Din bilimi nedir? Dindarlık ve sekülerlikle nasıl bir ilişki içindedir?

KÜLTÜR

Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler I: Giriş

10 sene önce din üzerine uzmanlaşmaya karar verdiğimde, sosyal çevremdeki insanların hayatlarında hiçbir yeri olmayan bir konu seçmiştim. Arap baharı, Suriye savaşı, AKP politikalarındaki anti-demokratik ve İslamcı dönüş daha gerçekleşmemişti. Toplum, “dindarlar” ve “dindar olmayanlar” (Sünni dindarlar ve diğerleri) ekseninde kutuplaşmamıştı. Aksine, demokrasi temelli göreceli bir uzlaşma alanı yaşanıyordu.

 

Ben de üzerinde hararetle düşündüğüm meselelerin birçoğunun ne kadar güncel olduğunun tam anlamıyla farkında değildim. Edebiyat kökenli, teori odaklı, Orta Çağ üzerine yoğunlaşan biri olarak kafamdaki sorular bugüne dair olmaktan ziyade insanlık tarihine aitti: ‘İnanç’ denen şeyin ontolojik ve epistemolojik temelleri üzerine düşünüyordum. Beni en çok ‘bilmek’ ve ‘inanmak’ arasındaki ilişki cezbediyordu. Bir de tabii dilin bu ilişkideki rolü.

 

İnsanlık çok yakın zamana kadar, bugün ‘bilimsel’ temelli bilgi tanımının dışladığı bir bilme biçimini tanıyor, hatta ona en büyük değeri atfediyordu. Dünyanın bize sözlü ve yazılı olarak gelen tarihi, tanrıların, yarı tanrıların, peygamberlerin, evliyanın, şehit ve gazilerin tarihiydi. Bu anlatılar bütünü, bugün ‘edebiyat’ dediğimiz şeyin kökeni olmanın yanı sıra, yaşadığı süre boyunca kalbi de olmayı başarmıştı. Modernite nasıl bir şeydi ki, kendisinden öncesini silmeye evvela kendi hafızasından başlamıştı? Bugünün maneviyatı, geçmişin bir parodisinden mi ibaretti? Yoksa yitirilmekte olan hafıza, kendine yeni yaşam alanları bularak kuytu köşelerde filizlenmeye devam mı ediyordu?

 

Düşünce zincirimin bir noktasında, bilmek ve inanmak arasındaki ilişkinin hayatın tümüne dair bir soru olduğu hissine kapıldım. Hayatla ilgili sorduğumuz tüm sorular bu ikisinin ekseninde belirleniyordu. Ama daha fazlası da vardı: Cevaben kurduğumuz tüm anlatılar esasen bilinmezliğe işaret ediyordu. Ve bu bilinmezliğin zihnimdeki alanı büyüdükçe bilmek ve inanmak arasındaki ayrım muğlaklaşıyordu.

 

Nasıl olduğunu tam anlayamasak da sanırım hepimiz bir çağ dönümünde yaşadığımızın farkındayız: Köşeleri, çizgileri, üçgen ve kareleri olan modern dünyanın ürettiği ve büyük övünç nesnesi haline getirdiği sınırların hepsi yitip gitmekte. Bazıları kendiliğinden, bazıları ise şiddet ve savaşla aşılıyor bu çizgilerin. Bu dönüşümleri bir bütün olarak algılamak kadar birbirlerinden ayrıştırmak da imkansız. Modern bilimkurgu romanlarının distopyalarına mı evrildik/evriliyoruz; yoksa yeni bir kolektif benliğin doğuşuna mı şahit oluyoruz? Yürüdüğümüz engebeli yol kainat için basit bir döngüden mi ibaret, yoksa gezegenimizin yıkımıyla beraber hayallere sığmayan bir ölümü mü üretiyoruz? Bilinmezlikten bahsetmek için daha iyi bir set düşünülemezdi.

 

Brigitte Waldach, Ağlar

 

Bugün başlayan yazı dizisi de kafamdaki bazı soruları sizlerle birlikte seslendirmekten ibaret olacak. Biraz felsefi, biraz edebi, biraz antropolojik, sosyolojik ve tarihsel olabilmeyi arzu ediyorum. Zaten artık bu düşünce alanlarını birbirlerinden ayırmakta fazlasıyla zorlanıyoruz. Dinler tarihiyle, İslam’la, tasavvufla, Alevilik’le, maneviyat akımlarıyla, sekülerlikle ilgili çeşitli tartışma alanları açmak, varolan tartışma alanlarını yeniden düşünmek amacım. Benim için kolay bir şey değil bu aslında. Akademik dil ve üsluba, akademinin zorunlu kıldığı sonsuz detaycılığa ve ‘sorgulayıcılık’ addettiği şeyleri üzerine bina ettiği ‘kanıtlara’ fazla alışmış durumdayım ben de. Acaba düşüncelerim, üzerlerindeki keskin sınırlar ortadan kaldırıldığında tek başına ayakta durabilecekler mi?

 

Bugün artık din üzerine düşünmek, içinde yaşadığımız toplumdaki herkes için hayati önemde bir konu haline geldi. Ansiklopedik bilgiye sınırsız ulaşımımız olduğu bir dönemde, sonuç ve çıkarımlara boğulduk desek yeridir. Fakat bir süreç olarak düşünme, bütün bu hızın içinde, belki de hiç olmadığı kadar görünmez durumda.

 

Burada din ve maneviyat üzerine bir düşünme sürecine tanıklık edelim istiyorum. Bu yüzden de vurgunun düşüncenin sonucunda değil yolculuğunda olmasını arzu ediyorum. Yani düşüncenin ‘meta’ olmadığı, sürekli yenilenen bir soru olduğu bir alan kurabilmek istiyorum. Vurguyu doğru yere koyabilmek için tüm yazıların kavramsal temelini “bilinmezlik” kavramı üzerine kuracağım.

 

Bugün ‘din’ başlığı altına koyduğumuz olgular bütününün tarih sahnesine çıkması, insan ırkının bilinmez olanı bilinir hale getirme çabasının sonucu. Peki ya bugün hâlâ yaşayan bu bitmek bilmez çabayı motive eden şey ne? Neden tarih boyunca ‘bilinmeyen’ hep anlatı yoluyla cisimleniyor, kalıplara sığar hale geliyor? Bilinmez olan neden kendisine dair bir dil kurularak tanımlanıyor, tecrübe ediliyor, hissediliyor?

 

Modernitenin mimarlarının, tanrının bilgisine adanmış ihtişamlı binaları insanın bilgisine tapınılan müze ve kütüphanelere dönüştürmesi gibi, bu yeni çağın dili de, anlatılarıyla yeni bir hafıza kuruyor. İnsanın bilgisine olan inancın birçok açıdan çöktüğü bir çağda, acaba biz hangi bilinmezin dilini kuracağız? Hangi bilinmezin hafızasını anlatacağız?

 

Brigitte Waldach, Kayıp sorunun peşinde

 

 

Din bilimi nedir?

 

Bu soru, kişisel hikayemden bilimsel düşüncenin alanına geçmek için belki de en uygun cümle. “Din bilimi” doktorası yaptığımı söylediğimde aldığım tepkiler başlı başına bir saha çalışması olabilir. Türkiye’de “din bilimi” dendiğinde neredeyse her zaman “ilahiyat” anlaşılıyor. Bu ise şahsi hatadan ziyade, sistemin kendisine ait bir sorunun dışa vurumu. İlahiyat fakülteleri içinde “Felsefe ve Din Bilimleri” bölümleri var. (Yeni açılan üniversitelerin bir kısmında “İlahiyat Fakültesi” yerine “Dini İlimler Fakültesi” ifadesi tercih ediliyor, fakat yapılanma aynı.) Bunların da içinde “Felsefe ve Din Bilimleri” bölümleri mevcut.

 

Din biliminin ilahiyatın bir alt kategorisi olması, bu bilim dalının mahiyetinden ziyade, Türkiye’de algılanışına ve konumlanışına dair bir durum. Dolayısıyla bağlam gereği, “Din bilimi nedir?” sorusunu cevaplarken “Din bilimi neden İlahiyat değildir?” sorusunu da cevaplamak gerekiyor. Aşağıda üç ana maddede anlatacağım üzere, ilahiyat ve din bilimi arasında ortaklıklar bulunduğu gibi ciddi karşıtlıklar da mevcut. Bu karşıtlıkların bir kısmı çok belirleyici olup, üretilen bilginin niteliğini tümüyle değiştiriyor.

 

İlahiyat fakülteleri, eğitim sisteminin batılılaşmasının bir ürünü olarak, medrese eğitiminin modern muadilleri olarak kurulmuş kurumlar. Esinlendikleri Batı geleneğinde ise İngilizce isimleriyle “theology” ve “religious studies,” ortaklıkları olmakla birlikte ayrı kategoriler. İslam üzerine birçok saha kurucu modern kaynağın Batılılar tarafından yazılmış olmasının sebebini, bu ayrımın ne ifade ettiğini görmeden anlayamayız.

 

1. Din bilimi Tanrı ile ilgili bilgi üretmek zorunda değildir.

 

“İlahiyat” kelimesinin “ilah” sözcüğüyle aynı kökü taşıması gibi, yukarıda geçen teoloji kelimesinin kökü de Yunanca tanrı anlamına gelen “theos”tur. Hatta kelimenin Yunancası “theo+logos”tan gelir; yani tanrı hakkında konuşma anlamını taşır. Dolayısıyla hem “ilahiyat” hem de “teoloji” kelimeleri, bir (veya birden fazla) tanrının varlığını –veya varlığıyla ilgili sorunsalı- ön kabul olarak alır, ve bu tanrıyı tartışmalarının merkezine koyarlar. Din bilimi de tanrı odaklı olabilir, fakat olmak zorunda değildir. Tanrı veya tanrıyla ilişki üzerine (örneğin geçmişte yaşamış bir âlimin tanrı algısı üzerine) herhangi bir tartışmaya girmeden din bilimi yapabilirsiniz.

 

2. Din bilimi dindarlıktan bağımsızdır ve bağımsız olmak zorundadır. Yani seküler olmakla yükümlüdür.

 

Bir bilgi üretme alanı olarak ilahiyat her zaman tanrının varlığının ön kabulü üzerine kuruludur. Oysa din bilimi yapmak için herhangi bir inanca sahip olmak gerekmez. Hatta durum tam tersidir: İlahiyat bilgisi üreten kişi, şahsi inancı ne olursa olsun, teist (Türkiye’de monoteist) bir yerden konumlanmak zorundadır. Din bilimi üreten kişi ise, inançlı olsun veya olmasın, hangi dine mensup olursa olsun, kendini dinsel konumlanmanın dışında tutmak zorundadır. Yani kendi inancını bilimine alet ve dahil edemez. Eğer ederse, ürettiği bilgi din bilimi olmaktan çıkar.

 

İşte koyu bir Hristiyanın İslam’la ilgili son derece başarılı tasavvuf, felsefe, tarih vs kitapları yazmasını mümkün kılan tam da bu kırmızı çizgidir. Elbette bu kırmızı çizgi bir yönüyle yapay. Çünkü yazarak ve konuşarak bilgi üreten herkes bilir ki insanın kendi benliğini bir kenara bırakması hayalden ibarettir. Ve belki de Hristiyan olmasının getirdiği inanç ortaklığı (tek bir tanrıya inanmaktan başlayarak) o bilim insanının işini kolaylaştırmış, aksi takdirde anlayamayacağı konuları anlamasını sağlamıştır.

 

Gerçekte bilimsel yolla elde edilmemiş olan din bilgisini (bu insanın kendi inancından veya belli bir kültür havzasında yaşamaktan gelen bilgisi olabilir) dolaylı olarak kullanmakta bir sakınca yoktur. Zaten bütün beşeri bilim alanları bunu şu veya bu şekilde yapar. Bu açıdan objektiflik bir yönüyle hayal olsa da, aslında her beşeri bilim alanı için zorunlu bir hedeftir. Bu hedefe ne oranda yaklaşıldığı üretilen bilimin kalitesini belirler.

 

Kendi kişisel tarihinin parçası olan din bilgisi birçok zaman bilim insanı için avantaj oluşturur. Fakat birçok zaman dezavantaj da olur, çünkü objektifliğin üretilememesi çeşitli körlükler yaratabilir. Ülkemizde objektiflik yoksunluğu beşeri bilimlerin temel sorunlarından biri olduğu için bunun kolay anlaşılacağını düşünüyorum. Tabii burada akla hemen ikinci bir mesele geliyor: beşeri bilimlerin belli ideolojik konumlanmaları üretmek için araç olarak kullanılması. (Önümüzdeki yazılarda din ve ideoloji ilişkisine, ve din kurumlarının bu meseledeki rolüne değineceğim. )

 

Brigitte Waldach, Bilmek

 

 

Şimdi disiplinin kendisine biraz bakalım. Din bilimi tanımımızın son halkası:

 

3. Din bilimi çok sayıda beşeri bilimin kesişme noktasında durur.

 

Disiplinler arası ayrımların anlamsızlaştığı (fakat ülkemizdeki sistemin akıntının tersine çılgınca kürek çektiği) bu dönemde, bu anlamsızlaşmayı en net ortaya koyan alanlardan biridir din bilimi. Çünkü din bilimi çatısı altında ürettiğiniz bilgi, yerine göre teoloji, yerine göre antropoloji, yerine göre felsefe, sosyoloji, edebiyat, filoloji, tarih, psikoloji, siyaset olabilir. Zaten din bilimi yapmanın en büyük zorluğu da budur: bu alanların çoğuna (hatta bazen hepsine) bir oranda hakim olmayı gerektirir.

 

Gündem itibariyle herkesin en çok ilgisini çeken bir örnek vereyim: Işid üzerine bir “religious studies” bölümünde yazılan bir tezi hayal edelim. Her ne kadar Işid’in kavramsal temelinin dinsel olmaktan ziyade ideolojik olduğu meslek içindekiler için aşikar olsa da, iç ve dış (Işid’e ait/yakın ve karşıt) söylemlerin tam tersini iddia ettiğini görüyoruz. Işid’in kavramsal temeli üzerinde din bilimi alanında çalışacak kişinin şu konularda bilgi sahibi olması gerekir: Selefiliğin tarihsel gelişimi ve teolojik boyutu, Işid’in bunlarla bağlantısı; Işid’in sosyolojik bir fenomen olarak ele alınması; bölgenin siyasi durumunun ve tarihinin tahlili; Işid’e üye olmayla ilgili antropolojik bilgi; Işid’in söylemlerinin ve söylemlerini yaymak için medya kullanımının analizi; sistemli bir dini düşüncenin üretilmemesi/yazıya geçirilmemesinin arka planının teşhisi vs vs. Elbette bir tez bunların hepsini derinlemesine incelemek zorunda değildir. Fakat herhangi birinden bahsederken zorunlu olarak diğerleri hakkında da belirli oranda fikir ve bilgi sunmak zorunda kalacaktır.

 

Şimdi bana denilebilir ki: bütün bunlar bir sosyoloji tezinde yapılamaz mı? Cevabım: elbette yapılabilir. Bilimler ayrılığını anlamsız kılan da zaten bu elbette yapılabilir olma durumudur. Hiçbir beşeri bilgi tek bir bilim alanına (hatta birkaç bilim alanına) sıkıştırılamaz. Üzerinde çalışılan dönem ve konu itibariyle bazı bilim alanları birbirleriyle daha fazla kesişecektir, bazıları daha az. Bu kesişme noktalarında bilimleri birbirlerinden ayıran temel şey metodolojileri olur. Yani sınırlar neye bakıldığı değil, nasıl bakıldığı üzerinden çizilir. Çünkü her bir konuya çok sayıda farklı açıdan bakılabilir.

 

Belki de din bilimi tanımı açısından burada altını çizmem gereken nokta şu: Farklı beşeri bilimlerin metodolojileri bir arada kullanılsa da, eninde sonunda üretilen bilgi ‘dine dair’ olmakla yükümlüdür. ‘Dine dair’ derken de, anlamı ile ilgili bir önkabul bulunan, objektif bir realitesi olan bir kurumdan bahsetmiyorum. Bir kavram olarak dine dair olmadan bahsediyorum. Örneğin akademik geleneğimizde hatalı olarak “Şamanizm” adı verilen Atalar Kültüne “din” diyeceksek, bunu Semavi dinler için kullandığımız anlamda yapamayız. Dinin hem güncel hem de tarihsel açıdan nasıl tanımlandığı ve bu tanımın nasıl dönüştüğü (ve halihazırdaki çoğulluğu) da din biliminin bilgi üretme alanıdır.

 

Din biliminin dünya tarihi ve Türkiye tarihi açısından öneminin, bir sonraki yazımda Türkiye’de seküler anlamda din biliminin bulunmamasının ne anlama geldiğinden bahsettiğimde kendiliğinden anlaşılacağını düşünüyorum. Dinin, dindışı bilginin malzemesi olmasının birçok dindara radikal geldiği ülkemizde, radikalleşmenin tam da bu algıdan kaynaklandığını anlatmak, din bilimciler için bir hayat memat meselesi olmalı.

 

 

Ana görsel: Brigitte Waldach, Deneyim

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YHikmet Şırlak’la Söyleşi: Kilimi Keşfetmek
Hikmet Şırlak’la Söyleşi: Kilimi Keşfetmek

Bir kilimi sanatsal açıdan tecrübe etmenin yolu onu deşifre etmekten geçmiyor.

KÜLTÜR

YTanrı Ne Zaman Bize Benzemez Oldu?
Tanrı Ne Zaman Bize Benzemez Oldu?

Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler serisinde altıncı bölüm.

KÜLTÜR

YDin ve Maneviyat Üzerine Düşünceler V: Ortaçağ’da Akıl, Aşk ve Delilik
Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler V: Ortaçağ’da Akıl, Aşk ve Delilik

Tasavvufun klasik döneminde (9-13. yüzyıllar) aklın tanımı en temel tartışma konularından biriydi. Bazı sufilere göre, hakikatleri tecrübe edebilmek için insanın aklını yitirmesi şarttı.

KÜLTÜR

YDin ve Maneviyat Üzerine Düşünceler IV: Din Dışı Maneviyatın Alanı Ne Olabilir?
Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler IV: Din Dışı Maneviyatın Alanı Ne Olabilir?

Tüm dinlerde ibadetin kökeni, en derindeki “ben”in bir başka varlığın önünde benliksiz bir sevgiyle eğilmesinden ibarettir.

Bir de bunlar var

Tar (2022): Küstahça Yazılmış bir Lezbiyen #Metoo Hikâyesi
Dünyayı Kurtarmayan Adamlar (Ve Saçları)
20. Yüzyıldan 10 Devrimci Kadın

Pin It on Pinterest