Halide Edib’in kırılmış bir kadınlığın içinden, duyuşun tazyikiyle yazdığı mensur şiirleri, "kadınlığın biçareliği” ile yaşamsal ve yazınsal mücadelesine ışık tutuyor.

SANAT

Harap Mabetler, Ruhu Eşyaya Karışan Kadınlar ve Zamansız Parmak Uçları

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

Ayın “sarı çehresinin” belli belirsiz aydınlattığı bir gece. Boğaz’ın gölgeli suları yeryüzüyle birlikte derin bir uykuda. “Baygın fezada, hareketten kalmış eşyada” esrarengiz bir “tazyik” hissediyor kadın; büsbütün uyanık. Arzın “nihayetsiz bir zamandan beri kendisini iten bir kuvvetle” yükseldiğini, aynı zamanda “derin ve âciz bir inilti”nin yıldızlara kadar biteviye yükseldiğini duyuyor. “Dehşet!” “Her yerden sayısız, ince parmak uçları”, “açık avuçlarıyla var olmak eziyetinden kurtulmak için” yalvaran küçük eller uzanıyor. “Mazinin çatal çatal çürümüş”, “iğrenç kemik beyazlığında elleri”, “bugünün terütaze genç parmakları”, “yarının doğmamak için yalvaran nazik parmakları” ile karışıyor; “kimi var olmuş olmaktan, kimi var olunmaktan kimi de hayatı bilmek acısından kaçmak istiyor.” Derken uzun siyah tırnaklarıyla, “mağripten maşrığa kadar uzanan bir el” göğü yırtarcasına belirip yıldırım kudretinde bir parmak hareketiyle bütün “ati kadınlarının ellerini” ortadan kaldırıyor. Korkunç, zorba tınısıyla sesinin, dile geliyor:

“Ey, her şeyi düşünücü olan bedbaht çocuk! Niçin ebediyen cinsin için ağlar, niçin cinsinin karanlık mukadderatını ‘niçin, niçin’lerle aydınlatmak istersin? Kadınlığın istekleri ebediyen isaf edilmemek, kadınlığın elleri ebediyen boş kalmak, kadınlığın kalbi ebediyen çiğnenmek, kadınlığın beyaz, vakur cephesi ebediyen ayaklarla ezilmek; işte bu, muhitinin felsefe-i itiyadı.”[1]

 

Halide Edib’in kırılmış bir kadınlığın içinden, duyuşun tazyikiyle yazdığı, yasın şiddetli kıpırtısızlığı ile zapt edilmez bir kıyametin canlılığı arasında gidip gelen mensur şiirleri pek bilinmez. Ya da daha doğrusu Halide Edib adının bir çırpıda çağırdığı imgeler, sesler, anlamlar arasında değildir yazısının bu karanlık yüzü. “Eller” metnini de içeren 1911 tarihli Harap Mabetler kitabının yazarı Halide de ilerleyen yıllarda adını anıtsallaştıracak yolculuğunun henüz başlarındadır zaten. Kitabın mensur şiirler ve hikayelerden oluşan küçük anlatılarında, onu bir ulusun yazarı yapacak yaldızlı büyük romanlarında pek görmediğimiz bir duyumsama gücü, dünyaya açıklık hâli vardır. Seslerin, dokuların, tatların, kokuların, hayallerin ve sezişlerin alabildiğine yoğun ve şiddetli tasvir edildiği sayfalarda bir yandan da bir donma, taşlaşma hâli tekrar tekrar belirir. Uyaranlar o kadar çok, dünyayla ten arasındaki sınır o kadar ince, beden o kadar geçirgendir ki ölüm neredeyse her metinde bir dinlenme arzusu olarak boy gösterir. Ama her şey gibi arzu da çok katmanlıdır metinlerde. “Issız, hissiz, cansız ve hareketsiz” bir hâlin arzulandığı her anda, bu kıpırtısızlığın içinden ya ebediyen coşan, akan bir denizin çağıltısını ya da ormanları yakan, denizleri kurutan, rüzgarları susturan bir kıyımı ama yıkıcı da olsa mutlaka bir canlılık arzusunu geçirir yazı.[2] İşte bir yandan toprağın “en derinine”, “arzın köküne” gömülmek isteyen, diğer yandan “sıcak ve yalnız makberinin” içinde, muazzam bir fırtınanın meskenleri, insanları, yeşil yurtları ve kızgın çölleri “soğukla zehirleyip yaktığını” duymak isteyen bu ikili arzu, Halide Edib’in “Eller”de anlattığı “kadınlığın biçareliği” ile mücadelesini tarif ediyor gibi geliyor bana. Üstelik bu yaşamsal ve yazınsal mücadele, ilerleyen yıllarda Halide Edib’in büyük anlatılara yönelişinin arkasındaki itici kuvvetlerden birine de ışık tutuyor. Ama baştan, bunun metni olduğu kadar Halide Edib’in yazıyla kurduğu ilişkiyi de anlamaya çalışan, yolu biyografiden geçen, biraz da kişisel bir takılma hâlinin içinden çıkan bir yorum olduğunu belirtmem gerek.

 

Halide Hanım’la yaklaşık on yıllık mesaim var. Mesai dediysem bir tür takılma, Halide Edib’in cezbine kapılmış olma hâlini, neresinden bakarsanız bakın bu çok ilgi çekici ve sıra dışı kadının hayatına, yazınına ve mirasına yönelik bitmeyen bir merakı kastediyorum. Israrlı bakışın, giderek bir bakışma hayaline de yol açtığını, bazen Halide Hanım’ın, adını yapan bütün söylem katmanlarının arasından sıyrılıp, bana hakiki Halide’yi gösterdiği, hiç değilse görmeme izin verdiği sanrısına kapıldığımı da itiraf etmeliyim. Ama çeşitli yaşam dönemeçlerinde kadınlığı, iktidarı ve imtiyazı üstlenme biçiminin ortaya -biri daha gerçek olan- başka başka Halideler çıkarmadığını, olsa olsa kadınlık, iktidar, imtiyaz ve bunların çetrefil ilişkisiyle ilgili başka başka hakikatlere ışık tuttuğunu kendime hatırlatarak ilerliyorum. Cezbi biraz da birbirinden çok farklı anlatılara imkân veren bir hareketlilik içinde yaşamış olmasında Halide Edib’in. Türkçe edebiyatın en üretken kadın yazarı, Amerikan mandasını savunmuş bir ihanetçi, Milli Mücadelede cephede ölmeyi göze almış gerçek bir vatansever, Mustafa Kemal’e kafa tutmuş ve hem onun hem resmi tarihin ihanetine uğramış, hakkı feminist tarih yazımıyla teslim edilmesi gereken bir kadın kahraman, Ermeni soykırımına karşı tavır almış ender Türk aydını, Antura Yetimhanesinde Ermeni çocukları Müslümanlaştırma projesini bizzat yürütmüş bir Türk milliyetçisi, kız çocuklarının okumasını her şeyin önünde tutmuş fedakar bir eğitimci, Yahudiliğini gizlemiş bir sahtekar, modern Türk kadının sembolü, erkeklerle düşüp kalkmış iffetsiz bir salon kadını, Türk ulusal anlatısının en büyük yazıcısı, bir tür haminne, hatta Annetürk! Neresinden tutarsa tutsun, Halide Edib’i tek bir anlamla bütünlemeye çalışan her söylem, hayat ve yazı yolculuğunun tekil fragmanlarında kendini gösteren farklı hakikatleri tutarlı ve büyük bir anlatı uğruna silme hamlesine dönüşüyor. Aslında Halide Edib’in de hiç yabancısı olmadığı, uzun yaşamı boyunca, nasıl demeli, elini korkak alıştırmadığı bir hamle bu. Ama silinen şeyler ve arkalarında bıraktıkları izler ikinci fragmanın konusu. Ben şimdi, “gece gündüz, hayalde, hakikatte ve hatta eşyada ve fezada” nisviyetin [kadınlığın] gizli iniltilerini duyan ve dünyadan alacaklı parmak uçlarının dehşetini anlatan Halide Edib’e dönmek istiyorum.[3]

 

“Eller”, Harap Mabetler’deki tek tarihsiz metin ama Ruşen Eşref Ünaydın’a verdiği röportaja bakılırsa, Halide Edib bu metni henüz 14-15 yaşlarındayken kaleme almış.[4] Geri kalan mensur şiirler ve hikayeler 1903’ten 1911’e uzanan bir zaman zarfında, Halide Edib’in 17 ve 25 yaşları arasında kat ettiği çeşitli hayat dönemeçleri sırasında yazılmış. Kitapta, metinlerin sıralanışı kronoloji takip etmese de 1905 tarihli yazının karanlık atmosferiyle, 1908’inkinin birbirinden başka, 1910’unkilerin daha başka olduğunu fark etmek zor değil. Karanlık zamanla parıltısını arttırıyor, siyahı dirim kazanıyor adeta.

 

Anıtsallaşmış adı, üstlendiği ulusal annelik, Türk eğitim müfredatında çizilen portresi ve dolaşımda olan fotoğraflarına uygun bir şekilde, genellikle yaşını almış, kudretli ve biraz da cinsiyetsiz bir imgesiyle tasavvur ettiğimiz Halide Edib, Harap Mabetler başlığı altında topladığı metinleri yazarken gencecik ve mutsuz bir kadındı. Büyük bir aşkla, 17 yaşında evlendiği kendisinden yaşça çok büyük hocası Salih Zeki’yle evliliği birkaç yıl içinde tüm renklerini soldurmuştu. İçine doğduğu aile sayesinde imtiyazlı, babasının mevkii nedeniyle saraya yakın, annesizliği yüzünden kırgın geçirdiği bir çocukluğun ardından, günün Osmanlı İstanbulunda Müslüman kadınların erişebildiği en iyi eğitimi almış, kalbi entelektüel heveslerle doluyken yaptığı evlilikle bir anda “kendini ruhsal anlamda başka bir kafanın kölesi” hâlinde bulmuş, eve kapanmış, hayatı Salih Zeki’yle sınırlanmıştı.[5] Üstelik büyük aşk sözleriyle kendisine bağlılık yeminleri eden Salih Zeki çok geçmeden Halide Edib’i aldatmaya, daha fenası çocuksuluğunu, kıyafetlerini, düşünüş şeklini aşağılamaya başlamıştı.[6] Bir yıl geçmeden, anılarında “büyük bir sinir krizi” diye tarif ettiği, aylar süren bir buhran geçirdi. Yemek yemiyor, uyumuyor, hareket etmiyordu. “Sanki kafamda ve bilincimin derinliklerinde bir şeyler uyanışa geçmişti. Bir daha asla uykuya dalamayacakmışım gibi bir duyguya kapılmıştım” diye tarif ettiği bu süreçte, yatağını çevreleyen asabiye doktorları onu yedirmek, uyutmak için bin bir çaba harcasa da bütün dünyanın renklerini kaybettiği ve “tepeden tırnağa griye büründüğü” o halin içinde bir berraklık da bulmuş gibiydi; bilincinin gitgide güçlendiğini yazıyordu. [7] Anne olursa işlerin düzeleceğine olan inancı, henüz 19 yaşında ilk çocuğunu, 21’ine az kala ikinci çocuğunu dünyaya getirdiğinde son buldu. Çok sürmeden yine büyük bir hastalık, altı aylık yatağa mahkûmiyet sürecini getirdi. Hava değişimi için Burgazada’da, çocukluğunun geçtiği Yıldız’daki mor salkımlı eve benzeyen bir ev tutulmuştu. Harap Mabetler’in birçok metnini bu evde yazdı.

 

Halide Edib’in ilk romanlarının otobiyografik öğeler barındırdığını pek çok araştırmacı dile getirdi; erkek anlatıcıların dolayımıyla yazılmış kadın karakterlerin yazarla arasındaki mesafe  epey tartışıldı.[8] Heyula’nın (1909) iradesi elinden alınmış, kaçmak istediği erkeğe hipnozla tabî kılınmış Selma’sında, Raik’in Annesi’nin (1909) aldatılmış ve aşağılanmış Refika’sında, Seviye Talip’in (1910) hem kendisinden boşanmayan kocasının esaretinde yaşamayı reddeden Seviye’sinde hem de değeri bilinmemiş ama kendi değerini bilmeyi öğrenen Macide’sinde, Handan’ın (1911) sevilmediği, istenmediği bir evlilikte kalma ısrarının hasta ettiği baş karakterinde evlilik tecrübesinden, Salih Zeki’nin ruhunda açtığı yaralardan izler vardı. Harap Mabetler kadın sesini merkezine almanın yanında, otobiyografik öğelerin metne sızışı açısından da romanlardan farklı bir yerde durur. Yaşam deneyimi, bir tema, konu olarak değil, hareket olarak yansımaktadır metne.

 

Harap Mabetler’in orijinaline sadık ilk Latin harflini baskısını 2020 yılında yayına hazırlayan Fatih Altuğ, yazdığı sonsözde “maddeyi çoğaltan, yayan, sonsuzluğa yaklaştıran her türlü hâle bir dikkat” ile yazılmış metne hâkim duygunun kayıp ve yas olduğuna dikkat çekiyordu.[9] Gerçekten de mavi kubbeli, “nihayetsiz yeşil ormanlardan direkleri”, “engin denizlerin çağıltısından ahenktar ilahileri olan” bir çocukluk mabedinin tasviriyle, kitaba adını da veren ilk mensur şiirden başlayarak, yitirilmiş bir idealle karşılar bizi metin. Bu mabet de “ötekiler kadar cansız ve sâmit”tir artık.Halide Edib’in annesiz, kendi kendini doğurmuş ya da dünyanın ortasına fırlatılmışçasına selefsiz, öncesiz kadınları, hayata ve sevgiliye uzattıkları eller boş kalıp kırıldıkça, kabrin “sıcak aguşunda, “arzın kökünde”, denizin inci ve sedeflerle renklendirilmiş en dilnişin, “en mai yerine”,”ve ana toprağının “en siyah, en derin ka’rına” gömülmek isterler. Dünyanın rahmine inmek, orada kalmak, kaybın öncesindeki bir hareketsizliğe, tamlığa dönme arzusudur aynı zamanda, metinden metine çeşitli metaforlarla tekrarlanır. Annenin mutlak yokluğu kendini dünyayla tamlamayı arayan bir öznelliği doğurmuştur. Metinlerdeki yoğun duyumsama gücüne, duyusal açıklığa imkân veren, kendini dünyadan kılmaya yönelmiş bu arzudur bana kalırsa. Diğer yandan estetik tecrübenin yoğunluğu kaçınılmaz olarak anestezik bir özlemle, duyuşun tazyikini bir an için durdurma, uyaranları susturma, bedenin yüzeylerinden içeri dolan dünyayı dışarıda bırakma arzusuyla birlikte yaşanır. Ölüm bir sınır arzusudur Harap Mabet’lerde; ama sınır koyduğu anda sınırsızlığı düşler metinlerdeki kadın(lar). Ölmeyi, yok olmayı, “fakat insanları işitmeye” devam etmeyi, en büyük yıkımın ortasında “başkalarının mabetlerinin kapısının aralığından bakmayı” arzularlar. Cansızlığın içinden ötekini duyumsamaya, canlılığa bir yönelim.

 

Üstelik kitabın erken metinlerde gördüğümüz “tahaccür eden” [taşlaşan] ruhunu dışarıdan beklenen bir temas ile canlandırma ümidi yerini giderek kökü içeride, metnin kendisinden kaynağını alan ve içinden geçen yıkıcı bir gücün canlılık imgesine bırakır. Alemi “kızgın çöller gibi beyaban” etmeyi, felaketinin dışında kalanların “ruhlarında, dudaklarında ve gözlerinde açan” hayat çiçeklerinin solduğunu görmeyi, “her his ve fikrin” yok oluşuna tanıklık etmeyi düşleyen kadın(lar), her şeyin cansızlığa erişeceği bir sondan çok, yıkma güçlerini sınayacakları bir kıyameti çağırmaktadırlar.

 

Bu ikili arzu, bazen de ikirciklilik, aşktan, evlilikten, hayattan beklediğini bulamamış genç Halide’nin sinir buhranı anlatılarındaki ikiliği yankılar bir yandan: Dünyanın bütün renklerini yitirdiği, hareketsiz bir griliğin içinde bilincinin derinlerinde bir şeyin uyanışa geçiş anı. Diğer taraftan metindeki hareketin de hayat tecrübesine ışık tuttuğunu, muhatabını bulamadığı için metinlerin içinde ters akıntılar oluşturarak geçen kıyamet arzusunun aslında renklerini solduran, ellerini boş, ruhunu aç, kadınlığı biçare bırakan koşullara (ve tabii Salih Zeki’ye) duyduğu öfkeyi taşıdığını söyleyebiliriz.

 

Canlılığını yitirmeyle, canlılığı geri çağırma arasındaki gerilim hattına yerleşen tekil tecrübe kitaptaki metinlerden yalnızca “Eller”de çoğul bir ifade bulur. Metnin kadın öznesi kendini öncelemiş, kendisiyle eşzamanlı ve ardılı olacak bütün kadınların arasında bir bağ olduğunu adeta duyularıyla sezer. Zamanın yırtıldığı, geçmişin, geleceğin ve şimdinin bütün kadın ellerinin inleyerek, kıvranarak zamansızlığa taştıkları cehennem tablosu bir kâbusu değil, tam bir uyanıklık halini betimler. Ancak “ruhu eşyaya karışacak kadar kâinata dalmış” bir kadının “görmek isteyen” bakışı hakikate nüfuz edebilir; gözün görebildiği her yerde, boşlukta sallanan yüzlerce, binlerce el, kadınlığın “hakikat-i sefaletini”, “facia-i kaderini” bir anlığına gözler önüne serer.  Ama kadınlığın daima çiğnenecek, ezilecek, görmezden gelineceğini söyleyen, bu “ebedi biçareliği” değişmez bir kanun gibi kabul etmesini isteyen dev kara el karşısında bir itiraz yükseltemez Halide Edib. Zulüm pençesinin sözleriyle son bulur anlatı: “Her neslin kadınlığı diğer nesle şiir, zevk, düşünce ve eğlence olmak için daima gözyaşları ve kanlar içinde boğulur!”

 

Halide Edib boğulmamaya kararlıdır. 1908 devrimi ona dünyadan alacaklı parmak uçlarında ifadesini bulan kadınlığın değil belki ama kendi kadınlığının karanlık mukadderatını değiştirebileceği bir yol açar. Tanin’in 1 Ağustos 1908’de çıkan ilk sayısı için yazdığı yazıyla birlikte, evin, evliliğin ve yasın dışına çıkar. Çevresi bir anda değişir, gelişir. Ne kadar hareketli olunabilirse o kadar hareketli, bir o kadar da canlı günler başlar Meşrutiyet ideallerine bağladığı yeni yaşamında. Uzun zamandır tasarladığı ve üzerinde çalıştığı ilk romanını bitirir, ikincisi yazmaya koyulur. Salih Zeki’yi bir yıl içinde boşar. Değişen siyasi ve entelektüel iklimin tam kalbinde yer almak ister, öyle de yapar. Harap Mabetler’deki iki mensur şiirde bu geçiş anının izini sürmek mümkün. 1908 tarihli “Ey Ana Toprağı” ve “Sultan Osman’ın Selamı” yasla beraber, tazyikli duyuşun, dünyadan olma hâlinin de geride bırakıldığını haber verirler. Vatan toprağını “ana”, Osmanlı devletini “baba” olarak betimleyen metinler yeni bir tamlanma idealine de göz kırpar gibidir.

 

Devamlı bir uzanış ve boşluğa temasla sonsuz bir kırılma anının içinde asılı kalmış kadın elleri ve ifade ettikleri “ebedi biçarelik” bundan sonra Halide Edib’in metinlerine pek uğramaz. Feminist tarih-yazımının, feminist eleştirinin ve feminist pratiğin bizden evvel yaşamış, üretmiş kadınlarla aramızda bazen fazla kolayca kurduğu bir borç bağı, sözlerini söylemek için açtıkları yolla bizim de özgürlüğümüze katkı sunmuş bu kadınlara haklarını teslim etme ihtiyacı, Halide Edib’in bizi bugün kıstıran başka anlatılardaki payıyla kaçınılmaz olarak sınanacaktır.

 

 

 

 

[1] Halide Edip Adıvar (2020) “Eller”, Harap Mabetler. İstanbul: İletişim Yayınları. 

[2] “Bilmem Topraklar Sıcak Mıdır?”, Harap Mabetler.İstanbul: İletişim Yayınları. 

[3]  “Eller,” Harap Mabetler.

[4] Bu röportaja dikkatimi çeken Fatih Altuğ’a teşekkür ederim. Ruşen Eşref Ünaydın (1972) Diyorlar ki. MEB Yayınları, Istanbul.  

[5] Halide Edib Adıvar (2005), Memoirs of Halide Edib, NJ: Gorgias Press. p.204. 

[6] Çalışlar Salih Zeki’yle evliliğin karanlıkta kalan pek çok noktasına ışık tutuyor. İpek Çalışlar (2012) Biyografisine Sığmayan Kadın Halide Edib. İstanbul: Everest Yayınları. / Salih Zeki’nin aşağılamalarına verdiği örneklerden yalnızca biri: Halide ile tanışmaya gelen Isabel Fry’ın kılık kıyafetine bakıp o yazıları yazanın bu “kılıksız, salak” olduğuna inanmayacağını söylüyor Salih Zeki. Memoirs, 275-276. 

[7] Memoirs, 212.

[8] Mesela Hülya Adak, (2009). “Otobiyografik Benliğin Çok-Karakterliği: Halide Edib’in İlk Romanlarında Toplumsal Cinsiyet”. Kadınlar Dile Düşünce. İstanbul: İletişim Yayınları.161-178.;  İnci Enginün (1988) Halide Edib Adıvar. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları; Nüket Esen (2012). “Seviyye Talip’te Kadın Yazarın Sesi”. Modern Türk Edebiyatı Üzerine Okumalar. İstanbul: İletişim Yayınları. 163-169.

[9] Fatih Altuğ (2020), Sönsöz: “Yıkıntılar Arasında Deneyimlenen ritimler ve Tortulaşmış Bedenler,” Harap Mabetler, İstanbul: İletişim Yayınları. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YMaskeler, Ruhlar ve Dışarıda Kalanlar
Maskeler, Ruhlar ve Dışarıda Kalanlar

Ruh yittiğinde mi bürünülür maskeye? Yoksa ruhu örten, donduran, giderek yok eden şey midir maske? Ya da arkasında yarattığı sahicilik efektiyle beraber hakikatin kendisi mi?

SANAT

YTanınmamış Çocuklar, Hayaletimsi Kıpırtılar ve Eksilten Yazı
Tanınmamış Çocuklar, Hayaletimsi Kıpırtılar ve Eksilten Yazı

Halide Edib’in 1920’lerdeki metinlerinde, Türk edebiyatının Türklüğünü tesis eden birçok başka yazarınkinde olduğu gibi yaldızlı büyük anlatının gerisinde yazının sildiğinin, örttüğünün, karaladığının okunmasını bekleyen bir şeyler var.

MEYDAN

YJules Gleeson’dan Judith Butler ve Guardian sansürüyle ilgili açıklama
Jules Gleeson’dan Judith Butler ve Guardian sansürüyle ilgili açıklama

"Maalesef Guardian editörleri Judith Butler’ı sansürleme kararlarını hayata geçirmeyi seçtiler."

MEYDAN

YJudith Butler: Kadın Kategorisini Yeniden Tasavvur Etmeliyiz
Judith Butler: Kadın Kategorisini Yeniden Tasavvur Etmeliyiz

"Trans dışlayıcı feministlerin toplumsal cinsiyet üzerinden sağcı saldırılarla ittifak yaptığını görmek çok sarsıcı ve bazen de oldukça korkutucu."

Bir de bunlar var

Cuma Şarkıları: Arap Coğrafyası’na Giriş
Perdesine Dolandığımız Büyülü Sahne: “Oraya Kendimi Koydum”
Filmci Cadılara Çağrı: Uçan Süpürge Film Festivali’ne Başvurular Başlıyor!

Pin It on Pinterest