Hikâyeler hem ayrı ayrı hem de üst üste kondurulmuş şekilde anlam bulabilir.
Herkes değişmiştir de sen aynı kalmış sanırsan kendini, orada onları beklemiş ve kimse gelmemiş gibi bir yalnızlık ve belki ihanete uğramışsın hissi. Bu yüzden eski arkadaşlar biraz da rahatsız ederler aslında…
Oğlum öğretti bana, insan kendinden taşar, olmakta olduğu şeyden akar.
Filmden kareler değil, cümleler yazmak istiyorum: “annem hep bunu yapar…”, “benden utanıyorsun biliyorum”, “çok şanslısın benimki gibi kulakların yok” , “nasıl bir kız annesini tanımaz.“
Görüntülerin eskiliği, bazı yerlerde gözü rahatsız eden “eski püskülüğü” beni rahatsız etmiyordu. Görüntü ve sesin birbirinin önünü kesmediği bir film yapmak istedik; birbirlerinin önüne geçmediği ama eşit derecede önemli oldukları bir film.
Arendt’in “korkunç olanın sadece saçma değil, düpedüz komik de olabileceğini anlayacak kadar aklı başında” olmak gerektiğini yazdığı zamandan yarım yüzyıl sonra…
Sinema dokunur ve bu dokunuş her zaman şefkatli, sıcak, imkân dolu olmayabilir.
Nesrin’in aynadan bize bakışının karanlığında…
“Bir Sarı Çiçek” referansını vermek ya da Cortazar’dan konuşmak neden kadın karakterlerin sıklıkla payına düşmedi?