesi’ne başhekim olarak atanıyor.

 

Mongeri, hekim yönü güçlü bir yönetici ve yaptıklarına o dönem açısından bakacak olursak bir reform gerçekleştirdiği çok açık. Mongeri’nin esas olarak iki ideali olduğunu söyleyebiliriz: Bir tanesi İstanbul’un surları dışında modern bir akıl hastanesi inşa etmek, ikincisi ise bu alanla ilişkili bir yasal düzenleme yapmak yani kime mecnun denileceğine, hastaneye kimin yatırılacağına, bu kişilerin nasıl tedavi edileceklerine dair bir yasa hazırlamak. Mongeri de, Pinel gibi akıl hastalarını zincirden kurtardığı için, daha doğrusu bimarhanede zincir uygulamasını yasakladığı için İstanbul’un Pinel’i olarak adlandırılıyordu. Yani Mongeri, özetle idealist bir hekim, daha doğrusu alienist idi. Yani bir tür deli doktoru. O zamanlar henüz psikiyatrist kelimesi Avrupa’da da o kadar yaygın değil. Alienation yabancılaşma değil, aslında delilik demek. Alienist ise akıl hastalığı nedeniyle topluma yabancılaşmış kişilerle meşgul olan doktorlara deniyordu.

 

De Castro ise idare-i maslahatçı diyebileceğimiz bir yönetici profiline denk düşen bir başhekim. Balat’ta doğup büyümüş, Mekteb-i Tıbbiye mezunu, Paris ve İtalya’da kısa süreli eğitim almış Musevi bir hekim. Castro, II. Abdülhamid döneminin hekimi, bir istibdad kurumu olarak düşünülen Toptaşı’nı idare eden kişi. Bu dönemde hasta sayıları hızla artıyor, kurum yeniden eski tip bir hapishaneye dönüyor, hatta bir ara Yassıada’ya taşınması gündeme geliyor. Özetle Castro, Abdülhamid dönemi başhekimi, 26 yıl başhekimlik yapıyor ve zaten Meşrutiyet yeniden ilan olunur olunmaz, en çok eleştirilen isimlerin başında geliyor ve istifa etmek zorunda kalıyor 1908’de.

 

Avni Mahmud ise II. Meşrutiyet’ten hemen sonra göreve geliyor, eski rejimi az da olsa eleştiriyor ama yeni rejimi de çok benimsememiş bir hekim. Aslında tarihsel açıdan klasik dönemi özleyen, yaşadığı dönemi ise eksik, yetersiz bulan bir yönetici. Asıl rakibi Mazhar Osman ise Toptaşı’nın son başhekimi oluyor; 1919 yılında kurumu kapatıp 1924’ten itibaren Bakırköy’e taşıyan başhekim. Mazhar Osman bu denklemde reformcu özelliğiyle Mongeri’ye daha yakın bir yerde konumlanabilir ama esas özelliği pragmatik olması. Her yönetim ve iktidarla ilişkisini güncelliyor.

 

Mazhar Osman’ın teşkilatçı özelliği var. Etrafında oluşturduğu ekiple sadece Toptaşı ve Bakırköy’e değil, çok uzun yıllar, bugüne de etkisi uzanan bir psikiyatri düşüncesini aktarıyor. Bu deliliğin beyindeki patolojiler sonucu oluştuğunu savunan ve hastalığın organik temellerini öne alan anlayış. Biyolojik psikiyatri de diyebiliriz. Tabii bir de daha öncekilerden tamamen ayrılacak şekilde, Türkiye’de ruh sağlığıyla ilgili alanı tımarhaneden çıkartıp toplum içerisine yayan, psikiyatriyi popülerleştiren bir isim Mazhar Osman. En sık tekrar ettiği söz ise şu: Cinnet (delilik) bir hastalıktır, mecnun da (deli) bir hastadır. Onu Türkiye’deki modern psikiyatrinin bu anlamıyla esas olarak kurumsallaşmasını, yerleşmesini sağlayan ve belirli bir psikiyatri anlayışı ve pratiğini, ekibine ve sonraki kuşağa devreden kişi olarak özetleyebiliriz.

 

Toptaşı Bimarhanesinde bir grup erkek hasta

Toptaşı Bimarhanesinde bir grup erkek hasta

 

Foucault Deliliğin Tarihi kitabında deliliğin tarihinin aynı zamanda aklın tarihi de olduğunun altını çiziyor. Bundan yola çıkarak Osmanlı’nın son dönemleri ve Türkiye cumhuriyetinin ilk yıllarındaki akıl tarihini nasıl yorumlarsınız?

 

Tabii burada kısaca birkaç şey söyleyebiliriz ama uzun bir tartışma bu. Foucault, klasik çağdaki deliliğin tarihine odaklanıyor ve bunu aydınlanma ve Batı uygarlığı bağlamında tartışıyor. Delilerin tehlikeli yaratıklar olarak zincirlere vurulmalarıyla başlayıp Fransız Devrimi’nden sonra zincirlerin çözülmesiyle sona eren bir çağı anlatıyor. Bu dönem elbette aklın çağı, modern aklın biçimlendiği dönem esas olarak. Delilikle ilgili düşünceler Rönesans’ın sonuna doğru değişmeye başlıyor. Deliliği, onu tanımlayan ve susturan akıl üzerinden anlatmaya çalışıyor Foucault. Bu aynı zamanda politik bir okuma ve bir zihniyet eleştirisi. Foucault’ya göre iktidar ilişkileri kapitalist üretim biçiminden ayrı düşünülemez, dolayısıyla ekonomik ve politik sistemin dönüşümüyle birlikte, özel olarak da burjuvazinin isteğiyle, arzusuyla bir sosyal düzen ve kontrolü söz konusudur.

 

Foucault ve ardından gelen diğer bazılarına göre, modernitenin en temel kurumlarından birisi olan psikiyatri esas olarak sosyal kontrol amacı ile oluşup profesyonelleşen bir alan. Dolayısıyla anormalliği de, makbul olanın, normalin zıddı üzerinden tanımlayıp, ayrımı böyle kuruyor. Tabii burada şunu da söylemek lazım, Foucault’nun, özel olarak psikiyatri eleştirisi veya psikiyatrideki iktidar ilişkisini deşifre etmesi bağlamında öne sürdüğü tezlerin kendisinin de bir tarihsel bağlamı var. Yani 1950’lerin psikiyatri pratiği, tartışmaları bu açıdan önemli ve yine psikiyatri karşıtı söylemin yükseldiği, anti-psikiyatrinin yükseldiği bir döneme denk düşüyor bu tartışmalar.

 

Bize dönersek, Osmanlı son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yılları, tarihsel açıdan Foucault’nun incelediği dönemden çok sonraya denk düşüyor. Kültürel açıdan da, modernite deneyimi açısından da farklı bir coğrafyadan bahsediyoruz. Tabii bazı açılardan Deliliğin Tarihi’ndeki gibi ortak imgeler var. Deliliğin seyredilmesi gibi mesela. Bizde de hayvanat bahçesini gezer gibi tımarhane ziyaretleri olduğunu görüyoruz, 19. yüzyılda, hatta Bakırköy’e de bu amaçla gelenler olurmuş eskiden. İkinci Meşrutiyet sonrası bazı tartışmalar da, devrim öncesi-sonrası Fransa’daki tartışmalara benziyor bazı açılardan. Ama temel olarak 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı Türkiye’de psikiyatri dediğimiz zaman, artık tıbba dahil olmuş, akliye ve asabiyecilerin çalıştığı, psikiyatrinin diğer alanlar gibi biyolojik kökenlerinin olduğuna, tedavi edilebilir hastalıklar olduğuna giderek daha fazla inanılan bir dönemden bahsediyoruz.

 

Peki normal olanlara göre mi sınıflandırılıyordu akıl hastalıkları?

 

Akıl hastalıklarının sınıflandırılması daha eskilere gidiyor. Her şeyden önce, adına delilik dediğimiz şey genel bir ifade, tek bir çeşitten bahsetmiyoruz. Akıl hastalıklarının nedenleri konusunda bugün olduğu gibi o dönemde de tartışma vardı. Temelde sosyal, psikolojik ve biyolojik açıklama modelleri var. Dolayısıyla normallik anormallik kategorileri ya da her bir hastalık için, bugün bile belirli özel bir tahlil, ya da biyolojik bir marker olmasa bile, davranış düzeyinde, düşünce içeriği düzeyinde sınıflandırmalar yapılıyor. Burada şunu hatırlamak lazım, delilik veya akıl hastalığı sadece sosyal olarak kurulu bir şey değil. Anti-psikiyatrinin bir kanadı akıl hastalığını tamamen reddediyor, bazıları olumluyor, bazıları ise sadece sosyal, politik olarak açıklıyordu. Bugün bunların yerine, çeşitli nedenlerin olduğu, birlikte etki ettikleri daha çok benimseniyor artık. Anti-psikiyatrinin sert eleştirileri psikiyatriyi değişime itiyor. Bu değişimlerden biri de daha nesnel tanımlamalar, sınıflamalar yapmaya başlamak. Ama bununla birlikte yine de psikiyatrik hastalıkların toplumsal nedenleri ve belirleyenleri çok önemli. Eskiden de önemliydi. Mesela 19. yüzyılda zorla evlendirilme ya da din değiştirmeye zorlama gibi nedenler vardı.

 

Bu kişilerin akıl hastanesine yerleşmeleri süreci nasıl işliyordu? Akıl sağlıklarının yerinde olmadığına nasıl karar veriliyordu?

 

Her şeyden önce akıl hastanesine hangi yollarla giriş çıkış yapılabileceği bellidir. Bugün de geçerli. Süleymaniye ve Toptaşı Bimarhanelerine, insanlar iki şekilde getiriliyordu: ya aileleri tarafından ya da devlet tarafından. Devlet deyince de toplumsal asayiş üzerinden polisler, kaymakamlar, muhtarlar, mahkemeler gibi devlet aracılığıyla gönderilmeyi kastediyorum. Üçüncü bir şekilde de giriş olabilir, o da eğer kişi kendi isteğiyle gelirse. Tabii bu 19. yüzyıl için geçerli değil, Bakırköy’de bile daha sonraki dönemlerde, o da çok az. Tımarhaneden çıkışlar ise dört şekilde mümkün: tedavi olarak, ailelerin isteği ile, hükümet emriyle ya da kaçarak.

 

Mazhar Osman zincirleri çözüyor.

Mazhar Osman zincirleri çözüyor.

 

Zaten Bimarhaneler Nizamnamesi de bunu daha spesifik olarak düzenleyen, giriş, çıkış, taburculuk koşullarını, hangi evrakların istenip hangi soruların sorulacağını düzenleyen bir belge. Esas olarak getirilen kişinin ifadeleri, varsa ailesinin ya da polis, jandarma vb. gibi getirenlerin anlattıkları üzerinden düşünülüyordu öncelikle. Yani kimler akıl hastası olarak tımarhaneye kabul ediliyordu veya kimlere akıl hastası deniyordu sorusunun cevabı 19. yüzyıl ortalarından itibaren artık hekimlerdeydi. 20. yüzyıl başlarından itibaren ise özel olarak akliye ve asabiye mütehassıslarının. Gelen kişinin bilişsel düzeyi, davranışları, belli sorulara verdiği cevaplar, bunların yanı sıra yakınlarının anlattığı ya da başka bir şehirde ise birlikte gönderilen yazılar gibi şeyler önemli oluyordu bu aşamada. Belli bir süre tutulduktan sonra da durumuna göre bir teşhis yazılıyordu.

 

Bu sınıflandırma, teşhis aşamasında doktorlar biraz dışarıda kalıyor gibi. Bu dönemde psikiyatrların misyonu neydi?

 

19. yüzyıl akıl hastanelerindeki psikiyatristlerin esas misyonu, kurumlarında bulunan kişilerin muhafaza ve bakımını sağlamaktı. Psikiyatristler kimin hasta olup olmadığını anlamak için elbette yalnızca çevresindeki kişilere kulak vermiyorlardı. Esas olarak hastanın hikâyesi, düşünce ve davranışları üzerinden, önce temel bir ayrıma gidiyorlardı; manik, depresif ya da ateh-i kablel miad, yani vaktinden önce gelen bunama. Bugünkü şizofreni karşılığı. 1911 yılındaki adlandırılmasından önce şizofreni yerine dementia praecox deniyordu. Özetle, hastanın coşkun ya da içe kapanık bir hâli var mı, uyuyor mu uyumuyor mu, ailesinde başka hasta olanlar var mı, bir olay mı neden oldu, sara hastalığı geçirmiş mi, alkol kullanıyor mu gibi sorular. Dolayısıyla akıl hastalığının çok farklı nedenlerle, genetik, organik, sosyal, psikolojik nedenlerle olabileceğine dair bir anlayış o dönemde de vardı. Fakat 19. yüzyıl akıl hastanelerinin hapishanelerden çok farkı yoktu. Sultanahmet hapishanesinin bir kısmı, tımarhaneydi yani bu amaçla kullanılıyordu. Esas olan barınacak yer ve yemek. Bu açıdan İngilizce’deki “lunatic asylum” yani delilerin sığındığı, barındığı yer, yurt demek. Osmanlıdaki karşılığı melce, tam karşılığı “melce-i mecanin”.

 

Psikiyatristlerin esas belirleyiciliği 20. yüzyıldan itibaren profesyonelleşmenin daha da artmasıyla somutlaşıyor. Psikiyatrinin bir eğitim olarak tıp fakültesine girmesiyle de artan bir uzmanlık alanından bahsediyoruz.

 

Ana görseldeki fotoğraf: Bimarhane avlusunda gramafon eşliğinde oynayan hastalar.

 

Röportajın 2. bölümü için buraya.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YBedeni Yerle Bir Etmek: Kesikler, Dikişler ve <i>Anarchitecture</i> Üzerine 
Bedeni Yerle Bir Etmek: Kesikler, Dikişler ve Anarchitecture Üzerine 

Heteronormatif kültürel alanın şekillenişinde ev, sanki hiçbir eksiği yokmuşçasına ele alınıyor. Anarchitectural performanslarsa orada olmayana, ortadan kaldırılana, noksan olana –kalanı ebedi göstermek adına yok edilmiş, silinmiş ya da karartılmış olana- ihtimam etme hususunda ısrarcı.

MEYDAN

YIlya Kaminsky’den Ukrayna, Rusya ve Savaşın Dili Üzerine
Ilya Kaminsky’den Ukrayna, Rusya ve Savaşın Dili Üzerine

Dil terk edip gidebileceğin bir yer mi? Aşabileceğin bir duvar mı? Duvarın öte tarafında ne var? 

SANAT

YKolektif Dertlerimiz, Kolektif Değerlerimiz: Hattın Ucunda Zeki Müren’le Türkiye Tarihine Bir Bakış
Kolektif Dertlerimiz, Kolektif Değerlerimiz: Hattın Ucunda Zeki Müren’le Türkiye Tarihine Bir Bakış

Ölümünden neredeyse 20 sene sonra, Zeki Müren günümüzde ne anlama geliyor? Onun görsel ve işitsel remiksleri nasıl oluyor da hâlâ kültürel dünyamızda yer buluyor?

SANAT

YBedenin Kuvvetleri, Maddenin Halleri
Bedenin Kuvvetleri, Maddenin Halleri

Soru sorma kapasitesinde bir beden Maddenin Halleri. Yıkıma, yıkma faaliyetine yöneltilen yaşama dair bir soru onunkisi: “Hastaneyi yaşayan bir canlı olarak nasıl görebiliriz?”

Bir de bunlar var

Hrant Dink’in Taziye Defterinde Türkan Saylan’ın Satırları
Habig Şapkaların Enalâsıdır, Habig Şapkaların Enalâsıdır, Habig Şapkalarıın…
Demir Leydi’nin Ölümü Üzerine…

Pin It on Pinterest