Kadınların sürekli peşinde oldukları düşünülen eş/hayat arkadaşının arayışının sonlanması için belirlenen gerçek bir teslim tarihi var mı? Ve daha da önemlisi, bu arayışın kendisi de sorunlu ve temelsiz mi?

KÜLTÜR

30’larında Gülistan’ı aramak: Bir imkansızlık öyküsü

 

Bu sayfalarda yakın zamanda Erdoğan’ın evlilik tavsiyeleri üzerine haklı bir sinizm ve sinirle yazılanlar bana şunu düşündürdü: Kadınların sürekli peşinde oldukları düşünülen eş/hayat arkadaşının arayışının sonlanması için belirlenen gerçek bir “teslim tarihi” var mı? Ve daha da önemlisi, bu arayışın kendisi de sorunlu ve temelsiz mi?

 

Gülistan’dan Boş Çıkanlar: Bir Derleme”, birçok kadının bugün geriye baktıklarında, bir başbakanın onlara ne zaman neyi tamamlamaları gerektiğini söylemesinin yarattığı doğal isyan dışında, erkeklerle ilgili erken karar verseler de büyük bir yanılsamayla karşılaşacaklarını anladıklarını ortaya koyuyor. Kısaca, dünkü algıları ile bugünkü farkındalıkları arasında önemli bir farka dikkat çekiyor: “Geçmişte şöyle yapsaydım, bugün burada olmazdım” yüksek ihtimalle birçok alanda birçoğumuzun sahip olabileceği türden bir kabulü ifade ediyor. İyi ki bugün olduğumuz kişiler olmuşuz ve iyi ki geçmişte toplumsal cinsiyet rollerine kendimizi sığdırmamızı gerektirecek ödünler vermemişiz.

 

Fakat işin bir de şu boyutu var: Bugün başka evlerin salonlarında günün çoğunluğunu kadınlarla ve çocuklarla geçiren, yazlıklarda taze fasulye soyan, çocuk büyüten birçok kadın da “gülistandan boş çıkmadı”. O kadınlar tahmin edebildiğimiz ya da bilmediğimiz gerekçelerle, karşılarına çıkan erkeklerle yaşamlarını birleştirdiler. Ve inanın onların on ya da yirmi yıllar önce sonlandırdıkları “eş arayışı”nın bugün onları getirdiği duygusal ve zihinsel noktayı bilmemize imkan yok. Evet Türkiye kadına yönelik duygusal ve fiziksel şiddetin dehşet verici düzeyde yüksek olduğu bir ülke ve evet mahalle baskısı da orantısız biçimde kadının üzerinden işliyor. Tüm bu bilimsel ve empirik zemine rağmen yine de kadınların evlenmekle kurdukları ilişkiye ve kendilerince ve toplumsal olarak tanımlanan “doğru zaman” kavramına, hiç “belki” demeksizin bir ölüm fermanı muamelesi yapmak da bana haksızlık gibi geliyor.

 

Zira bir yandan çocuk sahibi olmak isteyen ve çocuklarını kadın ve erkekten oluşan iki kişilik bir takım içine getirmek isteyen kadınlar için biyolojik olarak belirlenen bir “raf ömrü” sahiden de var. Bu baskı birçok kadını çok haklı olarak kadın-erkek ilişkileri ile ilgili daha sistematik düşünmeye itiyor. Ayrıca, kent yaşamının, iş yaşamının ve kadınlar üzerine başkaca bir ağırlıkla düşen (aile, yaşlı, vb bakımı gibi) diğer sorumlulukların sonucunda özellikle otuzlarındaki kadınlar, yeni insanlarla tanışmakta ve yeni ilişkiler inşa etmekte zorlanıyorlar. Üniversite ya da yüksek lisansta olduğu gibi daha sık ve kolayca dostluklar ya da romantik ilişkiler kurulamıyor. Dolayısıyla bir anlamda, biyolojik ve sosyolojik olarak evlenmek/partner bulmak ya da çocuk sahibi olmak isteyen kadınların, erkeklere kıyasla daha zorlanabildiği bir dönemden söz etmek mümkün.

 

Erkeklere kıyasla diyorum zira “gülistandan boş çıkma” onlar için sosyal açıdan aynı derecede zorlayıcı değil. Ve kadınlığı toplumların beklediği ölçütlere göre tanımlamayan kadınların, karşılaşmak, birlikte olmak ve belki de aşık olmak isteyebileceği erkekler varsa bile onların erillikleri yukarıda sözünü ettiğim biyolojik kısıtlarla da sınanmıyor. Hatta, erkekler birçok “dava”larında idealist davranabilirken ve muhalif kimlikleriyle birer özgürlük savaşçısı sarhoşluğu yaşarken, konu kadın-erkek ilişkilerinde “bağlılık”, “eşitlik” veya “aşk” olduğunda bu idealizmi taşımakta zorlanabiliyorlar. Neredeyse otomatik bir “evlilik korkusu”, klişe kokan bir “özgürlüğe düşkünlük” devreye girerken, kadınların bu standart tepkileri anlamaları bekleniyor. Yahu, doğru, adil, eşit bir dünya hayali neden bir kadınla birlikte yaşanma ihtimali karşısında derhal bırakılabiliyor?

 

Özetle, kimi kadınların gülistandan boş çıkma öcüsü ile karşı karşıya kaldıklarında bugün pişman olabilecekleri kararlar almış olmaları beni de çok sinirlendiriyor. Hele de “yoksa çok geç olacak” korkusu ile aile kurumunun devlet eliyle pişpişlenmesini asla kabul edilebilir bulmuyorum. Ama, çok güzel ve gururlandıran seçimlerle geçen 30+ yılın üzerine bugün, şimdi ve hala birine aşık olmak, onunla dost olmak, partner olmak, birlikte yakalanan o muhteşem dengeyi sürekli hale getirmek , birlikte yaşlanmak isteyen kadınların da karşılaştıkları o postmodern “evlilik zaten çok şeysi…” itirazını da bir o kadar çiğ ve itici buluyorum. Ve tüm ilişki klişelerine kocaman bir “Böyk” demek istiyorum.

 

 

[Görsel: Ahşaptan oyuncak figürler, Rusya Devlet Müzesi, St Petersburg]

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YKardeşim, Pıtırcık ve Ben
Kardeşim, Pıtırcık ve Ben

Yaygın ve Batılı tıp dili, kansere “savaş”, “yenmek”, “önlemek” gibi savaşçıl sözcüklerle değiniyor. Oysa bence kanser gibi hastalıklar, hasta ve yakınları için pratikte bir mücadeleden ziyade bir “öğrenme”, “alışma” ve “barışma” süreci olarak yaşanıyor.

Bir de bunlar var

“Herkesin cevapları kendi içinde saklı. Herkesin engeli de kendisi.”
Zabıtaya Uygulamalı Biber Gazı Eğitimi (Sıkarak)
Orgazm: Zahmeti değerinden fazla mı?

Pin It on Pinterest