Reddetmenin, düzenin içine sığamamanın, gerekiyorsa kaçmanın, başkaldırmanın, çeşit çeşit gitmelerin, çocuklarını dahi terk ederek gidebilmenin hikâyesidir Tante Rosa.

SANAT

“tante rosa yaşamakta ısrar ediyor”

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

Önce şu alımlanma hikâyesi ile başlamalı aslında. Tante Rosa 1968’de basıldı; ancak çok çok sonra okundu. Çünkü bir metin boşluğa yazılmaz. Bir metin kendi iç anlamlarından, iç bağlantılarından ibaret değildir. Bir metin, bir uzamda yazılır, bir uzama yazılır, bir uzamda algılanır ve böyle de sunulur. Ama nasıl sunulmuşsa sunulsun, çok güçlü bir metinse, belki bir gün, en nihayetinde, okuruna kavuşur ve böylece başka bir uzama sıçrar. İşte burası yazarın tesellisidir, okurun umududur.

 

Tante Rosa’yı ilk okuduğumda henüz çok gençtim. Üzerimde nasıl bir etki bıraktığını hatırlamıyorum. Sonra birkaç kez daha okudum. Bildiğim tek şey (tıpkı Tante Rosa’nın Sizlerle Başbaşa’daki hikâyelere kapılıvermesi gibi) ona yeniden ve yeniden kapıldığım. Ama her defasında başka bir şekilde. 

 

Neden? Bir kere Tante Rosa’nın bir müziği vardı: Vurmalıların yarattığı tempoyla klarnetin ince sıçramalarının, onunla varılabilecek şakacı melodilerin eşsiz bir karışımı. Bu ritmiyle bize dilin nasıl kıpır kıpır olabileceğini, hatta yer yer zıplayabileceğini gösteriyordu. Asla kendi içine bükülmeyen, hep açılan, hep açılan bir metindi Tante Rosa. Bu yüzden, onu her okuyuşunda başka bir şey duyabiliyordu insan.

 

Francesca Woodman, Untitled (Powdered Mirror), 1977-1978

 

Bir kere kadınlığın çeşit çeşit hallerini seriyordu önümüze: Çocukluğu, “o zamanların en popüler savaşının” içinde çocuk olmayı ve kimsesizliği, çocukken hayal kırıklığına uğramayı ama bunun önemsenmemesini, çocukken örselenmeyi; sonra bir rahibe okulunda törpülenmeyi, arzuları yüzünden cezalandırılmayı, iltihaplı yarası pahasına tuzağa düşürülmeyi; evliliğin hoyratlığını, kutsal evlilik yatağındaki tecavüzü, gene örselenmeyi, gene ağlamayı; doğurmayı, emzirmeyi ve çocuklarını terk etmeyi, tertemiz ve müreffeh aile yuvasını ardına bakmadan geride bırakmayı ve sonra aforoz edilmeyi; bu kez keman çalan bir koca ile kendine baştan bir hayat kurmayı, bilinen her şeyi alt üst etmeyi; orospuluğu da deneyip kerhaneden bile kovulmayı; sonra tükenmeyi, yaşlanmayı, iş arayıp bulamamayı, aç kalmayı, pineklemeyi; bedenin çöküşü karşısında duyulan dehşeti, korkuyu ve acınası pullarla, tüylerle, kürklerle adeta bir papağan ya da düşes kılığına bürünüp buna direnmeyi ve asıl, her şeyden çok, dehşetli bir görülme, fark edilme, beğenilme, arzulanma, sevilme isteğini (Çünkü “Sevgi sözcüğü bir kadına her zaman bir şeyler anlatır”). 

 

Bir de defalarca karşımıza çıkan sembolleri var: Evcilleştirilemeyen hayvanları, kedileri ve papağanları; her şeyin olup bittiği Pazar günleri; elbette tüm imkânları ve imkânsızlıkları doğuran Sizlerle Başbaşa dergisi; sonra delikleri, duvara açılıp yan odayı gözleyen delikleri, köstebek delikleri, bir camda açılıp sol memeyle kapanan delikleri. Üşüyen memeleri.

 

Tüm bu farklı kadınlık halleri, bu tekrar tekrar karşımıza çıkan semboller yabancı mıydı cidden bize? Sahi bir rahibe okulunda olmakla bir “düz lise”de okumak ne kadar çok şey fark ettiriyor? Kim deliklerden bakmamıştır ki başka odalara? Kim deliklerinden acı çekmemiştir? Bilhassa da kadınsan. Ne farkı vardır belinde kırmızı bir kuşakla gelin olmakla (“Kız zebil olmasın” diye, bekaretin kutsal yasası uyarınca) Tante Rosa’nın savaş sonrası Almanya’da düzüverilen evliliğinin? “Biz” kimdir sonra? “Biz”i düzleyen bir metinle karşı karşıya olmanın sihri vardır Tante Rosa’da. Kadınlık halinin “biz”i düzleyiverebileceğini görmenin sarsıcılığı. 

 

Francesca Woodman, Untitled, 1979

 

Tam da buradan dile dönelim gene. Bin bir türlü yazarlık haline bürünebilen Sevgi Soysal’ın “düz yazı” hünerinin doruk noktasıdır çünkü Tante Rosa. Alaycı bir dille karakterin iç sesini, yani dışarıdan bir bakışla iç sayıklamayı harmanlayabilme becerisini; karakterin kararsızlığını değil, yazarın karakter karşısındaki kararsızlığını sergileyebilme maharetini; karaktere hem onu sevebilecek kadar yakın hem de alaya alacak ve sonunda çözümleyebilecek kadar uzak olabilen mesafe oyunlarını; tüm bunları hiçbir tarafını sarkıtmadan yürütebilmeyi; hiç dolandırmadan söyleyelim, karakterine (ve belki okuruna) karşı hem şefkatli hem acımasız olmanın sihrini sergiler Tante Rosa. Tam da başta değindiğimiz müziği sayesinde ve o zor, kıpır kıpır melodinin mözürünü hiç kaçırmadan yapar bunu. 

 

Francesca Woodman, Providence, Rhode Island, 1976

 

Reddetmenin, düzenin içine sığamamanın, gerekiyorsa kaçmanın, başkaldırmanın, çeşit çeşit gitmelerin, çocuklarını dahi terk ederek gidebilmenin hikâyesidir Tante Rosa. Ama sonunda yine de hep yeniden ayağa kalkar ve yeniden yenilir, yeniden ve yeniden, defalarca kaybeder kahramanımız. Aforoz edilmesinden sonraki kehanetlerden biri gerçekleşir aslında: Tante Rosa sefil, kimsesiz ve terk edilmiş şekilde ölür. Daha doğrusu ölecek gibi olur da yazarımız gene kıyamaz “kahraman”ına, son dakikalarda romana girmiş bir Mathes icat eder. Demek ki kahramanının cesedini yine de yerde bırakmaz; bununla da kalmaz, onun yaşamını sallantıda bıraksa da mahfını açıklamak ister. Asla sonuca bağlanmayan, havada öylece asılı kalıveren, parça parça hikâyecikleriyle, bilmiş bilmiş konuşan, olayları zaman ipine dizip yargılayan, büsbütün Dünyaları baştan yaratan eril yazar dilini çökertir ve kahramanının bilemeyişini, sallanıp durmasını açıklarken de tenezzül etmez bu dile. 

 

Yıllar sonra yeniden okunurken en az görülen noktası burasıdır işte Tante Rosa’nın. Bu hikâye sadece düzenin içinde kalmak ya da onu reddetmek hikâyesi değildir. Hem de bir hayal ve hakikat, bilmek ve bilememek, “kadınca bilemeyişler” hikâyesidir. İşte yazarının salınımı da buradan, hikâyenin çok yönlü gidiş gelişlerinden çıkar. Dolayısıyla nasıl anlattığı kadar ne anlattığı da halen önemli bir hikâyedir; yani müthiş bir tempo tutturmuş anlatırken dahi kendi ritmine kapılmayan, kendi sesiyle sarhoş olmayan, ne anlattığını unutmayan bir hikâye. En kestirme ifadesiyle söyleyelim: Sevgi Soysal, kahramanını düzenden kaçtığı, hatta düzeni üzerinde tutamadığı için büyük bir samimiyetle sever; ama hakikatle yüzleşememesini yargılamaktan da kaçınmaz: Hakikat ise bizi kurtaracak diye beklediğimiz beyaz atlı prenslerin tökezlemiş yaralı prenseslerin üzerine basıp sıvışıvermesi, erkeklerin hoyratlığı ve kadınları hep yarı yolda bırakmasıdır. Hakikat, şunun hayal olduğudur: 

 

“Bir elmanın bir meyve olduğu, bir babanın baba, bir savaşın savaş olduğu, bir gerçeğin gerçek olduğu, bir yalanın yalan olduğu, bir aşkın aşk olduğu, bir bıkmanın bıkma olduğu, bir başkaldırmanın başkaldırma olduğu, bir sessizliğin bir sessizlik olduğu, bir haksızlığın bir haksızlık olduğu, bir düzenin bir düzen ve bir evliliğin bir evlilik olduğu, olacağı günler gelecekti, inanıyordu. Tante Rosa.”

 

Francesca Woodman, Untitled, 1979

 

 

Ana görsel: Francesca Woodman, Untitled, 1979

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Hadi Ben Kaçtım Çantaları I: Bakışlardan Kaçış
Gönlünüzün İstediği Son!
Feminist Bir Japon Masalı: Prenses Kaguya

Pin It on Pinterest