Meçhul Kız’ı ilk seyrettiğimde film bana ahlaki ya da politik doğruluğa yaslanmadan etik nasıl düşünülebilir sorusunun bir cevabını veriyor gibi gelmişti.

SANAT

Kendini Hesaba Katmak: Tanıklık ve Meçhul Olan

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

 

Meçhul Kız’ı (La Fille Inconnue, Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne, 2016) ilk seyrettiğimde film bana ahlaki ya da politik doğruluğa yaslanmadan etik nasıl düşünülebilir sorusunun bir cevabını veriyor gibi gelmişti. Donna Haraway’in etik eyleme dair yazdıklarının filme dönüşmüş hali karşımdaydı sanki. Kahramanlıktan uzak. Zevk almanın kendisini hep ıskalayan erkekçi zevk vaatlerinden uzak. Gündelik olanla içli dışlı, dünyevi ve sonlu. Yukarıdan değil aşağıdan bakış, aşağıdaki hareketlilikle, heterojen karşılaşmalarla inşa edilen, sürekli sınanma hali olarak etik eylem. İnsanın başkalarına açıklığı bu filmde de çift yönlü işliyordu. Hem şiddetteki payı hem şiddete maruz kalışıyla. Hem bu açıklığı sömüren hem bu açıklığıyla sömürülen. Hem bu açıklıkla başkaları tarafından çözülebilen ve dönüşebilen hem de bu açıklıkla başkalarını çözebilen ve dönüştürebilen. Bunlarla birlikte sözlerinin ve yapıp ettiklerinin sorumluluğunu alabilmeye, kendi sınırlarının farkında olmaya çabalayan, tam olarak yapamayacağını bilse de, yamulsa, tökezlese, aynı çukura tekrar tekrar düşse de, yapmaya çalışan, devam eden insan. Karşılaşmalar ve olumsallık onu bir yere taşıyordu taşımasına ama bütünüyle sürüklenen insan da değildi. Dolaysızca kendi kendinin huzurunda değildi, kendi kendine dolaysızca tanıklık eden, bir bütün olabilen bir varlık değildi, ama topyekun kaderin, bilinemezin, tekinsizin dünyasında da değildi. Karar alabilen, kendini kandırdığını fark edebilen, üstünlük tasladığı anların pekala farkında olup bunun için özür dileyebilen, başkalarıyla ilişkisi içinde tanınabilir, görülebilir bir varlık olabilen insandı buradaki.

 

Etik eylemi, bu maddi mucizeviliğiyle düşünme, ilişkisel, yinelenme zorunluluğu olan, mutlak olmayan bir iktidar anlayışıyla akraba. Judith Butler’ın İktidarın Psişik Yaşamı’nda[i] geliştirdiği iktidar ve özne ilişkisi, tabiyet tahayyülü geliyor akla hemen. Benim açımdan buradaki iktidar kavrayışında olağanüstü ufuk açıcı ve baş döndürücü olan, iktidar teorisi ile psişe teorisinin bir arada düşünülmesi ve bu biraradalığın öznesini bütünüyle belirlemeyi başaran bir iktidar fikrini de, yapının dışında, özerk, kendi olabilen ve kendi kalabilen bir özne anlayışını da terk etmemize imkan verebilecek bir iktidar-özne topografyası kuruyor oluşuydu. [ii] Ne özne sadece yapıya tabi, onun tarafından bütünüyle belirlenmiş ya da bu yapının bütünüyle dışında, kendi kendisinin dolaysızca huzurunda olabilen, bütünlüklü bir varlık olarak, ne de yapı çağırma gücü adeta bir sözleşme gibi kaskatı ve mutlak olabilen bir güç olarak tahayyül ediliyordu. Örneğin, son derece zihin açıcı ve başka bağlantılarla düşünülmeye açık olmakla birlikte Türklük sözleşmesi kavramsallaştırması ve tahayyülü[iii] bu anlamda sadece çağırmanın/çağrılmanın başarısı üzerine kurulu. Yinelenme zorunluluğu olmayan, artıklar, fazlalıklar üretmeyen, öznesini bütünüyle kurabilen bütünlüklü bir yapı kavrayışını temel alıyor. Bütünüyle sözleşmeye tabi ya da bütünüyle sözleşmenin dışında olabilen bir özne kavrayışına dayalı bir izah. Oysa psikopolitik bir yasa olarak ya da bir ethos olarak düşünülebilecek Türklük, ancak ve her zaman sekteye uğradığı anlarla birlikte tarif edilebilir ve daha iyi izah edilebilir, gibi geliyor bana.

 

İktidarı sadece çağırma süreciyle değil, çağırma-ötesi boyutuyla, çağrılmaya içkin başarısızlıkla birlikte düşünebilmek, toplumsal normların nasıl içselleştirildiklerini, bu içselleştirmenin tanınma ve idrak edilmeyle, bir yer edinmeyle birlikte, hayali bütünlük ve özerklik vaatleriyle işleyişini, yani psişik topografyayı da tanımamıza imkan verir. Görme ve görülme ilişkilerini, duyumsanabilir ve düşünülebilir olanın sınırlarını belirleyen normların bir sözleşme katılığında, kapalı bir yapı gibi düşünülmesine bir itiraz olarak düşünebileceğimiz bu kavrayış, öznenin iktidara dönüşlerini (trope) ya da iktidarın yinelenişini değil öznenin yenilenişini görebilecek gözlüklere sahip kılar bizi. Bir konumda Türklüğü kuran şiddet biçimlerini inkar etmezken ya da mesela Kürtlerin haysiyet mücadelesini tanırken ve duygusal yakınlık kurarken bir başka konumda Türklük tarafından çağrılmış bir özne olarak konuşmaya devam ediyor olabilirim. Sömürgecilik, oryantalizm, milliyetçilik ya da heteropatriyarkal kültür konusunda bilgi öznesi olabilirim ama kendimi hesaba katmamı gerektiren bir karşılaşmada, beni kurmuş olan iktidar ilişkileri sırra kadem basar,  -bu ağın bir parçası olduğumu görmek konusunda muazzam bir görme bozukluğu, seçici bir körlük yaşamaya devam edebilirim. Örnekler çoğaltılabilir. Kendini katabilmek ve düşünce tarafından dolayımlanmaya açıklık hiç kolay değil. Merkezsiz, ilişkisel ve tek bir sahası olmayan bir iktidar tasavvuruyla düşünmeye sadakat de. Belirli bir anda dondurulmuş bir iktidar ve bunun tarafından bütünüyle oluşturulmuş bir özne fikrinden kopuş, ilişkisel ve mutlak olmayan bir iktidar tasavvurunun önünü açıyor; iç içe geçerek işleyen patriyarkal, ırkçı, cinsiyetçi normları, onların sekteye uğradığı anlarla birlikte düşünmek zorunda kalıyoruz. Tek ve pürüzsüz bir tahakküm zemini arayışından vazgeçerek düşünebilmenin yollarını bulmak zorunluluğuyla baş başa kalıyoruz.

 

 

Demek her zaman kendisinin belirlemediği normlar tarafından teslim alınmış, her zaman ödünç alınmış sesle hayata başlayan, “ben” diyebilmek için Öteki’ne, onun tarafından tanınmaya bağımlı, iktidar sahasına teslim edilmiş özne kavrayışı, onun tabiyetle kurulmuşluğunu çağırmaya içkin başarısızlıkla, psişik artıklarla ve tekrar zorunluluğuyla birlikte kavrayan çok boyutlu bir özne topografyasıyla ele alınmalı. Normlar, kuşkusuz öznenin tanınabilirliğini sağlayan şeylerdir. Bazı özneleri tanınabilir kılarken, diğerlerini tanınması ve idrak edilmesi, gerçekliğimiz içine dahil edilmesi zor, kimi zaman imkansız bedenler olarak kuran şeyler. Dolayısıyla yaşamımın tanınabilir bir yaşam olup olmayacağı, ne kadar değer verileceği, değer verilip verilmeyeceği bu normlarla ilişkilidir her daim. Toplumsal iktidarın normatif tanımları, tanınamayan, idrak edilemeyen, gerçekliğimize dahil edilmeyen yaşamlar üretir, ama işte hiçbir zaman bunu bütünüyle başaramaz. Her zaman yola sokamadığı, yoldan sapan psişik artıkların tehdidine açıklığıyla ve yinelenme zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Bu yüzden çağırmanın ötesini, ona içkin başarısızlığı hep çağrılmayla birlikte düşünmek zorundayız. Sadece düzenleme ve sözleşme yoluyla değil aynı zamanda inkar, silme, hatta içerme yoluyla da işliyor iktidar. Bir gerçeklik nasıl kuruluyor, bu nasıl gerçek oluyor, nasıl görülüyor ve niçin böyle görülüyor, normalleştirme nasıl işliyor soruları, ancak bunların içinden geçerek düşündüğümüzde, onları kat ettiğimizde kısmen cevaplayabileceğimiz sorular halini alıyor bu durumda.

 

 

İşte Meçhul Kız bu düzeneği tanıyan, onun içinde çalıştığının farkında bir film. Bedenin toplumsallığını, her zaman kendisinin dışında oluşunu, bu yüzden yaralanabilirliğini, yaşamın her zaman ötekinin getireceği belirsizlik, bilinemezlik ve olumsallığa açıklığını tanıyarak etiğin imkanlarını düşünüyor. Bedenin varlığını sürdürebilmesi, düştüğünde onu ayağa kaldıracak bir ilişkiler ağının içinde olup olmadığına, görülüp görülmediğine, tanınıp tanınmadığına en başından bağlı. Bedenin ve yaşamın kırılganlığı, onların en başından toplumsal ve siyasal düzenlemeye, güç ilişkilerine gömülü oluşlarını tanıyabilmek demek. Ama bundan ibaret de değil; aynı zamanda her birimizin yaşamının ve bedeninin başkalarına bağımlılığını, en başından başkalarının dünyasında oluşumuzun beraberinde getirdiği olumsallığı ve açıklığı tanıyabilmek de aynı zamanda. Şiddete gömülü, şiddete maruz kalan ve onda payı olan varlıklar olarak düşünmek zorunda kalıyoruz. Sorumluluk, ancak böyle bir kabulle, böyle bir arazide filizlenebiliyor gibidir. Filmde, seks işçiliği yapan siyah göçmen bir kadının gerçekliğimizden çıkarılmasının hayaletsiliği yakalıyor ana karakteri.

 

Etik kahramanlıktan, erkekçi tümgüçlülük ve özerk özne tahayyüllerinden, -mutlak bir yapı, ya ona bütünüyle tabi ya da onun bütünüyle dışından çıkıp gelen idealleştirilmiş özne-, uzak bu etik kavrayışı, bedenlerimizin ve yaşamlarımızın içine gömülü olduğu şiddeti, yaşamlarımızın şiddete açıklığını tanımanın yanında bu açıklığı kapatacak bir figürün, bu açıklığın hiç olmayacağı bir cennet vaadinin peşine düşürmez bizi. En nihayetinde dünyaya ve kendimize bağlanma biçimimizi olduğu gibi bırakacak, olağan gerçekliğimizi görme, düşünme, duyumsama biçimimizi dönüştürmeyecek, bizi kendi sınır ve sorumluluklarımızla karşı karşıya bırakmayacak, toplumsal iktidara bizi (yeniden-) döndürmeyi başaran bir güzergahtır bu vaat, –Buğday (Semih Kaplanoğlu, 2017) filmi gibi mesela. Bu tür cennet vaatleri olağan gerçekliğimiz içinde yıkıcı şiddet biçimlerine ortak oluşumuzu, vaadin kendisinin yıkıcılığı ve şiddeti üretişini görebilmemize engel olur. Meçhul Kız, bütün gündelikliğiyle, kısmiliği ve konumlanmışlığıyla bu türde vaatlerin üzerimizdeki gücünü söndüren bir başka tanıklık biçimi kuruyor.

 

Peki bu nasıl bir tanıklık? Görmek, ezilenlerin konumundan görmek, aşağıdan yukarıya eleştirel olarak görmek istiyoruz, diyelim. Kenarlardan ve diplerden görme kabiliyeti kazanmak istiyoruz, ama bu nasıl olacak? Daha az muktedir olanların konumlarından görme çabası, bunu benimseme bir başına yeterli olmadığı gibi onların görüşünü romantize etme, sahiplenme, yiyip yutma, fethedici benliğimizin bir parçası kılma gibi görselleştirme pratiklerimize içkin şiddet edimlerine dönüşüp, bunları kolayca yeniden üretebiliyor. Bütün ezilmiş konumların hepsinde olamayacağımız gibi, herhangi birinin tek bir konum tarafından bütünüyle içerilemeyeceğini de tanımamız gerekir. Donna Haraway bütün bunların kendi konumumuzdan yaptığımız tanıklıklar için de geçerli olduğunu söylemişti: Kendi kendimizin de dolaysızca huzurunda değiliz.[iv] Öyleyse yine aynı soru: Meçhul Kız’daki nasıl bir tanıklık? Öteki olan, o yüklem konumuna yerleşen bir tanıklık değil. Ötekini kurtarmacı, fedakar ve cefakarlığıyla, çilekeşliğiyle bu başkası için bir şey yapmacı bir tanıklık da değil. Buradaki ne kötü bir görsel sistem olan kendi kendine özdeşlikle ne de kötü bir konumlanma stratejisi olan ötekiyle kaynaşmayla[v]  işleyen bir tanıklık. Ötekiyle kaynaşmayla varılacak beyaz huzura, kendi kendiyle özdeşliğin ideal iyisine ve vıcık vicdanına arkasını dönmüş bir tanıklık. “Hepimiz meçhul kızız,” da değil buradaki. Farklılıkları aşan bir evrensellikte bastırma, çatışmasız bir ortaklıkla kaynaşmanın ürettiği kötü görsel düzenekler reddedilmiş. Ortak olanı ve olmayanı birlikte tutabilen, bu gerilimin bütünlüğe feda edilmediği, parçaları kusurlu bir biçimde tutturulduğu için başkasıyla bir araya gelebilen, o başkası olduğunu iddia etmeden onunla beraber görebilen bir tanıklık.[vi]

 

 

Jenny’nin doktor oluşu filmi insan bedeninin ve yaşamının yaralanabilirliğini tanımaya yaklaştıracak görsel tekrarlar kurmaya imkan veriyor; hem düz anlamıyla hem de metaforik olarak teması, ötekine açıklığı, ilişkiselliği, temasın kırılganlığını çağrıştıracak tekrarlara. Jenny’nin kadir-i mutlak bir doktora dönüştürülmemiş olması elbette önemli ama bunun nasıl yapıldığı da bir o kadar dikkat gerektiriyor. Beyaz ve ayrıcalıklı olanın filtresinde anlatılan bu hikaye nasıl oluyor da tıpkı Saklı (Caché, Michael Haneke, 2005) gibi beyaz vicdanın kendinden hoşnutluğuna, günah çıkararak fethetmeye devam edişine dönüşmüyor? İçinde yaşadığımız etik krizlerin ve gerilimlerin bir sona, bir bütüne, huzur, yüzleşme ve kaynaşmaya indirgenemezliğini tanıyan bir bakış, ötekiyle ilişkinin kendi üzerindeki meçhul izlerini tanıyan bir bakış, iyi olduğuna inanmış ve aydınlanmış insanın yukarıdan bakışının yerini alıyor burada. Kendini hesaba katabilmenin yollarını arıyoruz. Öz-bilinçli anlatıları köstekleyerek bakışı beyaz ve ayrıcalıklı olanın habitusuna, onun kör noktalarına döndüren bu politik anlatı türü, gerçeklikten çıkarılmış olan bedenleri geri getirecek çözümleri vermiyor, ama onları gerçeklikten çıkaran gözlerimizi ve ellerimizi tanımamızı, tekrarı durdurabilecek kabiliyetlerimizi hatırlatıyor. Kendi konumlanmışlığını ve sınırlarını sorumluluk ve hesap verilebilirliğe açan bir bakış üretiyor. Kişinin her zaman zaten kendisi olduğu, kendisi kaldığı, yeri çoktan belli bir ahlaki pozisyon gibi anlamıyorsak etiği, kişinin kendini bütünüyle hesaba katamadığı bir karşılaşma, kendi kendinden bihaberlik, risk ve sorumluluk almak zorunda bırakan ve kendini apaçıkça ortaya koyamayan bir talebe yakalanması olarak düşünülebilir etik.[vii] Göçmen, siyah genç kadının ölümü, Jenny’nin kendisiyle ilgili bir sınamaya da dönüşür. Asistanı Julien’e emredici davranışlarını açıklarken, kendi payına düşeni ve sorumluluğunu üstlenirken, “sana kapıyı açmamanı ben söyledim, üstünlük taslamak için,” diyecektir. Başkalarına bağımlılık, onların üzerimizdeki izlerine bu bünyevi açıklık, kusurluluk ve tamamlanmamışlık bizi etik varlıklar kılıyordur. Her iki yönde de. Şiddete maruz kalma ve şiddetteki payımız. Sömüren ve sömürülen. Manipüle eden ve edilen varlıklar oluşumuz. Dolayısıyla buradaki etik, sadece sınırları kesin bir biçimde tanımlanmış bir grubun hakları odaklı değil ortaklıklar ve ittifaklar nasıl, nereden kurulabilir ve ortak olamayan nedir, sorularına bir cevap arayışından çıkar. Hiç kimsenin fail ya da zalim olma olasılığından muaf olmadığı bir dünyada yaşamın kırılganlığını tanıyan politik talepleri ve sorumlulukları üstlenmeyi etik–politik ortaklığın zemini olarak düşünmek mümkün mü?[viii] Ötekilerin üzerindeki izlerini ve temas dizisini inkar eden ayrıcalıklı insanın, başkalarına bağımlılığını ve onlar tarafından çözülmeye açıklığını (yeniden-) hatırlaması politik bir kaynak olarak düşünülebilir mi?

 

 

Optik ve akustik varoluşumuz gibi yaralanabilirlik de çok boyutlu. Yaralayan ve yaralanan bir varlık oluşu anlattığı gibi yaşamlarımızın ve bedenlerimizin başkalarına bağımlılığı nedeniyle sömürüye ve şiddete açıklığını ama aynı zamanda bizi hayatta tutacak bir dizi temas ve karşılaşmaya açıklığı da anlatır. Bununla bağlantı içinde yası bir siyasallık kaynağı olarak düşünmüştü Judith Butler.[ix] Bedensel yaşamın toplumsallığı, ben’in kuruluşuna içkin ötekilere maruz kalış, kayıp sürecinde görünür hale gelebiliyor, öz-bilinçli anlatıları kesintiye uğratıp, özerk ve denetim sahibi kendilik tasavvurlarına meydan okuyabiliyordur. Kendine tanıklık, ‘ben’in ta kendisinin hikayenin ortasında kalakaldığı, kendisinin ötekiyle ilişkisi üzerinden sorgulandığı bir hikayeye dönüşüyordur. Yaşamımızın en başından itibaren ötekinin dünyasına teslim edilmişliğimiz, bedensel ihtiyaçlarımız sebebiyle bir dizi başlıca ötekinin, bize bakım verenlerin eline verilmişliğimiz, bu ilksel yaralanabilirlik, etiğin dar kapısını açan ortaklık gibidir. Kendi kendiyle özdeşlik sadece kötü bir görsel sistem değil aynı zamanda ötekilerin izleriyle şekillenen varoluşun, ötekilerle etik bağlantının da inkarı üzerine kuruludur bu yüzden.

 

 

Meçhul Kız’daki tanıklık, gerçekliğin içindekilerin gerçeklikten çıkarılmış olan bedenlerle, faili meçhul olanlarla ilişkileri üzerinden bir sınamayı içerir. Bu ilişki, yaşamın etik ve politik düzenlenişiyle, çerçevelenişiyle kuruluyor ve tekrar tekrar kuruluyordur. Birilerinin hakları için fedakarlık yapan güzel ruhta değil başkalarına bağımlığını ve yaşamın kırılganlığını tanıyan bir varoluş ortaklığında bulur film etik bağlantıyı. Hissederiz ki yaralanabilirliğin ve bağımlılığın inkarı etiğin dar kapısını, yasın kapısını kapatır. Hangi biçimde gelirse gelsin sahte özerklik fantezileri, ötekilerin hayatlarını hayatım için bir tehdide kolayca indirger, onların hayatlarını gerçeklikten, tanınabilirlik, işitilebilirlik ve görülebilirlik çerçevesinden çıkarır. Kenarlardan, diplerden görme ve işitme kabiliyeti kazanabilmek, sadece ezilen, idrak edilemeyen, tanınmayan bir grubun hak talebiyle sınırlı bir mesele değildir bu yüzden; kendimizi, kendimizle ve yaşamla bağlarımızı yeniden kurmanın, tanınabilir yaşamların ufkunu, görünür dünyanın eşiğini kaydırarak yeni gerçeklik biçimleri düşünmenin, yaşamın ve bedenlerimizin başkalarına açık oluşunun giderilemezliğini kabullenmenin bir yolu gibidir. Daha az inkar ve yalanla yaşayabilmenin, meçhul olana açıklığımıza tanık olarak kendimizi hesaba katabilmenin bir yolu. Sadece dünyaya değil kendimize de, kendi kendimize meçhul hallerimize de tanıklık edebilmeye sadakatle, hep yoldan sapabilmenin bir yolu.

 

 

 

[i] Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler, çev. Fatma Tütüncü, İstanbul: Ayrıntı, 2005.

[ii] Mazi Kabrinin Hortlakları’nda (Metis, 2010) Türklüğü bir toplumsal iktidar olarak kavrayabileceğimi düşündürten bu olmuştu. Sadece çağıran ve öznelerini kuran değil, sürekli yinelenme zorunluluğu olan ve çağırmaya içkin başarısızlıkla malul bir iktidar olarak. Nasıl oluyor da Türklük tekrar tekrar aynı düşünsel-duygusal güzergahları kurmayı başarıyor ama aynı zamanda her defasında psişik artıklar, bir türlü yola sokulamayan, yoldan sapan, kontrol edilemeyen fazlalıklar üretiyordu?

[iii] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi, Krizi, Ankara: Dipnot, 2018.

[iv] Donna Haraway, “Konumlu Bilgiler: Feminizmde Bilim Meselesi ve Kısmi

Perspektifin Ayrıcalığı”, Başka Yer, çev. Güçsal Pusar, İstanbul: Metis, s. 106.

[v] “Konumlu Bilgiler”, s.106.

[vi] “Konumlu Bilgiler”, s.107.

[vii] Şurada öz-bilinçli ve narsisist, ahlakçı anlatılar dışında kendini hesaba katmanın imkanlarını tartışıyor Butler: Judith Butler, Giving An Account of Oneself, Fordham University Press, 2005.

[viii] Şu baş döndüren metinden ilhamla: Judith Butler, “Primo Levi for the Present”, Parting Ways: Jewishness and the Critique of Zionism, New York: Columbia University Press, 2012, s. 181-204.

[ix] Şu iki metne bakılabilir. Judith Butler, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, çev. Başak Ertür, İstanbul: Metis, 2005; Judith Butler, Savaş Tertipleri: Hangi Hayatların Yası Tutulur?, çev. Şeyda Öztürk, İstanbul: YKY, 2015.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YObruğun İçinden
Obruğun İçinden

Gündelik gerçekliğimizin içinde işleyen aşırılıklar, bizim yerimize karar veren ve bizim yerimize sorumluluk alan, obruğun iki tarafını, Türkiye’nin iki cenahını bize gösterip rahatlatan filmin sonundaki anlam otoritesinin teminatı altına alınıyor. Gerçekliğimizin açıklığı, istikrarsızlığı ve belirsizliği muhalefetin fantazisine feda ediliyor.

MEYDAN

YKadınların sineması: efendinin bakışı efendinin perdesini asla yırtmaz
Kadınların sineması: efendinin bakışı efendinin perdesini asla yırtmaz

Başka gözlüklere, kör noktaları görebileceğimiz, farkları, ayrımları, heterojenlikleri tanıyabileceğimiz gözlüklere ihtiyacımız var. Feminist politika bir bütün etmeyen parçaların birlikteliği olarak neden ele alınmasın?

SANAT

YParçalanma ve toparlanmaya dair
Parçalanma ve toparlanmaya dair

Pezzettino dönüştürücü. Bir şekillenişe doğru götürmüyor da bizi, şekillenişin ne demek oluşunu tanımaya götürüyor. Feminizm de böyle değil mi?

ECİNNİLİK

YEril nazar değmesin 🧿
Eril nazar değmesin 🧿

Üzerimizdeki eril nazarları silkelediğimiz, çok silkelediğimiz bir yıl olsun.

Bir de bunlar var

Kötü Kız Kardeş
Müze, Çocuklar ve Bir “Ressamcı”
Venüs Yörüngesinde: Kibele Yarman’ın Kolajları

Pin It on Pinterest