Feminizm ve uğruna savaşılacak kadın hakları o kadar sınıfsız ki aslında, bell hooks’un dediği gibi “Feminizm Herkes İçindir” diye bağırmamak için zor tutuyorum kendimi.

KÜLTÜR

Sınıfsız, Zamansız Bir Mücadele: Üç Kadın Yazarın Öykülerinde Feminizmin İzlerini Aramak

Çekirdek ailemizde epey serbest büyüdüğüm için kadın haklarının uğruna savaşılması gereken bir şey olduğunu görmem ergenlik yaşlarımı buldu. İki ablam vardı ve onlar sayesinde önümdeki yol epey açılmıştı. Annem elbet gençliğinde yeni gelin olarak bayağı çekmiş ama o yaşlarına ben yetişmedim, benim hatırladığım dönemde artık güçlü, hakkını savunan bir kadındı. On üç on dört yaşımdayken anneannemin dedem odaya girdiğinde ayağa kalkmamı istemesiyle sanırım ilk kadın hakları kavgamı ettim. Anneannemi mümkün değil ikna edemiyordum kadınla erkeğin eşit olduğuna. Duvara konuşuyordum sanki. Ne benim feminist söylevlerim ne sürekli kavga ettiği gelinleriyle arada kalan annemin dert anlatmaya çalışması kâr etmedi, sonra zaten ben pes ettim sanırım. Kendimi o denli çaresiz hissettiğim zamanlar azdır.

 

Neyse, bu yazıyı anneannemi anlatmak için yazmıyorum aslında. Artık beni böyle çaresiz hissettiren bambaşka kadınlar var. İşin garibi bu kadınlar anneannem gibi ümmi, köyden gelip şehre alışamamış kadınlar değil… Biri sürekli yurtdışında okuduğu kolejlerden, ünlü bir oyuncu olan babasının tuttuğu dadılardan bahsediyor mesela. Özel hayatını epeyce bildiğimizden erkek şiddetinden mağdur olduğunu, ilişkilerinde maddi manevi hep istismar edildiğini biliyoruz. Oysa yine bu kadın “kocalarımızdan elinizi çekin” diye hashtag’ler açıp sabahları magazin programında hiç durmadan erkekleri kollayıp kadınları aşağılıyor.

 

Sanat camiasında biraz daha bilinçli olduğunu düşündüğümüz başka bir ünlü, bu ülkede ne kadar nafaka mağduru kadın olduğunu umursamadan boşandığı kocalarından nafaka almamakla, ayakta duran kadın olmakla övünüp aile bakanlığına yanlıyor mesela. İşte bu kadınların yaptıklarını, paylaşımlarını gördükçe aynı anneannemde olduğu gibi çaresiz hissediyorum. Oysa şiddetsiz, istismarsız, tacizsiz, eşit bir yaşam, gerekirse nafaka, maddi manevi tazminat her kadının hakkı. Feminizm ve uğruna savaşılacak kadın hakları o kadar sınıfsız ki aslında, bell hooks’un dediği gibi “Feminizm Herkes İçindir” diye bağırmamak için zor tutuyorum kendimi.

 

Aynı dönemde doğmuş bambaşka yazarlar

 

Bu fikirlerle boğuşmamın sebebi geçtiğimiz yazdan bu yana art arda okuduğum üç kitap aslında. Üç farklı yayınevi hemen hemen aynı yıllarda doğmuş üç Amerikalı kadın yazarın öykülerini yayımladı. Shirley Jackson, Grace Paley ve Jean Stafford bir önceki cümlede yazdığımdan başka bir ortak özelliğe sahip değiller. Bambaşka sınıflardan, bambaşka hayatlar yaşamış üç kadın yazar. Doğal olarak bu kadınların tüm öykülerine sınıfları, dinleri, yetiştirilme biçimleri, kültürel kodları sızmış. En büyük ortak nokta bu yazının yazılmasını sağlayan unsur, bir kadın olarak yaşadıkları zorluklar, bu zorlukların farklı anlatıcılarla, farklı coğrafyalarda, bambaşka şekillerde yaşanması… Sınıfsal farklılığın ötesinde bizi birbirimize bağlayan kızkardeşlik duygusu.

 

Anneler ve kızları

 

Grace Paley

 

1922 doğumlu Grace Paley ülkemizde yeni yeni tanınan bir yazar. Ukrayna göçmeni bir Yahudi, kendini bildi bileli sosyalist, hayatı boyunca savaşa, haksızlığa karşı çıkmış bir kadın. Türkçede yayımlanan ikinci öykü derlemesi Ölü Dilde Bir Hayalperest’te ve daha önceki kitabı İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden’de genellikle Yahudi işçi aileleri, kocası tarafından terk edilmiş bol çocuklu kadınları anlatıyor. Kadınların yaşamın en başından maruz kaldığı haksızlıkları bazen acı biçimleriyle anlatsa bile humorı, dalga geçmeyi elden bırakmayan, neşeli bir yazar Paley. Uzun bir ömür sürmüş. Hayatını kaybetmeden hemen önce Mayıs 2007’de verdiği bir röportajda torunları için kurduğu hayallerden bahsederek “militarizm, ırkçılık ve açgözlülüğün yok olduğu ve kadınların yerleri uğruna savaşmak zorunda olmadıkları bir dünya” arzusunu belirtmiş.

 

“Lavinia: Eski Bir Hikâye”de de gerçekten eski ve değişmeyen bir hikâye anlatıyor. İsimsiz anlatıcı yine Paley’nin klasik karakterlerinden; okumak isteyip annesi gibi olmak istemezken, bir bakmış ki aynen öyle olmuş. “O sırada okulda öğrenciydim, hedefim yüksekti. Ne tarafa baksam kadınlar ya erkekleri memnun etmek için sırtüstüydü ya da arkalarını temizlemek için dizüstü.” Oysa sonra peş peşe doğurduğu çocuklar, erkenden göçüp giden bir koca, sefalet derken neredeyse okuma yazmayı unutmuş. Paley’nin anlatıcıları hep kısa ve öz: “Eh, Bay Grimble’la ben iyi kötü idare ettik. Meteliği yoktu, benim sayemde oldu. Yaşayıp gittik. O göçüp gidince hepsi benim üstüme kaldı, o iblis oğlanlar ve o sümsük, ağlak kızlar.” Çocukları hakkında bu kadar acımasız konuştuğuna bakmayın, aslında bir gözbebeği var, gülerek doğan Lavinia. Zaten öykü de Lavinia’yla evlenmek isteyen Robert’a öğütler şeklinde ilerliyor. Öbür kızlarında görmediği bir şey var Lavinia’da, o başka. “Lavinia aptalları adam ediyor, koroda şarkı söylüyor, sakatları düzeltiyor. Şimdi ona bir bak, Robert, bak o kız istese bir hanım vaiz bile olabilir, bir hemşire falan, işte büyük, adı olan bir şey. Ne gördüğünü bilmiyorum Robert, ama bana kalırsa büyülenmelisin.”

 

Gördüğüm kadarıyla anneler ikiye ayrılıyor, kızları hakkında “benden daha iyisini görsün” diye umut edenler ve “ben neler çekmiştim, seninki ne ki” diye kendini rahatlatanlar. Paley’nin anlatıcısı en azından kızlarından Lavinia için ilkini düşünüyor. “Kızlar annelerinin kaderini yaşar” diye doğru olmamasını umduğum ama genelde doğru çıkan bir deyim var Türkçede. “Lavinia’ya değer verdiğimi bilirsin. Ona zarar verecek değilim. Okulu orada duruyor, öyle değil mi?” diyen Robert’la evlenen Lavinia’yı uzun bir aradan sonra görmeye giden annesinin öykünün sonundaki haykırışı da maalesef bunu doğruluyor.

 

En alt sınıftan umut dolu, parlak bir genç kadının yaşamının annesinden farklı olabilmesi pek çok faktöre bağlı elbette ama kurtuluşu en çok feminizmde değil mi?

 

Yalnız ve mutsuz

 

Shirley Jackson

 

Shirley Jackson’ın Tepedeki Ev ve Biz Hep Şatoda Yaşadık gibi tedirgin edici romanlarının ardından son olarak öykü derlemesi Piyango yayımlandı. 1916 doğumlu Jackson maalesef kırk dokuz gibi çok genç bir yaşta kalp hastalığına bağlı olarak hayatını kaybetmiş. Yazdıklarıyla evi geçindirdiği, dört çocuğuna mükemmelen baktığı, kocasının ihanetlerini sineye çektiği, kazandığı paraları bütçe yapması için ona verdiği biliniyor. Üstelik yıllar boyu zayıf kalabilmek uğruna aldığı amfetaminler muhtemelen kalp rahatsızlığını tetiklemiş. Sonuç olarak cinsiyet eşitsizliğini, fiziksel özelliklere dair toplumsal baskıyı dibine kadar yaşamış bir yazar.

 

Kitapta “İfrit Sevgili” adındaki öyküde büyük bir şehirde stüdyo dairesinde yaşayan anlatıcının sevgilisi Jamie’yle nikâh randevusu olduğu gün başına gelenler anlatılıyor. Nikâh için ne giyeceğine karar vermeye çalışan kadının her adımı, her düşüncesi, yaşını, konumunu, kuralları hatırlar nitelikte. Bir ara “Bu benim düğünüm, istediğim gibi giyinirim,” diye düşünmesine rağmen renkli elbisesini giydiğinde “… salınan geniş etek de hiç şüphesiz genç bir kız için, özgürce koşacak, dans edecek, yürürken kalçalarıyla eteği sallandıracak biri için tasarlanmış görünüyordu. Kendimi sırf onun için olduğumdan daha güzel göstermeye çalıştığımı, benimle evlendiği için daha genç görünmek istediğimi sanacak” gibi düşüncelerden kendini kurtaramıyor. Genç kızlar için olduğunu düşündüğü elbise aracılığıyla yaşıyla ilgili bir derdi olduğunu tahmin edebiliyoruz. Giysilerle boğuşurken yaş konusunu da öğreneceğiz. “Teninin solgunluğunu ya da kaz ayaklarını bugün, sanki sadece düğün için yapıyormuş gibi saklayamazdı, öte yandan Jamie’nin çökmüş, buruş kırış biriyle evlenmesi düşüncesine de dayanamıyordu. Ne de olsa otuz dört yaşındasın, dedi kendi kendine.” Büyük bir kentte kendi ayakları üstünde durabilen, yalnız yaşayan, çalışan bir kadının bu olumlu özelliklerini düşünmek yerine daha otuz dört yaşındayken sürekli bekâr, yaşlı ve kırışık olduğuna odaklanması bize yabancı geliyor mu?

 

Öykü ilerledikçe kendini ünlü bir yazar olarak tanıtan genç Jamie’nin nikâh günü sırra kadem basmasına, gün boyunca onu bulabilmek uğruna adamın yaşadığını söylediği yerdeki komşularını, esnafı, seyyar satıcıları, çocukları sorguya çekmek zorunda kalan, her imâlı sözde, hor gören bakışta, ne olduğunu tahmin eden kadınların kıkırdamalarında onurunu ve gururunu ayaklar altına aldığını hisseden genç bir kadına şahit oluyoruz.

 

Şu öykünün üzerinden elliden fazla yıl geçmiş olmasına rağmen bedenimizle barışık olmamızı, yaşımızı sevmemizi hangi öğreti sağlar? Temelsiz ilişkilere, romantik hayallerle atlamamızı, toplum baskısı nedeniyle aldığımız acele kararlarımızı ne engeller? Çalışan ve yalnız yaşayabilen orta sınıf bir kadının kurtuluşu da feminizme bağlı değil mi?

 

Kaymak tabakada süs bebekleri

 

Jean Stafford

 

Son yazarımız ise 1915 doğumlu Jean Stafford. Üst orta sınıf bir ailede alkolik, yazar bir babayla, evi her şekilde çekip çeviren bir anneyle büyümüş, üniversite için gittiği Colorado’dan sonra burs kazandığı Almanya’ya geçmiş, bir yıl boyunca Avrupa’yı gezip öykülerinde de sıkça anlattığı aristokrat ve üst sınıf hayatlara tanık olmuş, Amerika’ya döner dönmez de yazdıklarıyla ses getirip genç yaşında ünlenmiş. Öykü dendiğinde ilk akla gelen kadın yazarlardan biri olacak kadar başarılı. Sanat yaşamına rağmen özel yaşamında üç erkekle sorunlu evlilikler yaşamış, ilkinden hem psikolojik hem fiziksel şiddet görmüş. Uzun yıllar alkol bağımlılığıyla mücadele eden Stafford, neredeyse yemek yemeyi bırakmış ve altmış dört yaşında hayatını kaybetmiş.

 

Kendi Avrupa yolculuğundan da izler taşıyan “Maggie Meriwether’ın Başına Gelenler” aslında yirmi sayfayla uzunca bir öykü sayılır. Öyküde Maggie’nin daha önceden Londra’da tanıştığı Tippy Akenside adlı İngiliz beyefendisiyle Paris’te karşılaştıktan sonra onun davetiyle gittiği bir parti anlatılıyor. Viyanalı bir Baron’un verdiği bu parti kırsalda bir malikânede ve Maggie, Amerika’nın güneyinden gelmiş kasabalı bir kız olarak bu “farklı” insanlarla dolu partide, kendisine eşlik edeceğini sandığı Tippy tarafından tamamen yalnız bırakılarak acayip saatler geçiriyor. Öyküyü kadın hakları bakımından ele almak için Maggie’dense parti boyunca bir takım oyunu sergileyen Madam Floquet ve Bayan Preston’a odaklanmak istiyorum. Madam Floquet, çok zengin bir Amerikalıyla evli olan Bayan Preston’a, ondan arta kalan bazı kürkler ve sıkıldığı eski arabaları uğruna dalkavukluk yapmak zorunda kaldığından, bambaşka bir ezilen modeli sergiliyor. Geçinmek için Danimarkalı dengesiz sevgilisine muhtaç olan Floquet, içten içe haset ettiği Preston hakkında o yokken “Tanya’nın parasını layıkıyla taşıdığını söyleyemem” gibi laflar etse de onun arkadaşlığına muhtaç. Partide bir ara kadınlar bahçeden boudoir’a geçiyor ve Maggie’ye garip gelecek biçimde bomboş muhabbet ediyorlar: “Diğer kadınlar derdine dert eklercesine kuaförlerinden, terzilerinden bahsettiler; birbirlerinin şortlarını, manşetlerini ve kol düğmelerini övdüler.”

 

Akşam yemeğinde Maggie nihayet İngilizce konuşan birini bulmanın sevinciyle Serge denen bir adamla muhabbet etmeye başlıyor. Düzgün biri sandığı Serge bir süre sonra özellikle yukarıda bahsettiğim kadınlara hakaret etmeye başlıyor. Durmaksızın hakaret ettiği kadınlar, bu adamı Maggie’nin şaşkın bakışları altında sadece “Yapma, hastalanacaksın” gibi anaç sözlerle teskin etmeye çalışıyor. Ve yine kadınların bunca küçük düşürülmüşlüğüne rağmen partinin sonunda Baron “Serge’e, prenslerin içinde kıymetli prensimize” diyerek, bu hafif dengesiz ama bekâr olduğu için kadınların gözdesi Gürcü prensi onore ediyor.

 

Kendini Avrupa’da bambaşka hayatlar içinde hayal eden Maggie, aristokratlar, zenginlerle dolu bu partiden neredeyse kaçarak, dağılmış bir biçimde ve kendisini yalnız bırakan kavalyesine hak ettiklerini söyleyerek ayrılıyor. Öyküde gururunu ve hakkını savunan tek kadın oluyor böylece de. Zengin bir erkeğin eline bakmak zorunda olan Floquet’ten tutun da Gürcü bir prensin ettiği bin bir hakareti duymazdan gelmeye kadar pek çok şey bize feminizmin sınıflar üstü olduğunu anımsatmıyor mu?

 

Zamandan ve sınıftan bağımsız bir mücadele

 

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde doğmuş bu kadınların yıllar evvel yazılmış öykülerini okuyunca kadın hakları mücadelesinin ne kadar zamansız ve sınıfsız olduğunu anlıyoruz. Ve ben en başta andığım anneannem gibi kadınlara bir şekilde sesimizi duyurduğumuza inanıyorum artık. Bu yazıda ele aldığım ilk iki örneğin düzeleceğine inancım daha çok. Asıl olarak kendilerini bir şekilde erkek yancılığı yaparken bulan ünlüler konusunda daha umutsuzum ama her tür sınıf kinimi bastırarak onlara da “Feminizm senin için de var kızkardeşim” demek istiyorum.

 

Kaynakça:

Shirley Jackson – Piyango ve Diğer Öyküler, çev: Berrak Göçer, Siren Yayınları.

Grace Paley – Ölü Dilde Bir Hayalperest, çev: Püren Özgören, Deli Dolu Yayınları.

Jean Stafford – Toplu Öyküler 1, çev: Gökçe Yavaş, Deli Dolu Yayınları.

bell hooks – Feminizm Herkes İçindir, çev: E. Aydın, B. Kurt, Ş. Özgün, A. Yıldırım, BGST Yayınları.

 

Kapak Görseli: Karin Mamma Andersson, Travelling in the Family, 2003.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YAkıl Sağlığına Birebir Kadın Yazarlar
Akıl Sağlığına Birebir Kadın Yazarlar

Son bir senede okuduğum ve unutamadığım tüm romanlar kadınlar tarafından yazılmış.

KÜLTÜR

YToplumun en temel biriminden çatışmanın ilk merkezine: Aile
Toplumun en temel biriminden çatışmanın ilk merkezine: Aile

"Romanın babayla, suçun failiyle değil; anneyle, suçun tanığıyla yüzleşme romanı olduğunu söyleyebiliriz."

Bir de bunlar var

Tar (2022): Küstahça Yazılmış bir Lezbiyen #Metoo Hikâyesi
Gidiyorum Ben Sen Hoşçakal
“Bitkilere Hürmet” Diyor

Pin It on Pinterest