Halit Ziya’nın göz ardı edilişinde en çok milliyetçiliğin etkisi olduğunu söylemek gerekir. Halit Ziya’nın romanı bıraktığı yıllar tam da milliyetçiliğin yükselişe geçtiği yıllardır.

SANAT

Zeynep Uysal’la Halit Ziya Edebiyatı Üzerine 2: Nasıl Yazdı? Nasıl Okudu? Nasıl Unutuldu?

Zeynep Uysal’la Halit Ziya söyleşimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Bir yandan Madame Bovary’den bahsettik, diğer yanda siz Ahmet Cemil’in Faustyen bir karakter olduğunu söylediniz. Halit Ziya’nın gerçekçi roman üzerine çok düşündüğünü biliyoruz. Ama mesela ilk romanı Sefile’de, kendini mahva sürükleyen adamın boğazını dişleriyle parçalayan bir kadın karakter var. Gotik denebilecek bir roman finali. Bütün bunları birlikte düşünerek sormak istiyorum. Halit Ziya nasıl bir imgelemden besleniyor? Nasıl yetişmiş? Neler okumuş?

 

Çok erken yaşlardan itibaren okuduğunu, İzmir’de okula gittiğini, çok küçük olmasına rağmen okul tercihlerinde bizzat kendisinin müdahil olduğunu, ailesinden gizli başka bir okula kaydını aldırttığını biliyoruz. Daha doğrusu kendisi 40 Yıl adlı anı kitabında böyle anlatıyor. Mekitarist Mektebi’ne gidiyor ve Mekitarist Mektebi’ne daha önce Müslüman birinin gittiği görülmemiş. İlk Halit Ziya gidiyor bildiğim kadarıyla. Bir kere tabi orada çok çeşitli şeyler okuma fırsatı buluyor. Şunu biliyoruz, harçlık alıyor ailesinden. Harçlığını alıp İstanbul’daki kitapçılara kitap sipariş ediyor. Bunların arasında, Ahmet Mithatlar Namık Kemaller, o sıralarda çıkmış, çıkmakta olan, Türkçe edebiyattan hikayeler, romanlar var. Aynı sırada Batı edebiyatını da okumaya başlıyor. Önce Fransızca okuduğunu anlıyoruz, daha küçük yaşlarda. Sonra İngilizce okuyor.

 

Halit Ziya roman ve öykünün yanı sıra pek çok farklı türde de yazmış bir yazar. Denemeler yazmış, otobiyografilerini yazmış, üniversitede verdiği dersleri kitaplaştırmış. Bunlar arasında Latin Edebiyatı Tarihi, İspanyol ve Yunan Edebiyatı Tarihleri var. Bir kısmı ölümünden sonra kitaplaştırılmış, Sanata Dair adında dört-beş ciltlik bir eseri var. Burada dil hakkında, gramer hakkında, müzik ve sanat hakkında yazdığı denemelerin yanında hem Türkçede hem Batı dillerinde okuduğu ve çok önemsediği yazarlar hakkında yine deneme tarzında tanıtım yazıları var. Bu yazılarda şunu görüyoruz: Doğrudan eserlerinde izlerini yakaladığımız, etkileşimi görebildiğimiz örnekler olduğu gibi, o metinlerarasılığı bize yakalatan başka pek çok unsura değiniyor. Üslubundan, yazma biçiminden, yazarlık tavrından etkilendiğini açıkça söylediği yazarlar var. Evet, Sefile’de ya da Ferdi ve Şürekası’nın yangınla biten sonunda biraz İngiliz gotiğini andıran yerler var. Ama aslında daha çok Zola’dan izler taşıdığını, Zola’nın o vahşi natüralizmini, yer yer insanın hayvanileştiği bir natürazim anlayışını benimsediğini, daha doğrusu bundan çok etkilenmiş olduğunu anlıyoruz. Kendisi de ilk romanlarında yapıyor bunları. Ama sonra yapmıyor. Sonra çok daha sakin olay örgüleriyle karakterlerin iç dünyası üzerinden ilerlemeye başlıyor. Bu kadar dramatik hareketler çıkarmıyor karşımıza. Flaubert’den her bakımdan çok etkilendiğini görüyoruz. Zaten daha Hikaye’yi yazarken Flaubert etkisi açıkça görülüyor.

 

metruk ev

 

Hikaye’yi çok erken bir yaşta yazıyor galiba, değil mi?

 

Çok erken yazıyor. 18-19 yaşlarında. Ve bu kitapta nasıl ciddi bir okur olduğunu ve nasıl yakın okuma yaptığını görüyoruz. Bovary’den pasajları kendisi çeviriyor. Şahane bir çeviri yapıyor, onları koyuyor, sonra da o bölümlere yakın okuma yapıyor. O döneme kadar tabi bu tür bir edebiyat okumasına rastlamıyoruz. Recaizade’nin Talim-i Edebiyat’ında bile böyle bir okuma örneği yok. Dediğim gibi Zola ile Flaubert’i bizzat örneklediğini görüyoruz. Germinal’den bölümler alıyor. Onları yine hem çeviriyor hem okuyor. Bir de Goncourt kardeşler. Onları da çok seviyor. Tabi bu ilişkiden de yola çıkarak Halit Ziya’yı eleştirenlerin en çok söylediği, kurduğu cümle, “Fransız edebiyatını taklit ediyor” cümlesi. Yazdıkları bu kültüre ait değil, köksüz ve yüzeysel diyerek devam ediyor bu eleştiriler.

 

Sonrasında da milli değil diyecekler.

 

Evet, “milli” değil, buradan değil, “biz”den değil. Bunlar aslında hem Halit Ziya’ya hem de Servet-i Fünun edebiyatına yönelik son derece kalıplaşmış, sürekli tekrar edilen ama o tekrarın içinde kimsenin bir daha dönüp düşünmediği yargılar. Fransız edebiyatını taklit ettiğini söyleyip dururlar ama diğer edebiyatlarla ilişkisinden hiç söz edilmez. Ama mesela Charles Dickens’ı da çok sevdiğini ve onun üslubunu, betimleme biçimini kendisine yakın bulduğunu yine Halit Ziya anlatır bize. Ya da “Milli Roman” yazısında neden romanın milliyeti olamayacağını tartışır. Roman insana, insanın iç dünyasına ait bir türdür. Diğer yandan Halit Ziya okuyucusunu karakterlerinin iç dünyalarının derinliklerine davet eder. Bu karakterler kendisinin de içinde biçimlendiği toplumun parçasıdır. Sancıları, hesaplaşmaları içinde biçimlendikleri topluma ve kültüre aittir. Onun edebiyatını kendinden önce ve hatta uzun süre sonraki edebiyatlardan da ayıran nokta ders vermeyen, öğretmeyen, otoritesini geriye çekmiş anlatıcılardır aslında. Ve model olma yükünü taşımayan, kaybeden karakterleriyle özerk bir edebiyat olmasıdır. Halit Ziya’nın köksüzlükle, taklitçilikle eleştirilmesinde de bu özerk edebiyat anlayışının etkisi ne yazık ki. Ama bu edebiyat tam da içinde biçimlendiği toplumun yaşadığı kırılmaların, sancıların izlerini taşır. Halit Ziya’nın kendisi de yaşadığı coğrafyadaki modernlik deneyiminin öznesi olan bir Osmanlı entelektüelidir sonuçta. Ve bütün bu kırılmaların, krizlerin içinde biçimlenen bir yazardır. Belki bu yüzden son romanlarından Kırık Hayatlar daha modernist bir bakış açısıyla yazılmış bir roman. Evet bir 19. yüzyıl realist romancısıdır Halit Ziya. Ama Kırık Hayatlar’da geldiği yere bakarsak aslında o modernist bakışın, yani dünyanın o kadar kolay anlaşılamaz bir yer olduğu, hakikatin o kadar kolay ulaşılamaz bir şey olduğu fikrinin belki biçimsel olarak değil ama düşünsel olarak, imgesel olarak metni belirlediğini görürüz. Yani Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu’dan devamla Kırık Hayatlar’da artık başka bir Halit Ziya çıkar karşımıza.

 

Halit Ziya romanlarında sınıfsal bir deneyim da buluyoruz. Hem maddeyi arzulayan ve ona erişen/erişemeyen karakterler etrafında hem de bu karakterlerin arasındaki bir eşitsizlik olarak gündeme geliyor. Bu konuda belirli bir bakışı var mı?

 

Halit Ziya’nın kendi yaşam deneyimi aslında bir burjuvanın yaşam deneyimi. Varlıklı bir aile içinde büyümüş. Her zaman refah içinde yaşamış. Yani yokluk çekmiş biri değil. Ama hep çalışıyor, ihtiyacı olsun olmasın. Özellikle bir yazarın, entelektüelin yaşamak için, eser verebilmek için belli bir maddi güce sahip olması gerektiğinin farkında. Bu mesele Ferdi ve Şürekası ile Mai ve Siyah romanlarının da ana izleklerinden. Ama romanlarda gördüğümüz para kazanmak zorunda olmanın çok da arzulanan bir şey olmaması. 19. yüzyılın kendi kendini var eden adam, “self-made man” imgesi bir şekilde alaşağı oluyor Halit Ziya’da. Karakterleri bu yola giriyor, kendilerini ekonomik anlamda gerçekleştirmeyi deniyorlar. Mesela Ahmet Cemil bunu yapmaya çalışıyor. Ömer Behiç bunu başarıyor. Ama yine de para mutluluk getirmiyor!

 

Mai ve Sİyah, 1896, Servet-i Fünun.

Mai ve Sİyah, 1896, Servet-i Fünun.

 

Öte yandan, şeylere, nesnelere müthiş bir düşkünlük var Halit Ziya romanında. Ama nesne düşkünlüğü bir “hiç”lik haline dönüşüyor. “Hiç” lafını çok sever Halit Ziya. Çok kullanır. “Bir sürü nesneler ve hiçler” der. Çünkü onlar sonunda bir hiçe dönüşür. İnsanın ta içinden gelen arzu, başka bir şeyin peşinde olma, kendini var etme arzusu nesne arzusunun çok ötesinde bir şeydir. Evet, romanlarda burjuva hayatı vardır, nesneler dünyası vardır. İnce ince betimlenir her şey, kıyafetler, eşyalar, kitap ciltleri bütün incelikleriyle verilir. Ama sonra onlar bir anda anlamlarını yitirir, neredeyse yok olurlar ve o diğer arzularını gerçekleştiremeyen bireyler tek başına, dünyanın ortasında yapayalnız kalırlar. Benim kitapta üstünde durduğum temel deneyim de bu metrukluk hali. Yani metrukiyet 19. yüzyıl modern bireyini belirleyen bir kavram burada. Artık kutsal bir dayanağı olmayan, bütün o dayanaklarını geride bırakmış, dolayısıyla dünyayı tek başına sırtlamış, arzularını da tam anlamıyla gerçekleştiremeyen karakterler yalnız ve metruk kalırlar.

 

Halit Ziya’nın çok sevdiği, çok sık kullandığı kelimeler var. İlk aklıma gelen “mülevves” (kirli). Sonra az önce bahsettiğimiz “metruk” (terk edilmiş). Bu sık Kullandığı kelimeler Halit Ziya edebiyatının ipuçları gibi sanki biraz…

 

Evet, bazı kelimelerin her romanında karşımıza çıktığını görüyoruz. Mülevves ilginç bir şekilde sadece Halit Ziya’nın değil bütün bir Servet-i Fünun edebiyatının çok kullandığı bir kelime. “Levs” yani “kir”den geliyor. Bu kelimeyi çok seviyorlar. Yine Servet-i Fünun edebiyatının çok sevdiği iki kelime daha var. Bir tanesi “levha”, bir tanesi de “sairfilmenam” –uyurgezerlik. Bunların üçü de çok anlamlı. Levs hayatın bize getirdiklerinin insan ruhunda yarattığı bir nevi kirlenme. Evet, romanlarda ve şiirlerde çoğunlukla fiziksel bir kirlilikle karşımıza çıkarılıyor ama aslında kastedilen şey insanın, insan ilişkilerinin kirliliği içinde kirlenmesi. Israrla bunu gözümüze sokuyor Halit Ziya. Bu hissi en fazla yaşayan karakterler Ahmet Cemil ve Ömer Behiç. Her ikisi için de estetik olan çok kıymetli. Her ikisi de güzelin peşinde, her şeyin güzel olmasını, temiz olmasını isteyen karakterler ama hayat böyle değil. Hayatın karşılarına çıkardığı çirkinlikleri ve sefaleti hep levs üzerinden, kir üzerinden tanımlamayı tercih ediyorlar.

 

Mülevves kelimesini kullandığı pasajlarda sanki lezzetli bir şeyi tarif ediyor gibi Halit Ziya.

 

Evet. Ondan bir haz duyduğunu hissederiz. Aslında acıdan duyulan hazdır bu. Mülevves acıya da karşılık gelen bir şey. Halit Ziya’nın sınıfsal bakışının getirdiği bir şey de var burada. Yani steril bir hayatı özlemek, burjuva estetiğinin dayattığı bir sterillik arzusu. Hem bu var. Hem de hiçbir zaman bunun olmayacağının bilgisi var. Bunun örneğini tam olarak Kırık Hayatlar’da görürüz. Çünkü Ömer Behiç evin içerisinde o steril hayatı sağlamayı başarır. Fakat hayat steril değildir. Hayatın bütün levsleri içeri girer ve o “temiz yuva”yı darmadağın eder. İnsanın hayatın içerisinde kire pasa değmeden yaşamasının imkansızlığı anlatılır. Bu hayıflanılan bir şeydir ama kaçınılmazdır. Belki de bu yüzden, hayatla bu çarpışmalar -Halit Ziya’nın deyişiyle müsademeler- yüzünden kaçınılmaz olan diğer bir şey de metrukluktur.

 

Diğer kelimeler?

 

“Levha”. Levhayı kelime olarak çok kullanıyor Servet-i Fünuncular.. Burada hem gerçeklik tasavvurlarına dair bir ipucu var hem de edebiyat anlayışlarına dair…. Çünkü ben Halit Ziya’nın bir yandan empresyonist bir edebiyat da yarattığını düşünüyorum. Yani gerçekçiliğin daha empresyonist tarafında duruyor. Ve bize böyle levhalar, tablolar çiziyor. Bu tablolar gerçekliğin, sahnelerin, nesnelerin çok net olmadığı, fırça darbelerinin tam da empresyonistlerin fırça darbelerine benzediği levhalar. Bu anlamda kesinliğin, mutlak hakikatin “erişilemeyen” oluşu ve bunun bilgisi edebiyat anlayışlarını da belirlemiş olur. “Sairfilmenam”a gelince, bu kelimeyi Cenap Şahabettin de çok kullanır. Hayatın karşısında sairfilmenam olma, uyurgezer olma halini imler aslında. Nedir uyurgezerlik? Gözün kapalı yürürsün, aslında bir şeyler de yaparsın ama bir türlü o gerçeklikle tam yüzleşemezsin. Dolayısıyla gerçeklikle yüzleşememe halidir. Olmakta olanın üstünü örtüp kendisine başka bir tasavvur kurmak, başka bir tahayyüle yüzünü çevirmek. Bile bile bunu yapmak. Yine Ahmet Cemil’de somutlanan bir ruh hali, bir davranış biçimidir. Olmakta olanı görmez. Yokmuş gibi yapar. İyiymiş, her şey yolundaymış gibi yapar. Sonra bir anda, epifanik bir anla, “Aman Allahım ben bunu nasıl farketmedim” der kendine. Halbuki zaten kendisi tam da bu çirkinliğe tahammül edemediği için onu kapatmıştır, güzelleştirmiştir kendi kafasında. Ama birden bir duvara çarpmış gibi yaşar o anı. Bu tür bir bakış, gerçekliği belirsizleştiren, karakterin tekil deneyimine bağlayan bir bakış modernist edebiyatın karakterlerinin de habercisidir tabi.

 

Halit Ziya

Halit Ziya

 

Bütün bu konuştuklarımızla birlikte, Halit Ziya’nın çok iyi bir romancı olmakla kalmayıp Türkçe edebiyatta kendinden önce olmayan, kendinden sonra da uzun süre eşine rastlamayacağımız bir şey tesis ettiğini söyleyebiliriz herhalde. Ama nedense iyi roman, iyi romancılık Türkçe’de Tanpınar’la başlamış gibi varsayılıyor. Halit Ziya çoğunlukla görmezden geliniyor. Ve de zaten çok az okunuyor. Bunun sebebi nedir sizce?

 

Bunun bence birkaç nedeni var. Edebiyat tarihlerinin nasıl yazıldığını biliyoruz. Muhafazakar/milliyetçi bir bakış açısıyla yazılmış olanlarda da daha Marksist bakış açısıyla yazılmış olanlarda da Halit Ziya hep vardır aslında. Fakat belli bir kategori içerisinde yer alır. (Aslında Servet-i Fünun edebiyatı için de geçerli bu.) İyi romancı, usta romancıdır ama işte köksüzlük, yüzeysellik, Batı taklitçiliği hep birer belirleyen olarak, onu niteleyen bir şey olarak karşımıza çıkar. Daha milliyetçi/muhafazakar bakış “bu kültürel yapı, bu ilişki biçimi bizim kültürümüzde olamaz” diye yaklaşır meseleye. Daha marksist, solcu bakış “bu sınıfsallık bizim kabul edebileceğimiz bir şey değil” diye yaklaşır. Hem o romancılığı göz ardı edemezler. İyi bir romancılık vardır ortada. Ama hem de bu içerik iki tarafa da hoş gelmez. Bu önemli bir neden. Uzun zaman bunun dışında bir bakışla yaklaşılmamış Halit Ziya’ya.

 

Tanpınar’a gelirsek, ben bu alımlama sürecinde biraz Tanpınar’ın da etkisi olduğunu düşünüyorum. Tanpınar’ın Halit Ziya üzerine yazdığı ve eserlerine beğeniyle yaklaştığı yazılar vardır aslında. Fakat “bizde roman var mı?” diye bir tartışma vardır mesela 30’larda, Halit Ziya’nın adı hiç geçmez burada. Romanın aslında güdümlü oluşundan, hep bir amaca hizmet etmesinden yakınır Tanpınar. Ve aslında romanın bireyin hikayesi olduğunu, dolayısıyla iç dünyayı anlatması gerektiğini söyler. Ama Halit Ziya’nın adını bir kere bile anmaz. Bu söyleyeceğim şey spekülatif bir şey ama Tanpınar bence kendisinden önce de iyi bir romancı olduğunu ve bu anlamda Halit Ziya’nın kendisinin yazınsal atası, babası olduğunu kabul etmek istemez.

 

Bir makalesinde de Halit Ziya’yı milli olmamakla eleştiriyor.

 

Tabi, o zaten o dönemde herkesin getirdiği bir eleştiri. Tanpınar da tekrar ediyor bunu. Halbuki Tanpınar’ın kendisi hiçbir zaman milli roman diye bir kavramı kabul etmez. Ama buna rağmen burada bir yazarlık egosuyla belki de Halit Ziya’ya burun kıvırır. Kim sonra döner de Halit Ziya’ya gerçekten bakar? İkinci Yeniciler bakar. İlhan Berk mesela “Mai ve Siyah” şiirini yazar ve orada gerçekten onun ruhunu kavradığını fark ederiz. Tomris Uyar’ın yine Mai ve Siyah’a göndermelerle dolu nefis bir kısa öyküsü vardır. Oğuz Atay ise o meşhur TRT sohbetinde, Halit Ziya’nın bütün karakterlerinin kendi karakterlerine akraba karakterler olduğunu söyler. Bu anlamda ben zaten aslında Halit Ziya’yla başlayan çizginin Tanpınar’la, Yusuf Atılgan’la, Oğuz Atay’la devam ettiğini ve sonra Orhan Pamuk’a kadar geldiğini düşünüyorum. Orhan Pamuk da kendini önceleyen bir akraba yazar olarak Tanpınar’ı görür ama Halit Ziya’yı pek görmez. Ama bütün bunlardan sonra yine de Halit Ziya’nın göz ardı edilişinde en çok milliyetçiliğin etkisi olduğunu söylemek gerekir. Halit Ziya’nın romanı bıraktığı yıllar tam da milliyetçiliğin yükselişe geçtiği yıllardır.

 

Bu konuda sormak istediğim bir şey var. Son sorum bu olsun, biraz spekülatif bir soru. Tam 1915 yılında roman yazmayı bırakıyor Halit Ziya. Ve 30 yıl daha yaşıyor. Bu sürede hikaye yazıyor, anı yazıyor fakat roman yazmıyor bir daha. 1915’te bırakmasının nedeni ne olabilir? Ermeni soykırımıyla ilgili herhangi bir söylemi, beyanı, yazısı olmadığını biliyorum ama bir iz, etki olabilir mi?

 

Benim de bu konuda söyleyeceğim şeyler spekülatif olacak. Bir kere şöyle bir şey var. Burada hiç bahsetmedik ama Halit Ziya’nın Nesl-i Ahir adında bir son romanı var. Tefrika edildikten sonra kendi hayatında yayınlamıyor, kitaplaştırmıyor onu. Bu romanı bir utanç kaynağı olarak görüyor kendisi için. Çünkü orada ilk kez daha siyasi bir projeksiyon yazmaya çalışmış. 2. Meşrutiyet döneminin başına denk gelen süreyi işliyor roman. O siyasi atmosferi işin içine kattığında ve biraz daha ideolojik bir tarafa kaydırdığında, ideolojik bir roman yazmaya çalıştığında başarısızlığa uğruyor. 1915’ten sonraki edebiyatın ise başka türlü yapılması neredeyse imkansız. Daha o zamanlar milli roman diye bir kavram tartışılıyor. Halit Ziya’nın demin söylediğim gibi, milli roman diye bir yazısı da var ve romanın milli ya da gayrı-milli olamayacağını söylüyor. Roman insana ait bir şeydir, romanın milliyeti olmaz diyor. Dolayısıyla o yükselen milliyetçilikle birlikte bir daha Nesl-i Ahir gibi bir tecrübeyi yaşamak istemediğini de anlıyoruz.

 

Diğer yandan Kırık Hayatlar’da en başından beri tasarladığı hikayeyi en mükemmel şekilde anlatmış ve bitirmiş durumda. Yazmaya devam etse belki artık kendini tekrar edecek. Bütün o konjonktür içerisinde siyasi pozisyonunu da tam belli etmek istemediğini düşünüyorum. Ne dönemin kendisinden beklediği kadar milliyetçi bir tavır sergileyebilecek ne de tamamen bağımsız, bir tavrı yokmuş gibi durabilecek. Dolayısıyla o koşullarda sessiz kalmayı tercih ediyor. Ve 1915’ten sonraki 30 yılda bir daha roman yazmıyor. Hikayelerine baktığımızda daha otobiyografik öğelerle örülen ve daha toplumun kenarına köşesine itilmiş insanların, madunların hikayelerini anlattığını görüyoruz. Gayrimüslimleri çok anlatır hikayelerinde. İtilenler vardır. Çirkinleri, çirkinliği anlatır. Bir de tabi şunu da söylemek gerek. Halit Ziya hayatının bir noktasında evlatlarını kaybediyor arka arkaya. Bir çocuğu ölüyor. Sonra oğlu intihar ediyor. Bu intihar epey ileri bir tarihte gerçekleşiyor ve ondan sonra tamamen inzivaya çekiliyor. Ama daha öncesinde de bir kopuş olduğunu, bir cemaat olarak yaşanan edebiyat dünyasından daha erken çekildiğini görüyoruz. Milliyetçiliğin ve buna güdümlü edebiyatın yükselişiyle birlikte oradaki o havayı sanki solumak istemiyor. Her ne kadar yazılarıyla devam etse de romanlarıyla onun içinde olmamayı tercih ediyor Halit Ziya.

 

son-

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YMaskeler, Ruhlar ve Dışarıda Kalanlar
Maskeler, Ruhlar ve Dışarıda Kalanlar

Ruh yittiğinde mi bürünülür maskeye? Yoksa ruhu örten, donduran, giderek yok eden şey midir maske? Ya da arkasında yarattığı sahicilik efektiyle beraber hakikatin kendisi mi?

SANAT

YTanınmamış Çocuklar, Hayaletimsi Kıpırtılar ve Eksilten Yazı
Tanınmamış Çocuklar, Hayaletimsi Kıpırtılar ve Eksilten Yazı

Halide Edib’in 1920’lerdeki metinlerinde, Türk edebiyatının Türklüğünü tesis eden birçok başka yazarınkinde olduğu gibi yaldızlı büyük anlatının gerisinde yazının sildiğinin, örttüğünün, karaladığının okunmasını bekleyen bir şeyler var.

SANAT

YHarap Mabetler, Ruhu Eşyaya Karışan Kadınlar ve Zamansız Parmak Uçları
Harap Mabetler, Ruhu Eşyaya Karışan Kadınlar ve Zamansız Parmak Uçları

Halide Edib’in kırılmış bir kadınlığın içinden, duyuşun tazyikiyle yazdığı mensur şiirleri, "kadınlığın biçareliği” ile yaşamsal ve yazınsal mücadelesine ışık tutuyor.

MEYDAN

YJules Gleeson’dan Judith Butler ve Guardian sansürüyle ilgili açıklama
Jules Gleeson’dan Judith Butler ve Guardian sansürüyle ilgili açıklama

"Maalesef Guardian editörleri Judith Butler’ı sansürleme kararlarını hayata geçirmeyi seçtiler."

Bir de bunlar var

Sinemanın Ophelia’yla İmtihanı
Kürt Sineması Üzerine Bir Diyalog: Hakikat, Dil ve Yorum
Penelope’nin Gergefi

Pin It on Pinterest