İki hafta önce Muriel Spark’ın The Driver’s Seat (Sürücü Koltuğu) isimli romanına başladım. Romanın konusu, Wikipedia’nın “evde kalmış” olarak betimlemekten niyeyse çekinmediği ortayaşlı ve bekar Lise’in tatile çıkmasından ibaret aslında, fakat bir noktada ne olduğunu çok iyi bildiğiniz, ama nedenini bulamadığınız bir suç hikayesine dönüşüyor. Gerilimli suç romanları için Whodunit diye Kimyaptı olarak kabaca çevirebileceğimiz bir tabir vardır ya, Spark romanı için Whydunit, yani Nedenyaptı diye çok yerinde bir tabir uydurmuş. (Ben de bi tane mesela Nasılyaptı uydursam okur musunuz?) (Yalnız o zaten var, adına yemek kitabı diyorlar) Kitabın kendisi kısacık, ufacık bir şey ama maşallahı var, içimi sıkım sıkım, harika biçimde sıktı. Zaten Lise’in tatil elbisesi almak için mağazada dolanmasıyla başlıyor ve roman ilk tokadını bu arka planla atıyor. Okumalısınız ya.
Kitabı bitirdikten sonra internette sağına soluna bakınırken bir de ne göreyim? Meğer kendisini yetmişlerde filmleştirmişler. Peki içinde kim mi var?
VAY BABAM. Üstelik tamamı -malesef altyazısız olsa da- internette var:
VAY BABAM II: Aslında yarın erken kalkacaktım ama kısmet değilmiş.
İki sene önce kadar Elizabeth Taylor’ın bir zayıflama kampında çekilmiş ve o zamana kadar daha önce yayınlanmamış bir kaç fotoğrafını görmüştüm. Fotoğrafları elli bin sene sonra basına veren arkadaşı ve kuaförü, resimler eşliğinde kampta geçirdikleri zamanı anlatmıştı. Taylor’ın kilo aldığını düşündüğü için moralinin çok bozuk olduğunu ve zayıflama kampını bir son çare olarak gördüğünü, oraya gidişi basına sızdırılmasın diye bir sürü önlem aldıklarını fakat bunlara rağmen kampta şaşırtıcı derecede güzel vakit geçirdiklerini anlatıyordu. Fotoğraflarda Taylor biraz yorgun bir çocuk neşesiyle bomboş kampta golf arabasıyla geziyor, havuza giriyordu. Ve kendi o dönem nasıl göründüğüne inandırılırsa inandırılsın, hala deliler, çılgınlar gibi güzeldi tabii ki. Niyeyse bana birden Taylor’ın kuaför arkadaşıyla bomboş bir zayıflama kampında olması, katıksız ve efsanevi bir narsist olduğu rivayet olunan bu kadının gidip o sarı seramikli duşlarda fazla bulduğu kilolarıyla yüzleşmesi çok dokunmuştu. Geri dönüp o fotoğraflara çok baktım. (Sonradan insanın zayıflama kampında Elizabeth Taylor’a eşlik etmesi nasıl bir duygudur bunu daha çok merak edip bi tane hikaye yazdım ama sanırım bi boka benzemedi, bilmiyorum)
Fotoğraflara baksanıza:

Bu arada bambaşka bişey, nasıl bi evren çarpışmasıyla karşı karşıyaysak bu fotoğraf, Aziz Nesin’in Tatlı Betüş romanının kapağının tıpatıp aynısı. Yahu Liz Taylor zaten Tatlı Betüş’ün dünyaya mal olmuşu! Hayatta nasıl böyle acayip güzellikte tesadüfler olabiliyor ya. (Bu romanı ilkokul ikide, Uludağ’da bi kitap fuarından almıştım ve güzelliği dillere destan Betüş’ün gizemli hikayesini o yaşta okuyunca anında şahkülüm kaymıştı tabii ki. Bir romanın başka başka insanların ağzından yazılabileceğini ilk orada görmüş, baştan Aziz Nesin gidip farklı insanlarla konuştu ve kitaplaştırdı sanmıştım. Anneme sorup hepsinin uydurma öğrenince bu fikirle resmen kafam büyümüştü, bende yeri çok ayrıdır)
Bunlara dönüp tekrar bakınca, Elizabeth Taylor’ın Sürücü Koltuğu‘nun Lise’i olmak için neredeyse tek aday olduğuna kani oldum. Film uyarlaması Identikit‘in daha ilk sahnesinde birden o fotoğraflar geri geldi bana. Romanın da, filmin de, işte o soluk benizli fotoğrafların da verdiği his tıpatıp aynıydı. Bomboş bir tatil. Etraftaki insanlara rağmen her yer sessiz ve aynı zamanda birazdan bom diye patlayacak gibi. Bütün kumaşlar hem eski, hem yeni, bir garip. Sanki dünyada heyecan diye bir şey varsa biri bir nefesle hepsini içine çekmiş, başka kimseye kalmamış. Romana, filme, Elizabeth Taylor’a bir şans verin. Öptüm.