Karşılıksız sevgi görmek ödeme yapmadan mümkün mü?

KÜLTÜR

Japonya’da Kiralık Aile Endüstrisi – 2

Elif Batuman’ın Japan’s Rent-a-Family Industry başlıklı yazısının çevirisinin ikinci bölümü. İlk kısma buradan ulaşabilirsiniz.

 

 

Family Romance’le bir sonraki randevum Shibuya alışveriş bölgesinde kiralık bir anne ile iki saat idi. Bu randevu beni Japonya’ya daha varmadan kaygılandırmaya başladı. Seyahate çıkmadan bir gün önce gerçek annem bana harika bir e-mail yazdı, bana iyi bir yolculuk diliyordu ve beklediğim gibi favori kitaplarımızdan birini, Junichiro Tanizaki’nin 1940’larda yazdığı aile romanı “The Makioka Sisters”ı (Makioka Kardeşler) zikrediyordu. Ben ortaokuldayken annem bana kendi kitabını vermişti. Kitabı sevmemin bir nedeni de kız kardeşlerin ortak dillerinin ve özel şakalarının bizimkilere çok benzemesiydi. Annem benimle Tanizaki ve Kōbō Abe’ye olan sevgisini paylaştığı için yazar olmamış mıydım? Ve şimdi hakkında birlikte okuduğumuz bir çok yeri gezebiliyordum. Durum böyleyken bu seyahatim bana hiç de adil görünmedi. Sadece Japonya’ya annemsiz gidiyor değildim. Bir de yerine ikame kiralama planları yapıyordum.

 

Tokyo’da bir akşamüstü bindiğimiz bir banliyö treninde Chie sipariş formunu doldurmama yardım ediyordu. “Burda güzel çocukluk anıların için de bir yer var” dedi. Kendimi ona üç ya da dört yaşlarındayken bir gün annemin işten – doktordu ve çalışma saatleri uzundu – eve erken geldiğini ve beni oyuncak bebek arabası almaya götürdüğünü anlatırken buldum. Bebek arabasının lüzumsuzluğu, yani artı değeri, bu beklenmedik mutluluğu bir şekilde daha da pekiştirmişti. “Bebek arabasını aldığımız gün,” “bebek arabası günü” kısaltma haline geldi… Neyin kısaltması? “Mutlu bir gün”ün kısaltması. Her ne kadar sonradan anneme bu kısaltmanın neden biraz hüzünlü olduğunu sormuş olsam da. Bana kuruntulu olma, mutluluk dolu şeylerde hüzünlenecek bir şeyler arama, diyecek diye endişelendim. Oysa bir an bile tereddüt etmeden “Çünkü neden her gün bebek arabası günü değildi ki?” diye cevap verdi.

 

Kiralık anneyle büyük bir mağazanın kafesinde buluştum. Fotoğrafını görmemiştim. Doğru insanı teşhis etmem biraz zaman aldı: bal renginde boyalı uzun saçlı, minyon, orta yaşlı bir Japon kadın. Ben ona doğru yaklaşırken ayağa kalktı.

 

Sevinçle, “Anne!” diye bağırdım.

 

Bana sarılırken biraz mesafeliydi. Aksansız Amerikan İngilizcesi ile “peki, şimdi nasıl yapalım?” diye sordu. “Benle röportaj mı yapmak istersiniz, yoksa rol yapmak mı istersiniz?”

 

İki saatliğine randevulaşmıştık, ikisini de yapabileceğimizi söyledim. “Bu benim için biraz tuhaf. Çünkü ben anne olduğumda kızım genellikle yirmilerinde olur,” dedi, elli altı yaşında olduğunu ekleyerek. Benden sadece on altı yaş büyüktü.

 

“Yirmilerimdeymişim gibi mi yapmalıyım?” diye sordum.

 

“Hayır, ben daha yaşlıymışım gibi yapabilirim,” dedi. Onun önerdiği hikayemize göre annem “herhangi bir nedenle Japonya’ya taşınmış” ve biz yıllar sonra birbirimizi ilk kez görecekmişiz. Kabul ettim.

 

Birdenbire, ifadesi yumuşadı. “En son birbirimizi göreli ne kadar da uzun zaman oldu.” Sesi de daha yumuşak, daha efkârlıydı. Hafifçe sarsılır gibi oldum.

 

“Gerçekten uzun zaman oldu,” dedim.

 

“Ne kadarını hatırlıyorsun acaba? Birlikte geçirdiğimiz zamanları hatırlıyor musun bilmiyorum.” Sesindeki hüzün bana gerçek annemin babamla boşanmaları sonrasında, benim babamla yaşadığım zamanlardan bahsedişini hatırlattı.

 

Onaylayarak “tabii ki, hatırlıyorum,” dedim, hatta gerçek bir anı hatırlamaya çalışırken buldum kendimi, neden sonra gerçek anı olmadığını farkettim, daha yeni tanışmıştık. “Yani… çok ayrıntılı değil,” diye ekledim.

 

“Ah, ben beraber geçirdiğimiz her dakikayı hatırlıyorum ve her dakikayı bağrıma basıyorum. Böyle daha çok anımızın olmasını isterdim,” dedi. “İş yüzünden seninle istediğim kadar zaman geçiremedim. Şimdi çok pişmanım.”

 

Bir panik dalgası hissettim, sanki bir falcı bana ürpertici bir gerçeği söylemişti.

 

“Çok çalışmak zorundaydın,” dedim.

 

“Ama senin işinden ne haber? Bu yoğunlukla nasıl başa çıkıyorsun?” diye sordu – ve büyü bozuldu, çünkü gerçek annem benim işim hakkında her şeyi bilirdi ve bunu bana sormazdı. Kendimi kiralık anneme telefonumdaki meditasyon uygulamasını anlatırken buldum ve ona meditasyon yapmayı sevip sevmediğini sordum. “Sanırım, şu an kendimiz olarak konuşuyoruz,” dedi, aklımı okumuş gibi.

 

Onunla röportaj yapmaya başladım. Adı Airi idi ve bir fizik araştırmacısı olan babasının işi nedeniyle çocukluğunun büyük bir kısmını Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Kanada’da geçirmişti. Yetmişlerde biraz televizyon oyunculuğu yapmış, sitkom’ların arka planında “mutlu Asyalı çocuk” rolünü oynamıştı. On dört yaşındayken babasının “sisteme dahil olsun” diye gönderdiği Japonya’da kullandığı İngilizce kelimeler yüzünden dışlanınca Japoncası mükemmel olana kadar çenesini tutmayı öğrenmişti. Eğitimini tamamladıktan sonra, özel sektöre girmiş, bundan iki sene önce çalıştığı son yerden ayrılmadan evvel çeşitli uluslararası şirketlerde üst düzey pozisyonlara gelmişti.

 

Hemen arkasından Family Romance’a kaydolmuş. Şimdilerde ise her ay birkaç görev alıyor. Çocuğu ya da yakın akrabası yok; yirmi yıl içinde eşini, ebeveynlerini ve yüz on yaşındaki babaannesini kaybetmiş. Onu anne olarak kiralayan genç kadınlardan bazıları “çalışırken aldıkları lisans derecesi”nden bahsediyor. Kendi hayatından çok aşina olduğu bu hikayeleri dinlerken kendini sadece o kadar çalışmayıp çocuk sahibi olsaydı nasıl olacağının hayalini kurarken değil, bir anlığına bunu yaşarken buluyordu.

 

Karakterlerindeki ve geçmişlerindeki farklılıklara rağmen, annemle Airi’nin deneyimleri arasında belli benzerlikler gördüm. Annem de alanında yükselirken karşılaştığı birçok mesleki engelle büyüdüğü ülkeden farklı bir ülkede başetmek zorunda kalmıştı. O da işini yeni bırakmıştı. Airi hayatında sevdiği şeyleri ve neyin daha iyi olabileceğini anlatırken garip bir rahatlama hissettim: anneminkilere benzer zorluklarla karşılaşmıştı ve bir kızı yoktu; o zaman zorluk yaratan şey çocuk sahibi olmak değildi.

 

Röportaja atıfta bulunacağım makalemden bahsettik. “Sanırım sadece birkaç satırda geçeceğim,” dedi ve birden kiralık anneme karşı bir suçluluk duydum. Ekonomik durumunun belirsizliğinden dem vurup “bu şekilde sonsuza kadar yaşayamayacağını” ve istersem benimle tercümanım olarak çalışabileceğini belirtti. Buna karşılık ona zaten tercümanımın olduğunu söylemek bana fiziksel bir acı verdi. En kötüsü de onu anne olarak kiralayan hiçbir kadının onu tekrar görmeyi talep etmemiş olmasıydı. Ben de onu tekrar görmeyecektim. Bana alışveriş merkezini dolaştırmayı teklif edince zamanımız dolmuş olmasına rağmen evet demiş bulundum.

 

1868 Meiji Reformasyon dönemini takiben reformcular Japonya’yı “restore edilmiş” bir imparator etrafında birleştirdi ve yüzyıllardır süren izolasyon ve feodal egemenlik sonrasında ülkede modern bürokratik bir ordu iktidarı kurmaya girişti. Batılıların “aile” dedikleri – Japonya’da belirli bir yasal dayanağı olmayan ve Japoncada herhangi bir kelime karşılığı bulunmayan – kavrama yönelik düzenlemeler içeren yeni bir medeni kanun taslağı hazırladılar. Kazoku diye yeni bir kelime icat edildi ve aile hayatının en eski formu ie yani ev’i temel alan bir “aile sistemi” oluşturuldu. Konfüçyüsçü prensiplerin (kısmen) ürünü olan ie katı bir hiyerarşiye dayanıyordu. Evin başı bütün mülkü kontrol ederdi ve genç nesilden – genellikle en büyük oğlan, ama bazen damat ya da evlatlık erkek çocuk – bir mirasçı seçerdi. Evin devamlılığı kan bağından daha önemliydi. Diğer üyeler ya yeni bir kız çocuğuyla evlenerek ie’de kalır ya da ikincil bir silsile (erkek çocuklar) başlatabilirlerdi. Meiji döneminin milli ideolojisi Japonya’nın asıl evin başında imparatorun, ikincil evlerde ise geriye kalan hane halkının olduğu büyük bir aile temsiline dayandırıldı. “Ailecilik” (familialism) milli kimliğin merkezine yerleşti ve Batı’nın bencil bireyciliğine karşı konumlandırıldı.

 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra müttefik işgali sırasında oluşturulan yeni bir anayasa ie’nin yerine Batı-tarzı “demokratik” çekirdek aile’yi koymaya çalıştı. Zorla evlendirmeler yasaklandı, çiftlerin yasal hakları eşitlendi ve mülk, doğum sıralarına ya da cinsiyetlerine bakılmaksızın çocuklar arasında eşit olarak paylaştırıldı. Savaş sonrası ekonomik büyüme ve özel sektörün yükselişi ile apartman sakini – bir iş adamı, bir ev kadını ve onların çocuklarından oluşan – çekirdek aileler yaygınlaşırken, ie haneleri gittikçe azaldı. Seksenlerdeki ekonomik patlama ile birlikte gittikçe daha fazla kadın evin dışında çalışmaya başladı. Doğum sayısında düşüş yaşanırken boşanma ve bekar hane sayılarında artış görüldü. Aynı şekilde, ortalama yaşam süresi ve yaşlı nüfus oranı da yükselişe geçti.

 

İlk kiralık aile dalgası işte bu zamanlarda ortaya çıktı. Özel sektör çalışanlarına yönelik eğitimler konusunda uzmanlaşan Tokyolu iş insanı, Satsuki Ōiwa, 1989’da bakıma muhtaç yaşlılara çocuk ve torun kiralamaya başladı – bu fikri, şirket çalışanlarının ebeveynlerini ziyaret edemeyecek kadar meşgul olmaktan dolayı şikayetleri aklına getirdi. Ōiwa’nın bu hizmeti basında büyük yer buldu; birkaç yıl içinde yüzün üstünde müşteriye akraba gönderir oldu. Evli bir çift, babanın zorlu hayat hikayesini dinlemesi için bir “oğul” kiraladı. Gerçek oğulları onlarla yaşıyordu ama babasını dinlemeyi reddediyordu. Üstelik, çiftin gerçek torunları bebeklikten yeni çıkmıştı ve bir bebek tenine dokunmayı özlemişlerdi. Kiralık oğulun ve hüzünlü hikayeleri tolere edebilen bebekli bir kiralık gelinin 3 saatlik ziyaretinin toplam tutarı 1100 dolardı. Diğer müşteriler arasında çocukları için büyükanne ve büyükbaba kiralayan bir çift ve televizyonda gördüğü türden bir çekirdek aile deneyimi yaşamak için bir eş ve kız çocuk kiralayan bekar bir erkek de var.

 

Kiralık akraba fikri toplumsal hayagücünde kök saldı. Havada postmodernizm kokusu vardı. Kiralık akraba mefhumu bu kültürel görecelilik çağına cuk oturdu. Ünlü dedektif kurmaca yazarı Misa Yamamura, 1993 yılında “Kiralık Ailenin Cinayet Vakası” (“Murder Incident of the Rental Family”) kitabını yayınladı. Kitapta kanser hastası yaşlı bir kadın, aile evini ipotek ettirerek ve kendi oğlunun ona göstermediği şefkati gösterecek bir oğul, bir gelin ve bir torun kiralayarak vefasız oğlundan intikam alır. Kadın öldürüldükten sonra – biri oğlunun bir diğeri ise kiralık akrabaların lehine yazılmış – iki vasiyet ortaya çıkar. Bu iki farklı vasiyet ebeveyn ve çocuklar arasındaki ekonomik bağ ile evlat sevgisi karşılığında hürmet görmek arasındaki gerginliği dramatize eder.

 

Kiralık akrabalar o zamandan beri koca bir edebiyat külliyatına ilham verdi. Tokyo’da, bu edebi tür hakkında doksanlı yıllarda eleştiriler yazmış olan Takayuki Tatsumi ile buluştum. Kiralık akrabaların, aile üyesi edinmenin yaygın olduğu ve biyolojik soyağacının hane bütünlüğünden sonra geldiği Meiji döneminin ie’sine kadar uzanan “fiilî aile” fikrinin postmodern ve kuir romancılar tarafından da kullanıldığını söyledi. “Foucault’ya göre her şey inşa edilmiştir, hiçbir şey özü itibariyle belirli değildir,” dedi Tatsumi. “Önemli olan işlevdir.” Aklıma Satsuki Ōiwa’nın hakkında yazılmış bir makaleden alıntı geldi. “Temin ettiğimiz şey ailevi şefkat değil,” diyordu, “aile biçiminde ifade bulmuş insan şefkati.”

 

Edebiyat ve sinemaya konu olmaya devam eden kiralık ya da ikame akrabalar uçakta izlediğim 3 yeni Japon filminde de işlenmişti. Komedi filmi “Yedek Hırsız”da akrabası olmayan bir yetim, hırsızlık amacıyla bir eve girerken tanıştığı yalnız yabancılarla duygusal bağ kuruyor. Bir diğerinde bir adam üvey kızının beleşçi babasına kızıyla zaman geçirsin diye para ödüyor. Bu hikayelerdeki ruh hali yabancıları sevilen tanıdığa dönüştüren piyasanın büyüsünden kaynaklı bir çeşit mutlulukla “Truman Show” – sevdiğiniz herkesin sadece rol yaptığına dair bir paranoya – arasında gidip geliyor.

 

Hem mutluluk hem de korkunun kaynağı doksanlarda Japon iş piyasasının deregülasyonu ile birlikte savaş sonrası iş adamı yaşam tarzının kaybolmaya yüz tutmasında bulunabilir. Halihazırda işgücünün yüzde otuz sekizini düzensiz çalışanlar oluşturuyor. (Kiralık akrabalık Japon basının büyük bir kısmında okuyucuların ek gelir kaynağı olarak yapabilecekleri “yan iş” olarak yer alıyor.) 2010’da bekar haneler çekirdek aile hane sayısını aştı. Günümüzün genç nüfusu başka yerlerde olduğu gibi Japonya’da da seyahat etmek ve bireysel ifade adına çok daha fazla fırsata sahip ama aynı şey güvenlik, cemaat ve aile deneyimi için söylenemez. Bu arada, yaşlılar ordusu da gittikçe büyümekte. Tatsumi bana, yaşlı bir kadın ona rahmetli oğlunu hatırlattığı için bir hilekârın onu dolandırmasına izin verdiği 2008 yapımı bir filmden sahne izletti. Film, Tokyo’da gerçekten de varolan yaşlı evsizler için mukavvadan yapılmış bir köyde geçiyordu.

 

Japon toplumunun birçok yönü gibi, kiralık akrabalar da genellikle honne ve tatemae, diğer bir deyişle samimi kişisel duygular ile toplumsal beklentiler, ikiliğine referansla açıklanıyor. Özgünlük ve tutarlılığa illa ki kendinden menkul bir değer atfedilmiyor ve özgün honne’un geleneksel tatemae ardında saklanması ikiyüzlülük ya da aldatmadan ziyade genellikle bir cömertlik ve sosyallik olarak görülüyor. Tipik bir örnek: kendi ailesini kaybettiği için düğününde sahte ebeveyn kiralayan adam sonunda bunu eşine söyledi. Herşey yolundaydı. Eşi, adamın amacının dolap çevirmek değil düğünde sorun yaratmamak olduğunu anladığını söyledi. Hatta bu kadar düşünceli olduğu için ona teşekkür bile etti.

 

Japon kiralık akraba sektörünün birçok açıdan Japonya’ya özgü olduğu su götürmez. Bununla birlikte insanlık tarihi boyunca insanların akrabalarının bedavaya yaptıkları işleri yabancılara para karşılığı yaptırdıkları da bir gerçek. Kiralık yasçılar antik Yunan’da, Roma ve Çin’de vardılar. Yahudi-Hristiyan geleneğinde ve erken İslam dünyasında Solon, Aziz Paul ve Aziz John Chrysostom tarafından ifşa edildiler. Çin’de, Hindistan’da ve son zamanlarda İngiltere’de – ki Essex’li Rent A Mourner (Yasçı Kirala) şirketi 2013’ten bu yana faaliyet gösteriyor – hâlâ kiralık yasçılar var. Ve anneler, kız çocukları ve eşlerin geleneksel rollerini alan bebek bakıcıları, hemşireler ve aşçılar kiralık akrabalar değillerse nedirler?

 

Aslında, ailenin “paranın satın alamayacağı sevgi” olarak tanımlanması görece olarak yeni sayılır. Sanayileşme devrimi öncesinin temel ekonomik birimi aile idi. Yeni doğan her çocuk yeni bir çift el demekti. Sanayileşme sonrası, insanlar sabit bir gelir için hane dışında çalışmaya başladılar ve artık her yeni çocuk beslenmesi gereken bir boğaz demekti. Aile, piyasa yönetimindeki bu dünyanın karşılıksız şefkat sığınağı oldu.

 

Ütopya yazarı feminist Charlotte Perkins Gilman, 1898’de “romantik sevgi” ve “anaç fedakârlık”ı ideolojik kurgular olarak ele alıyordu: kadınları evde tutan bir tür yem. Genç kadınlar romantizmi her şeyin üstünde tutmak ve bir kocayı etkilemek için güzelliklerini korumak üzere yetiştirildiler – sonra, sessiz bir sözleşme gereği, hiçbir hazırlık ya da eğitim olmadan, zamanı gelince otomatik olarak çalışmaya başlayan “gizemli”, “anaç bir içgüdü”yle, tam-zamanlı, maaşsız hemşireler, eğitimciler ve ev temizlikçilerine dönüşmeleri beklendi.

 

Geç on dokuzuncu yüzyıl Japonya’sında, devlet “ideal bir kadının hayat seyrini” benzer şekilde tanımlayan bir “romantik aşk ideolojisi” yarattı: “romantik aşk (flört)” sonrasında evlilik, çocuk doğumu, “besleyen anaç sevginin” uyanması, ve aseksüel “bakımveren rolü”nün baskın hale gelmesi. Antropolog Akiko Takeyama kadınların çekici ve kibar erkeklerle sohbet edip içmek için giriş ücreti ödediği Tokyo gece kulüpleri (host club) hakkında yazdığı bir kitapta böyle diyor. Bazı ev kadınları ekstra işlerde çalışarak, market alışverişinden kısarak ya da eşlerini dolandırarak metresleri için on ya da yüz binlerce dolar harcıyor. Bu sayede, tam-zamanlı bakıcı ve ev temizlikçisi olup eşleri onlara “anne” demeye başladığından beri ilk kez “romantizmi” deneyimliyorlar.

 

Bir anlamda kiralık eş, ebeveyn ya da çocuk fikri, çocuk bakımı ve ev işinin satın alınamaz romantik sevginin tecellisi olma fikrinden daha tuhaf değil. Patriarkal kapitalizm ikincisini insanlığın evrensel bir değeri olarak teşvik etmeye pek meraklı: Marksist psikanalist Wilhelm Reich’in dediği gibi, kadınlar bedava ev işi ve bakım yaparlarsa kapitalistler erkeklerin maaşlarından kısabilirler. Başka adaletsizlikler de var. Gilman’ın gözlemlediği gibi, bakım emeği eş ve annelere ayrılmış karşılıksız bir mefhum olarak kaldığı müddetçe ailesi olmayan insanlar bunlardan mahrum kalacak: “sadece evli kişiler ve onların yakın akrabaları rahat ve sağlıklı yaşama hakkına sahipler.” Onun çözümü her bir ev kadınının yükümlü olduğu karşılıksız emek –hemşirelik eğitimi, ev-iş yönetimi, yemek hazırlığı, ve benzeri – (kadın ve erkek) ücretli uzmanlar arasında dağıtılmalı. Gel gör ki, bunlar iyi bir maaş getiren saygın görevler olamıyor da, parça parça, sosyoekonomik olarak dezavantajlı kadınlara kakalanıyor. Hem böylece daha ayrıcalıklı konumda olan kadınlar kariyerlerinde ilerlerleyebiliyor.

 

Yūichi Ishii’in bahsettiği “düzeltici adalet” Charlotte Perkins Gilman’ın düşüncesine çok yakın bir anlama geliyordu. Gilman, “Her insan evladının bir eve ihtiyacı vardır; bekar, eş, dul, kız çocuğu, koca,” diye yazmıştı. Family Romance sayesinde Kazushige Nishida gibi ailesini kaybetmiş biri bir eş ve kız çocuk, yani bir ev rahatlığı – çeşitli krepler, “Hoşgeldin” diyen bir kadın sesi, ara ara çocukların kaburgalarından dürtüp şakalaşması – kiralayabiliyor.

 

Otuzlu yaşlarının başında bir diş hijyenisti olan Reiko, okulda bir çok bekar annenin çocuğu gibi zorbalığa maruz kalan on yaşındaki kızı Mana için bir baba kiralamak üzere Family Romance’e başvurdu. Reiko ona sunulan dört baba adayı arasından en kibar sesli olanı seçti. Kiralık baba o zamandan beri düzenli olarak aileyi ziyaret ediyor. Bugün on dokuz yaşında olan Mana’ya babasının gerçek babası olmadığı henüz daha söylenmedi.

 

Chie ve ben Reiko’yla Tokyo İstasyonu’na yakın bir çay salonunda buluştuk. Buluşmayı Ishii ayarladı. O da daha sonra bize katılacaktı. Şu an kırk yaşında olan Reiko, sade spor bir üst, ekose bir fular, ve salonun geri kalanını gölgede bırakan deniz yeşili harika bir yün ceket giymişti.

 

Odaya göz gezdirdi ve alçak bir sesle “hikayemi ilk kez anlatacağım,” dedi. Mana’nın babası Inaba ile yirmi bir yaşında hamile kaldıktan sonra evlendiğini söyledi. Inaba Reiko’ya kötü davranmaya başlayınca Reiko doğumdan sonra ondan ayrılır. Mana’ya çok uzun yıllar önce o daha bebekken babası ile anlaşamadıklarını anlatması üzerine ise Mana annesini babasının terk edişinden sorumlu tutar. Reiko çok dil dökse de kızının fikrini değiştiremez.

 

Önceleri Mana okulda içe dönüktü, arkadaş edinmekte zorlanıyordu. On yaşındayken bütün gününü ya okul revirinde ya da evdeki odasında kalarak geçiriyor, sınıf arkadaşlarından olabildiğince uzak duruyordu. Reiko’nun işte olduğu zamanlar hariç, çok az dışarı çıkıyordu. Üç ay boyunca okula gitmek istemeyince Reiko Family Romance’ı aradı. Sipariş formunda – buluşmamıza yedi sayfalık bir çıktısını getirmişti – küçük kızı için istediği babayı tarif etti: Mana ne söylerse söylesin, ne yaparsa yapsın baba her zaman nezaketle karşılık vermeliydi.

 

Yeni “Inaba”nın eve birinci gelişinde Mana her zamanki gibi odasındaydı, kapısını açmıyordu. Inaba sonunda kapıyı araladı. O ve Reiko, Mana’yı yatağında başının üstüne kadar yorganı çekmiş halde buldu. Bir süre kapı eşiğinden konuştuktan sonra Inaba içeri girip yatağa oturdu, Mana’nın kolunu okşadı ve ondan özür diledi. Chie burayı çevirirken duraksadı. Ona bakınca gözlerinin dolduğunu gördüm. Sonra, Inaba’nın Mana’ya ne dediğini çevirdi: “Gelip seninle tanışmadığım için çok üzgünüm.”

 

Mana yorganın altından çıktı ama göz teması kurmadı. Inaba duvarda erkek müzik grubu Arashi’nin posteri olduğunu farkedince Mana’ya bir defasında Arashi’nin bir klibinde figüran olarak oynadığını söyledi. Bu, Mana’nın ona sonunda baktığı andı. Reiko koridorda beklerken, Inaba’nın anlattıklarından ne kadarının doğru olduğunu merak etti.

 

Uzun saatler geçmiş gibiydi. Inaba ve Mana aşağıya indiler ve hep birlikte “oldukça tuhaf bir öğle yemeği” yediler. Reiko, mutfağı toparlamaya gitti. Inaba ve Mana yalnız kaldılar ve YouTube’dan Arashi’nin klibini buldular. Inaba bir anlığına gerçekten klipte gibi görünmüştü. Dört saatlik randevunun sonunda, kalkınca, o ana kadar keyfi çok yerinde olan Mana’yı bir şüphe sardı: “Aa gidiyorsun – kimsin ki sen?”

 

Reiko, Inaba’yı düzenli olarak kiralamaya karar verdi – ayda iki kez, 4-8 saat aralığında, yirmi ila kırk bin yen karşılığında. Bu miktarı karşılamak için Reiko yemek harcamalarından kıstı ve bit pazarından giyinmeye başladı. Üç-dört ay sonra işten eve geldiği bir akşam Mana’ya gününün nasıl geçtiğini sordu ve Mana ona yıllardan beri ilk kez cevap vererek televizyon izlediğini söyledi. Mana’nın “sonunda babasının onunla ilgilendiğini görüp normal, dışadönük ve mutlu bir çocuğa dönüştüğünü” anlatırken Reiko’nun yüzünün aydınlandığını fark ettim. Inaba’dan doğum günleri, öğretmen-ebeveyn geceleri, Disneyland ya da yakınlardaki kaplıcalara günübirlik geziler için aylar öncesinden randevu almaya başladı. Geceyi neden birlikte geçiremeyeceklerinin açıklaması olarak ise Mana’ya Inaba’nın yeniden evlendiğini ve yeni bir ailesi olduğunu anlattı.

 

Reiko’ya bir gün kızına gerçeği söylemeyi planlayıp planlamadığını sorduğumda gözleri yaşlarla doldu. “Hayır, ona hiçbir zaman anlatamam,” dedi ve sonra gülmeye başladı. Gözyaşları ve kahkahalar eşliğinde “Inaba-san’ın benimle evlenmesini istediğim oluyor,” dedi. “Bunu söylemeli miyim, bilmiyorum ama bizi görmeye geldiğinde ben de mutlu oluyorum. Kısıtlı bir zaman için ama çok çok mutlu olabiliyorum. Açıkçası, o çok iyi bir adam. Belki görürsünüz.”

 

Meğerse Reiko’ya Inaba-san’ın bize çay salonunda katılabileceği söylenmiş. Geleceğini sandığımız kişinin Ishii olduğunu söyleyince, öyle birini tanımadığını söyledi. Chie, “Bence Inaba-san ve Ishii-san aynı kişi olabilir” dedi. Reiko şüpheliydi: Inaba’nın Family Romance’ın başkanı olabileceği hiç aklına gelmemişti. Şekerli demleme yuzularımızı karıştırarak bir süre orada öylece oturduk.

 

Ve işte siyah balıkçı kazağı üzerine giydiği koyu ceketiyle Ishii bize doğru yürüyordu. Reiko “Inaba-san!” diye seslendi.

 

Ishii, resmi Japon usulüyle Reiko’ya kibarca kendini tanıttı. Reiko, çocukça bir hayalkırıklığıyla karşılık verdi: genellikle, birbirleriyle karı koca olarak konuşmuşlardı.

 

Şimdi Chie ve benim karşımda yan yana oturmuş birbirlerine bakmıyorlardı. Ishii bize katıldıktan sonra ikisiyle beraber röportaj yapmayı düşünmüştük ama o kadar farklı tellerden çalıyorlardı ki ikisine yönelik aynı cümleyi kurmak bile bir an için imkansız göründü.

 

Sonunda, Reiko’ya “Hiç Inaba-san’ın gerçek ismini ve hayatının geri kalanında ne yaptığını merak ettin mi?” diye sordum.

 

Daha önce de şimdi de merak etmediğini söyledi: zaten biliyormuş gibi hissetmişti. “Bence o değişmedi,” dedi. “O çok doğal. Şimdi, onu burada da görüyorum ve her şey aynı.” Ishii güleryüzlü bir şekilde karşı çıktı ve Reiko’ya bugün onun eşi değil müşterisi olduğunu hatırlattı.

 

Reiko, Ishii’nin dudağının kenarını göstererek “burada bir şey var,” dedi ve Ishii refleks olarak bir aynaya bakarak ağzını sildi. Bu, açık bir şekilde Ishii ile Inaba arasında gidip geldiği anların ilkiydi.

 

Reiko ve Ishii, Mana ile ilk öğle yemeklerinden bahsetmeye başladılar. Reiko bir dolu yemek yapmıştı – karides tava, biftek, mısır çorbası, Mana’nın sevdiği her şey. Ishii de onun için “endişe ya da tereddüt etmeden” anlamına gelen “baba gibi yemeyi” denemişti. Göstermek için, dirseğiyle masaya dayandı ve kepçe hareketi yaptı. Etki, ataerkildi. Reiko ile göz göze geldik ve keyifli keyifli gülüştük. Numara değildi – gerçek bir gülümsemeydi. Ama neye gülüyordum?

 

Gerçek bir aile ile kiralık bir aile arasındaki ilişkiyi sordum. Ishii dedi ki, kiralık aile gerçek değilse de bazı açılardan “bir aileden fazlası” olabilir. Bu kavram bana biraz anlaşılması güç göründü ama Reiko Ishii’nin ne demek istediğini tamamen anladığını söyledi. “Eğer boşanmasaydım ve hala evli olsaydım, böyle güleceğimi sanmıyorum, ya da bu kadar mutlu hissedeceğimi,” dedi. “Gerçek ailenin ille de dünyanın en iyi şeyi olduğu doğru değil.”

 

Sonunda ayrılmak için kalktı. Deniz yeşili ceketini giyerken çok tazelenmiş hissettiğini söyledi. Yüzü ışıldıyordu ve buluşmanın başında olduğundan çok daha canlı ve dinamik görünüyordu. Onu giderken görmek biraz canımı acıttı. Ishii’yi –koyu ceketinin altındaki kare omuzlarını – ne kadar çok sevdiğini hissedebiliyordum.

 

Ishii lavobaya gitmek için izin istedi. Chie ve ben Ishii’nin Reiko’ya gerçek kimliğini neden bizim yanımızda açıkladığını merak ettik. Belki de ona anlatmaya çalıştığı şeyleri, yani büyük, önemli ve iddialı bir iş yürütmesini, aralarındaki ilişkinin gerçek olmadığını, hiçbir zaman evlenmeyeceklerini başkalarının doğrulamasına ihtiyaç duymuştu. Masaya geri geldiğinde ona Reiko’ya Inaba’nın ziyaretlerini bitirmeleri gerektiğini söylemeyi düşünüp düşünmediğini sordum.

 

Düşündüğünü söyledi. Mana yakında yirmisine basacaktı. “Eğer Mana evlenirse ve çocukları olursa torunlarım olacak demektir,” dedi. Torun sahibi olmak tabii ki de harika ama bu Ishii’nin yalan söylemek zorunda olacağı yeni insanlar demek olacak –Mana’nın eşi ve eşinin akrabalarını saymaya bile gerek yok. “Reiko’ya işler bu noktaya gelmeden önce Mana’ya gerçeği açıklaması gerektiğini söylüyorum.”

 

“Reiko bunu kabul edecek mi?” diye sordum.

 

Ishii tereddüt etti ve dedi ki, “Reiko’nun isteği muhtemelen devam etme yönünde.”

 

Ona gerçek söylenirse Mana’nın anlayacağını düşündüğünü söyledi. Mana’yı bunun ona tapan bir anne ve ona kendince tutarlılık ve nezaket göstermiş kendi halinde bir adamın hikayesi olduğuna ikna edecek bir yol olup olmadığını merak ettim. Evet, saati elli dolar alıyordu, ama dünya onlara ne kadar para öderseniz ödeyin kibar ve ulaşılır olamayacak insanla dolu. Sırf para alışverişi olduğu için nezaket geçersiz mi kaldı yani?

 

Ishii “Bana neden evlenmediğimi soruyorlar.” dedi. Bekar olmasına rağmen bir sürü nişanlısının ebeveyni ile tanıştı, onlarca gelini öptü, aldattığı için özür diledi, hatta bir bebeğin doğumunda bile bulundu. Özel okul görüşmelerine, ebeveyn-öğretmen buluşmalarına katıldı, spor festivallerini ve mezuniyetleri videoya aldı, Disneyland’da zaman geçirdi. Bir gün eğer baba olursa kendi çocuklarına karşı duyguları ne kadar farklı olacak? “Artık kendimi iyi bir babayı oynarken bulacağımdan korkuyorum.” diyor.

 

Bazen rüyasında Mana’ya onun gerçek babası olmadığını söylüyor. “Rüya bu, bu yüzden kabul ediyor.” diyor. “Gerçeği kabul ediyor, ama sonradan diyor ki, ‘yine de, sen benim babamsın.’”

 

“Onun babası olmayı anlamlı bulduğun oluyor mu?” diye sordum.

 

Ishii gözlerini yumdu, yorgun görünüyordu. “Birbirimizle iletişimimiz gösteriyor ki, gerçek bir aile değil, kiralık bir aile olsak da, bir çeşit aileyiz.”

 

O akşam jet-lag ve dinlediğim bütün bu hikayelerden dolayı kafam karışmış halde otele döndüm. Ve bir servet değerinde oda masajı sipariş ettim. Masaj, ağlayan kılıç ustası ya da kiralık anne ile seanslarım gibi iş harcaması sayılmıyordu. Diğer yandan, New York’ta bir terapi seansımı kaçırmıştım ki terapi seansı bana masajdan daha pahalıya patlıyordu. Yani, aslında tasarruf yapıyordum.

 

İki saat sonra, genç ve güleryüzlü bir kadın kapıyı çaldı. İçeri buyur edilmeyi bekledi, ayakkabılarını çıkardı ve bana imzalamam için bir form verdi. Formda cinsel bir masaj talebinde bulunmamayı ve bir erkeksem otel odasının kapısını aralık bırakmayı kabul ettiğim yazıyordu. Her şey bir rüyayı tamamlıyordu: yumuşak sesi ve tereddütsüz dokunuşları, benim yatakta uzanıyor olmam ve onu kendine yer açmak için sürekli eşyaları ordan oraya itmek zorunda bırakan Tokyo otellerinin sıkış tepişliği. Farkettim ki, bir noktada yatakta yanımda dizleri üstünde duruyordu. Birlikte bu şekilde yatakta olmamızın normal olması ne kadar ilginç. “Omuzlarınız çok sert!” dedi, parmaklarıyla kaslarımı gevşetirken. Sevgi ve minnet dolu hissettim ve ona ödeme yapıyor olmamın, bu başka hiç bir şey düşünmek zorunda kalmadığım anlamına geldiği için, rahatsız edici olmak şöyle dursun, neşe ve rahatlama sağladığını düşündüm. Tek yapmam gereken şey rahatlamaktı. Karşılıksız sevgi gibi hissettirdi – onların da ihtiyaçları olduğundan sıra size geleceği için hayatınızdaki insanlardan isteyemediğiniz ya da alamadığınız türden bir karşılıksız sevgi. Ben bu kadına masaj yapmak ya da onun sorunlarını dinlemek zorunda değildim. Çünkü ona para ödemiştim. Bu parayla ne isterse yapabilirdi: fatura ödemek, kürk bir ceket almak, hatta ona masaj yapacak ya da sorunlarını dinleyecek birini tutmak. Onun benimle ilgilenirken benim onunla ilgilenmediğim bu bir saat yıllar içinde kin biriktirdiği bir veresiye defterine yazılmayacaktı. Suçlu hissetmek zorunda değildim: işte ödeme yaptığım şey buydu.

 

Başlarken kiralama eyleminin bir şekilde karşılıksız sevginin altını oyduğunu düşünüyordum. Şimdi geldiğim noktada ise kendimi karşılıksız sevgiye ödeme yapmadan ulaşmak mümkün mü diye sorarken buluyorum. Ishii’nin Reiko ve kızı için gerçekten ne hissettiği hakkında kendime sorduğum sorular bu açıdan bakınca daha anlamlı hale geldi. Bir insan sonsuza kadar karşılıksız yapamayacağı şeyleri, belirli bir zaman aralığında, saygınlık ve para karşılığında profesyonelce yapabilir. Ishii’nin “nazik bir baba” nasıl konuşur, yürür, yemek yer öğrenmek için aile filmleri izleyerek işine çok iyi hazırlandığını biliyordum. Benzer şekilde, müşterilerinin bütün ihtiyaçlarını hissetmek ve karşılamak için aşk romanları okuyan ve sonuç olarak kişisel hayatı için zamanı kalmayan bir randevu kulübü çalışanı hakkında okumuştum. “Kadınların ideal aşkları çok çalışma gerektiriyor,” dedi ve “bu, gerçek dünyada neredeyse imkansız.” Gerçek bir sevgili için hiçbir zaman o kadar yoğun çalışamayacağını söyledi.

 

Kaçırdığım terapi seansımı ve terapinin hala yaftalandığı çatışma-karşıtı çilekeş (stoik) Japonya’da, aile terapisini geçtiğimiz otuz senedir yaygınlaştırmaya çalışan psikoloji profesörü Kenji Kameguchi’yi düşündüm. Her ne kadar bu konuda bir eğitim almamış olsalar da kiralık akrabaların kişilerin birbirlerinin geçmiş yaşantılarını ve zihinsel süreçlerini doğaçladığı psikodrama gibi grup terapisi tekniklerini uyguladıklarını düşünüyordu. Dramatik canlandırmalar konuşmanın veremeyeceği faydayı verebilir. Çünkü birine sorunumuzun ne olduğunu – söylemesi çok korkunç olduğu için, doğru kelimeleri seçemediğimiz için ya da ne olduğunu bilmediğimiz için – anlatamasak bile onu bir başkası ile canlandırabiliriz. Bu açıdan, Freudyen psikoterapinin anahtar unsuru olan aktarımı (transference) terapistin danışanın kiralık akrabası olduğu bir süreç gibi görmek mümkün. Freud’un sözleriyle “çocukluğundan ya da geçmişinden önemli bir figürün reenkarnasyonu.”

 

Aktarım deyince, masajcı kadının kimin yerine geçtiğini düşünürken buldum kendimi. Beni ağlatmayı başaramayan silahşörün mü? O hafta göremediğim terapistimin mi? Çocuk-benle ilişkilerini yeniden canlandırsın diye terapist tuttuğum ebeveynlerimin mi? Düşme hissiyle farkettim ki bu dipsiz bir kuyu. Sonra, Tokyo’da kaplumbağa (ç.n. Yazar, burada “kaplumbağa” ile bir önceki deyime gönderme yapıyor. Turtles all the way down.) kiralamak mümkün mü merak ettim. Masaj yapan kadın gittikten sonra bunu araştırdım. İki tıklama sonrasında ziyaretçilerin bir demlik çay fiyatı karşılığında çeşit çeşit kaplumbağa ile zaman geçirebildikleri Yokohama Subtropical Teahouse hakkında okumaya başlamıştım. Yazıya mahmuzlu büyük bir Afrika kaplumbağasını dünya zannedip üstüne tırmanan leopar kaplumbağasının fotoğrafı eşlik ediyordu.

 

 

 

Ana görsel: IKEA modeli

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YJaponya’da Kiralık Aile Endüstrisi
Japonya’da Kiralık Aile Endüstrisi

Japonya’da akrabasız kalan insanların bir koca, karı, kız çocuğu, torun kiralayabildiği ajanslar var. Bazen gerçek ilişkilerden daha tatmin edici ilişkiler bile ortaya çıkabiliyor.

MEYDAN

YErotiğin Olanakları
Erotiğin Olanakları

Erotik olan, onu göstermekten korkmayan ve azıyla yetinmeyen kadın için kışkırtıcı ve yenileyici bir güçtür.

KÜLTÜR

YCinsel İstismardan Hayatta Kalan Bir Blogger’la Röportaj
Cinsel İstismardan Hayatta Kalan Bir Blogger’la Röportaj

Çocukken olanları nasıl konuşmalı? Bir blogger'la söyleşi...

MEYDAN

YBir Erkeğin Acıklı İsyanı
Bir Erkeğin Acıklı İsyanı

Beni aldattı, namusumu kirletti. Evlendiğimizde de kız değildi. Bunların araştırılmasını istiyorum.

Bir de bunlar var

Sephora İstiklal, Neren Doğru Ki?
‘Tesettürlüler illa babaanne kıyafeti giyecek diye bir şey yok’
Genç Yetişkinler Neden Büyümeyi Bekliyor?

Pin It on Pinterest