Herkesin işinin belli sınırlarla ayrıldığı bir fabrikanın çarklarından biri olmuştum.

KÜLTÜR

Yumurta Üretim Merkezinde Bir Beden

Yıllar önce bir arkadaşım, “Herkesin kolaylıkla yaptığı şeyler bana çok zor, hatta imkânsız geliyor” demişti, “örneğin araba sürmek ve çocuk yapmak.” Şu anda, otuz beş yaşımdayım ve bu ikisini ben de yapamıyorum. Çocuk yapmaya karar vermek, benim için çok zordu. Her zaman çocuğum olsun istedim. Çocuklarla nereden geldiğini anlayamadığım, garip bir bağım var, hepsiyle hemen kanka oluveriyorum. Kafamı kurcalayan sorun bireysel değildi yani. Evlilik bağı içinde çocuk yaparak genel ahlaka teslim olmak, kaçınmaya çalıştığım ataerkil aile ilişkilerinin ortasına gönüllü çakılmak, dünyaya getireceğim çocuğun sokakta kâğıt toplayan on yaşındaki çocuktan daha iyi koşullarda yaşayacağını bile bile (ne hakla!) onu böyle bir dünyaya getirecek olmak gibi hepimizin aklını kurcalayan korkunç, yakıcı, ama beylik sorunlarla uğraşırken, ortaya beklemediğim başka bir sorun çıkıverdi. Çocuğumuz olmuyordu.

 

Doktordan doktora sektik. Kocamın sperm sayısı biraz düşüktü. Bense turp gibiydim. Hormonlarım o biçim normal, tüplerim o biçim açık, yumurtalarım o biçim kaynıyordu. Tıbbın çözemediği, “strestendir” dediği bir noktadaydık. Yumurta takibi, aşılama vs. derken, kendimizi bir anda tüp bebek piyasasının ortasında bulduk.

 

Bir arkadaşımızdan tavsiye alarak gittiğimiz ilk doktor, üçüncü muayene sırasında, bu işlerin “nasip kısmet” olduğunu, duamızı eksik etmememiz gerektiğini söyleyince, aşırı materyalist, bir o kadar da pozitivist bünyem sarsıldı, kadına bakakaldım. Bu sırada, aşılama sürecindeydik, vücuduma her gün göbek iğneleriyle hormonlar yükleniyordu. “Bende hormonsal bir sorun yok, kocamın sperm sayısı düşük, asıl ona ilaç vermeniz gerekmiyor mu?” sorularıma “Bu işte bütün sorumluluk kadında,” diye yanıt veriyor, ben hormonlardan kusmaya başlayınca, her şeyin psikolojik olduğunu söylüyordu. Sonuçta, bana gereğinden fazla hormon verdiği ortaya çıktı, fazla yumurta büyüdü, doktor hanım süreci iptal etti. Sonradan öğrendim, meğer kendisi kürtaj karşıtı olduğu için, istenmeyebilecek çoklu gebeliğe “etik olarak” karşıymış. Buna kendisi karar vermişti; benim bedenim, onun kararıydı. İlk deneyimim, inancıyla çizilmiş çok belirli sınırları olan, sürecin yüzde yetmişinin duayla ilerlediğini düşünen ve yaşadığım her türlü yan etkiyi psikolojime bağlayan muhafazakâr bir kadın doktorla oldu. Hormonları yediğimle kaldım ve bana bu hormonların yan etkileri nedir, kimse anlatmadı. Hâlâ da bilmiyorum.

 

Fiziksel olarak göbeğimi morartan, yüzümü lekelerle kaplayan, ruhsal olaraksa sinirimi ve kasvetimi zıplatan bu deneyimden sonra, soluğu epey ünlü bir tüp bebek merkezinde aldık. Bu sefer, feminist bir doktordan tavsiye alarak bulmuştum yeni doktoru. Güler yüzlü ve işinin ehli doktora tüm tahlil sonuçlarımızı verdik, “Ooo, yaptığın işin stresine göre çok sağlıklısın, yirmi beş yaşında bir kadının yumurtalarına sahipsin,” dedi bana ve bastı hormonu. Kocamın tahlillerine bir yorum yapmadı. “Bende bir sorun yoksa, ben neden hormon alıyorum?” diye sordum. “Bu işlem için kadının yumurtalarını çoğaltmamız gerekiyor” dedi. Her gün üç iğne: ikisi göbekten, biri kalçadan. Her gün folik asit, aspirin ve kortizon; ardından günde altı hap östrojen. Kocama herhangi bir ilaç verilmedi. İki günde bir gittiğim o tüp bebek merkezinde, kan verme, muayene ve iğne rutinine girdim. Herkesin işinin belli sınırlarla ayrıldığı bir fabrikanın çarklarından biri olmuştum. Her çarkın belli bir işle (randevu verme, kan alma, sonuçları telefonla bildirme, kadını muayeneye, erkeği sperm vermeye götürme, ücretle ilgili bilgilendirme) görevlendirildiği ve sonucunda embriyoların ortaya çıktığı fordist bir üretim. Orada bir hasta değildim, yumurta üretim merkezinde bir bedendim. Orada tanıştığım diğer kadınlar, bu durumdan hiçbir memnuniyetsizlik duymuyorlardı. Dokuz keredir tüp bebek deneyen bir kadın, “Allah’ın dediği olur, inşallah bana bir evlat verir,” diyordu. Adet kanaması yalnızca ilaçlarla durduğu için yumurtaları yirmili yaşlarında azalmış bir kadın, bu zorlu sürece göğüs germekle övünüyordu. Her şey çocuk sahibi olmak içindi. Anneliği tatmak herkesin hakkıydı. Bu sırada, ortamdaki erkekler ya cep telefonlarıyla oynuyor ya sürece yatırdıkları paradan şikâyet ediyor ya da bu süreçte üzerlerine düşen tek işi yapmak üzere sperm odasına gidiyorlardı.

 

Tam olarak kendime ifade edemediğim bir nedenden, o çok ünlü, işinin ehli, güler yüzlü ve mükemmel işleyen bir sistem oturtmuş doktora gıcık olmaya başlamıştım. İnsan ister istemez kendisini kıyaslıyor. Yumurtası çok azalmış bir kadın hapla tüp bebek yapıyordu, ben neden iğnelerde boğuluyordum? “Daha çok yumurta istiyorum,” dedi doktor bey, “şansımız artsın.” Neredeyse yirmi gün boyunca göbeğime iğne sapladım. Doktor ve hemşireler hormonların hiçbir yan etkisi olmadığını söylüyorlardı. Dalgalanan hormonların yol açtığı anlamsız ağlama krizleri, geceleri yoklayan depresyon, kortizondan yükselen tansiyon, bunalım-iğne rutini-kortizona bağlı tuzsuz beslenme-içki orucundan dolayı sönen sosyallik yan etki bile sayılmaz. Sıra, yumurta toplama denen işleme geldi. Bana sadece bu işlem sırasında uyutulacağım söylenmişti. İşlemden önce, hemşire gelip bana serum bağlayınca ve ağrı kesici iğne yapınca (bir iğne daha!), şaşırdım. “10’dan fazla folikülü oluşan hastalarımızda böyle yapıyoruz,” dedi. Bende 24 folikül oluşmuş. Ameliyathaneden çıkmışım, odaya getirmişler, inanılmaz bir ağrıyla uyandım. İki ağrı kesici serum taktılar. Aynı hemşire tekrar gelip yaklaşık bir hafta çok zor bir süreç yaşayacağımı, nekahet döneminin ağır geçeceğini söyledi. Nekahet döneminde vurulmak üzere, iki göbek iğnesi daha verdiler. Kimse daha önce böyle bir şey anlatmamıştı. Ne bileyim, belki işimi gücümü buna göre ayarlardım. Ama anne olacaksam, haberli habersiz her türlü çileye fedakârca göğüs germem gerekiyordu herhalde. Fabrikada bir çark, üretim merkezinde bir beden olarak, yaşayarak öğrendim.

 

Artık doktora iyice gıcıktım. Sonuç olarak, on tane embriyomuz donduruldu. Transfer henüz yapılmadı. Yumurta toplamadan sonra ilk kez doktora muayeneye gittiğimde, yumurta toplama sürecinin çok zor geçtiğini söyledim. “Ohhoo,” dedi, “sen yumurta toplamada bu kadar zorlandıysan, bu işten vazgeç, hamilelik çok daha zor geçecek!” Orada tam olarak anladım işte, orada kendi kendime kurabildim cümlesini. O kutsal anneliğe ulaşmak için, kadın her türlü fedakârlığı yapmalı, her şeye katlanmalı, boynunu büküp her şeyi kabul etmeli, hiçbir şeyi sorgulamamalı. Bekleme odasında, “Neden hep kadınlar çekiyor çileyi,” dediğimde, bana “bilgece,” “hoşgörerek,” ama acıyarak bakan o “fedakâr,” anne olabilmek için her türlü “acıyı sırtlamaya kararlı” kadınlar, sinir etti beni. Hormonların ve ilaçların yan etkilerini ya da işlemlerin içeriğini sorunca bana şaşırarak bakan, şımarık ya da acıya dayanıksız olduğumu düşünen doktor, benim doktorum değil, yalnızca bedenimi yumurtlama aracı olarak kullanan bir doktor.

 

Yanlış anlamayın, modern bilime, tıbba güvenim tam. Modern tıp, şu anda bu konuyu tam olarak çözememiş olabilir. Sürecin yükünün sadece kadına yığılmasının nedeni, erkek kısırlığına bir tedavi bulunamamış olması olabilir. Belki bana bu kadar ağır geldi bu süreç, başkası daha farklı yaşamıştır. Ama, yok, burada yanlış giden bir şeyler var. “Anneliğin kutsallığı” gibi safsatalara inanmıyorsanız, bu süreç psikolojik olarak çok zor. O başta bahsettiğim aklımı kurcalayan sorunları, çocuk yapamadığımı anlayınca, bir anlığına unutmuştum. Ama bu tüp bebek süreci çok daha büyük bir tokat çarptı suratıma. Hamilelik ve çocuk büyütme sürecini hep yaşamın içinde, sürece ayrıca bir önem atfetmeden, el yordamıyla, doğanın bir parçası olarak yaşamak istemiştim. En başından, saçmalaştı, yapaylaştı. “Çilekeş” hastalar, sonuç odaklı doktorlar, duyunca sana acıyan ve “Bilmem kim de tüp bebek yapmış,” diye olayı dedikodulaştıran arkadaşlar yığıldılar, fiziksel olarak zaten zor olan bu süreci ruhsal olarak da çekilmez hale getirdiler. Çocuğum olduğunda, onu bu yapaylıktan çıkarıp yaşamın içine geri çekmeye çalışacağım. Önce bir kendimi sağaltayım ama. O 10 embriyoyla da bir oymak kurarım artık.

 
 

Görsel: Patricia Schnall Gutierrez

 
 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Macarca, Salyangozlar, Ankara ve Bir İlk Kitap: Kapıya Not Bıraktım
Nisan Ayı Köstebek Yuvaları Enginar Dipleri…
Amy Winehouse: “Benden daha güçlü olmalısın!”

Pin It on Pinterest