Filistin işgali etrafında gelişen medya ve diplomasi savaşlarının dünyadaki yankıları.

MEYDAN

Beshara Doumani ile Filistin: Medya, Diplomasi ve Yaşam Savaşları

Beshara Doumani Brown Üniversitesi Modern Ortadoğu Çalışmaları Bölümü’nün başında Filistinli bir tarihçi. Doğu Akdeniz bölgesinin sosyal, ekonomik ve hukuki tarihiyle ilgileniyor. Filistin’i Yeniden Keşfetmek: Nablus’un Tüccarları ve Köylüleri, 1700-1900 (Rediscovering Palestine: Merchants and Peasants in Jabal Nablus, 1700-1900) adlı bir kitabı mevcut. Editörlüğünü yaptığı şöyle iki kitabı da var: Ortadoğu’da Aile Tarihi: Hane, Mülk ve Toplumsal Cinsiyet (Family History in the Middle East: Household, Property and Gender), 11 Eylül’ün Ardından Akademik Özgürlük (Academic Freedom After September 11). Kendisi aynı zamanda Filistin Müzesi’ni kurgulayan ve ön çalışmaları yürüten ekibin başındaydı.

 

Aşağıda ilk kısmını okuyacağınız söyleşi aslında 2014’ün Ağustos ayında, İsrail’in Gazze’deki katliamı sırasında ilan edilen 72 saatlik ateşkes kararının ardından yapıldı. Orada neler olduğunu, medya savaşlarını, diplomasi ve savaş stratejilerinin değişimini konuştuğumuz bu söyleşi maalesef hala güncelliğini koruyor. Savaş dönemi atlatıldıktan sonra  Türkiye medyasında da Filistin ile ilgili doğru düzgün hiçbir haber okumadım. Oysa savaş patlak verdiği sırada yaşananlar Türkiye medya ve politikasında hemen yer buldu; İsrail’e karşı duruşlar, tutumlar birbiriyle yarışıyordu. O günden beri ne Filistin’in durumu değişti, ne de İsrail’in kendini aklama politikaları.

 

Buradan Türkiye’ye dönecek olursak, şu anda medya ve diplomasi ayağıyla içinde olduğumuz savaşın, Beshara Doumani’nin açık açık anlattığı İsrail savaş ve stratejileriyle ne kadar benzeştiğini görmemek ve dehşete düşmemek mümkün değil. Aşağıda okuyacağınız söyleşide üzerinde durulan üç temel nokta var. Bunlardan bir tanesi medya savaşları ve kimin hikâyesinin aktarılacağı, dinleneceği meselesi. Diğeri, kimin yaşamının daha değerli olduğu; politikacılar ve medyacılar tarafından tasdiklenen yaşamlarla, ölümü, işgali hak görülen insanların ve yerlerin tasviri. Bir diğeri ise geçen yazki İsrail katliamıyla medyada yer bulan Dahiya Doktrini: ‘Sivillerde yoğun acı yaratarak’ silahlı güçleri yıldırma amacını güden ve topyekün mahalleleri, köyleri, insan topluluklarını hedef alan ve yok eden bir savaş stratejisi. Bu sonuncusu, savaşların tarihte birçok örneğini gördüğümüz gibi çoğunlukla kadınlara ve çocuklara yönelik olduğunu, yani savaşın cinsiyetini ortaya koyuyor.

 

Bugünlerde, Ekin Wan’ın sosyal medyada yayınlanmış korkunç fotoğraflarına uyandığımız, medya ve siyaset çukurunda debelendiğimiz, ‘Türklük’ canavarının hortladığı günlerdeyiz. Ne zaman bıraktık şu soruları sormayı: Kimin hayatı daha değerli, şehitin mi, gerillanın mı? Gerillaların hayatı yalnızca şehit olmak üzerinden mi değerlenebilir? Şehitlik mertebesi üzerinden birinin yaşamına ve ölümüne değer biçmek nasıl bir vicdansızlıktır? Kimin savaşında yitiriyoruz kolumuzu bacağımızı, canlarımızı, kalplerimizi? İnsanların sevdikleri tarafından gömülmelerine hangi kanun, hangi merci, hangi insan izin vermeyebilir? Ölü bir bedenin buzdolabında bekletilmesi nasıl açıklanabilir, nasıl anlatılabilir? Anlaşılması asla mümkün müdür? Filistinlilerin acısını ‘paylaşan’lar, Kürtlere karşı başlatılan savaşı ‘milli irade’ adı altında savunamazlar. İsrail’in Filistin işgalini kendi milli iradesi ve savunması için sürdürdüğü yalanını yutmuyorlarsa, Zergele katliamını ‘açıklayan’ canlı kalkan söylemini de sorgusuz sualsiz kabul ediyor olamazlar. Hakikat ne kadar gömülmeye çalışılıyorsa, o derinliğin basıncıyla yeryüzüne vurur. Sözü Beshara’ya bırakıyorum:

 

 

Son senelerde İsrail’in sıkça tekrarlayan saldırıları medyada farklı şekillerde temsil ediliyor. Bunları biraz ayıklayıp ne tür değişiklikler oluyor bakabilir miyiz?

 

Beshara Doumani: Temsil meselesinden başlayacak olursak, şüphesiz ki ortada gerçek bir savaşın ve diplomatik savaşın yanında bir de medya savaşı var. İsrail medya savaşı kısmında oldukça deneyimli, kendini sunmak konusunda başarılı çünkü bunu senelerdir yapıyor. Batı medyasının Filistin’deki olayları nasıl yansıttığı çok önemli çünkü İsrail Batı’nın yardımı olmadan ayakta kalamaz, aldıkları finansal, diplomatik ve askeri destek olmadan bugünkü gücünü asla elde edemezdi. ABD’de İsrail bu savaşı kazanmış durumda. Bunun sebeplerinden biri sosyal ve ekonomik altyapıya müthiş bir yatırım yapmış olmaları: Düşünce kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, üniversitelerde kürsüler, vs. Başka bir sebebi ise ABD’de basının neredeyse tamamen kâr amaçlı şekilde işliyor olması. Bu ticari basın ABD Kongre’sinde neyin nasıl tartışıldığını baz alarak haber yapıyor. ABD hükümeti siyasetini nasıl yönetmek istiyorsa, basın da olaylara o açıdan yaklaşıyor. Yani İsrail basın ve politika çarklarının ABD Kongre’sinde ve medyasında nasıl çalıştığıyla alakalı bir durum var ortada. Benim gibi tarihçilerin elinde, Siyonist hareketin seneler içinde kendisine nasıl bir portre çizdiğini anlamak için birçok örnek var.

 

Ancak son zamanlarda, bu kadar kıt bir hafızaya sahip olan ABD gibi ülkelerde bile insanlar artık Filistin-İsrail çatışmasının çok korkunç boyutlara geldiğini görüyorlar. 2006’daki Lübnan saldırısını, 2008-9’u, 2012’yi ve en yeni olarak 2014’ü biliyor, konuşuyorlar. Hatta bazıları 1982’deki Lübnan’ın güneyinin işgalini bile hatırlıyor. Birinci ve İkinci İntifada da dahil olmak üzere açıkça görülen kalıplar mevcut, mesela orantısız güç kullanımı. Bir süredir şöyle sorular duyuyoruz: “Israil kendini savunurken biraz fazla mı ileri gidiyor?” “Neden BM hastanelerini, Gazze’deki bir üniversiteyi ya da elektrik santrallerini bombalıyorlar?” “Neden böyle davranıyorlar?” Kamuoyunda çatlaklar görmeye başlıyorsunuz. Son gördüğüm kamuoyu araştırmasında ABD’nin %57’sinin İsrail’i desteklediği ortaya çıktı, ancak aynı araştırmadan çıkan başka bir veri de destekleyenlerin çoğunun 50 yaş üstü cumhuriyetçi beyaz erkekler olduğu.

 

 Oşu: Aman ne şaşırdık!

 

Kadınlara, 30 yaş altı gençlere, ya da demokratlara bakarsanız bu desteğin çok daha düşük olduğunu görüyorsunuz. Şu halde, ABD’deki kamuoyunda ciddi bir çeşitlilikten bahsedebiliriz. Dolayısıyla, İsrail mevzusu oldukça cinsiyetli bir hal almıştır. Çünkü ülkede sağcı muhafazakâr yaşlı adamlar, Yahudilerden nefret etseler bile, İsrail’e bayılıyorlar çünkü İsrail onların nazarında…

 

Amerikan demokrasisini mi temsil ediyor?

 

Evet. Ve aynı zamanda Amerika’nın utangaçlık etmeden kullanması gereken bir güç türünü: Müslümanlar, Araplar sadece tek bir dilden anlar ve İsrail de bunu anlayan ve kullanabilen tek ülke. İsrail özgür dünyanın güvenliğinin nasıl sağlanabileceğini gösteren, bize örnek olan bir ülke. Bu anlamda, Fransa, Hollanda ve başka ülkelerdeki Yahudi aleyhtarı akımlar bile İsrail’e destek veriyor. Yahudileri sevmeseler bile Israil’i seviyorlar.

 

ABD’deki Yahudi cemaati içerisinde de eskiden görülmeyen şekilde fikir ayrılıkları var. Birçok Yahudi topluluğunun geleneksel liderlik algılarını ve İsrail politikalarını sorguladıklarını görüyoruz. ‘İsrail ne yapsa iyidir’ fikri kırılıyor. Bu insanların çoğunluğu daha liberal bir bakış açısını temsil ediyorlar ve İsrail’in kendine zarar verdiğini, barışa yatırım yapmayarak politik bir çözümün önünü tıkadığını, sürekli yeni toprakların üstüne konarak da—tabi birkaç sefer daha etnik temizlik yapmazlarsa—daha fazla Arap dahil ederek devletin Yahudi kimliğini bozduğunu düşünüyorlar.

 

2014 yazında şahit olduğumuz saldırılarda dünya kamuoyunun Filistin tarafında yer aldığını gördük. Yani eğer kabaca ikiye bölecek olursak…

 

Evet dünya kamuoyu ABD’den oldukça farklı ve değişiyor. Örneğin, İngiltere ve Fransa’da halk Filistin yanlısıyken, devletler değil. Biliyorsun, Fransa’da Filistin yanlısı protestoları yasakladılar. Bunun ardındaki düşünce İsrail Devleti ve Siyonizmi eleştirmenin antisemitik olduğu. Bunun sonucu olarak da Filistin yanlısı herhangi bir fikir mücrimleştirilmiş oluyor. İsrailli liderlerden ve başkalarından örneklerini duyduğumuz gibi ‘Filistinlilere soykırım uygulamak gerekli mi,’ ya da ‘Kadınlarına tecavüz edelim mi’ türü sorularla karşılaşabiliyoruz. Ancak bunlar Fransa ve İngiltere gibi nefret söylemini kınayan ülkelerde nasıl oluyorsa radardan kaçıyor. Buna karşın İsrail’i eleştirenler suçlanıyorlar. O yüzden ikiye ayrılıyor diyebiliriz bence de. Devletle kamuoyu arasında keskin bir örtüşme olan tek yer İsrail. Son araştırmalar halkın %95’inin İsrail’in Gazze’de yürüttüğü savaşı, son derece pis olduğu açıkça görülmesine rağmen, desteklediğini söylüyor.

 

95% çılgın bir yüzde.

 

Evet, dudak uçuklatan bir rakam. Bence savaşı protesto eden İsrailli liberallerle, solcularla da konuşmalısınız. Ne olduğunu onlardan dinleyin, çünkü aldığım mektuplar dehşet verici. Sokaklarda Araplara saldıran çeteler geziyor. Üniversiteler devleti sorgulayanları çizgiye çekiyor ve ırkçı söylemleri destekliyor. Medya, televizyon sürekli savaş çığırtkanlığı yapıyor. Bu sebeple, İsrail toplumu toplu savaş histerisine kapılmış durumda ve nefret söylemi gündelik bir olay.

 

Bu savaşın ve sürekli üretilen savaş politikasının cinsiyet boyutu da çok çarpıcı. Hala insanı hayrete düşüren şeyler duyuyoruz. Kadın ve çocuklara yönelik özel saldırılar, akabinde yayınlanan görseller…

 

 

Evet, insanların savaşı algılayışı kadın bedeni ve görselleri üzerinden. Yine medyadan örnek verecek olursak Bar-Ilan Üniversitesi’nde biri var, profesör sanırım…

 

Dr. Mordechai Kedar

 

Evet. Ne demişti: ‘Teröristleri, mesela o çocukları kaçırıp öldürenleri caydıracak tek şey kızkardeşlerine veya annelerine tecavüz edilmesi.’ Ve bu adam şimdi sürekli televizyona çıkan biri. Bir Filistinliyle İsraillinin hayatını bir tutan, tüm ölenler için üzüldüğünü belirten insanlar susturuluyor, disipline ediliyorlar, ancak bunun gibi insanlar istediklerini söyleyip geçiyorlar.

 

Tarihte baktığımızda kadınlar ve çocuklar organize devlet terörünün en büyük mağdurları olmuşlardır, ki İsrail’in Gazze’de yaptığı budur: devlet özellikle sivilleri hedef alıyor. Kendini korumak için imkânları en kısıtlı olanlarsa kadınlar ve çocuklar. Yani bu savaşın kadınlara ve çocuklara yönelik yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Verilere, kaç kişinin öldürüldüğüne bakarsak: 2014 yazında 5 Ağustos’ta başlayan 72 saatlik ateşkes ilanına kadar 400 çocuk öldürülmüş, bu rakam öldürülen toplam sivil sayısının %80’ine tekabül ediyor. Sivillere yönelik yürütülen savaşlarda genelde durum böyledir.

 

Filistin özelinde ise durum iyice vahimleşiyor çünkü İsrail Devleti demografik anlamda büyük tehdit altında hissediyor kendini. Doğum yapanlar kadınlar, hedefte olanlar da onlar tabii. Demin bahsettiğimiz profesörün yorumları olsun, özellikle çocukları hedef aldığını itiraf eden ve gururla ’13 tanesini öldürdüm’ diyen İsrailli keskin nişancı olsun bu fikri destekliyorlar. Kadınları ve çocukları hedef alalım ki daha az Filistinli olsun.

 

Yani şiddetin cinsiyeti farklı farklı yüzlere bürünüyor. Bunlardan bir tanesi de İsrail’in 2006’daki Lübnan istilası sırasında Beyrut’un güneyinde yer alan ve tamamen yok edilen Dahiya mahallesinden feyz alan ve kendi deyimleriyle ‘sivillerde yoğun acı yaratarak’ silahlı güçleri yıldırma amacını güden Dahiya Doktrini. Bu doktrin Tel Aviv Üniversitesi’nde geliştirildi ve hem ordunun hem basının açıkça konuştuğu, sivilleri öldürerek savaş kazanma üzerine kurulu resmi bir savaş stratejisi haline geldi. Bu zaten yeni bir şey değil, bu politikayı güden sadece İsrail de değil; ABD’nin Kızılderililere yaptığı da buna bir örnektir. Yerli halka yönelik, köylere, tarlalara, altyapıya, kadınlara ve çocuklara dönük gerilla tipi asimetrik güç içeren saldırılarla kendi orduna gelecek zararı minimize edersin. Tüneller de bu tür bir gerilla savaş taktiğinin ürünü. Çöle ya da ormana kaçmak yerine tünellere giriyorsun. Oldukça korkak diyebileceğim bir biçimde, tünellerdeki savaşçılarla savaşmak yerine onların ailelerini mahallelerini yok ederek baskı yaratmaya çalışıyorsun.

 

Farkettiyseniz ilk 1500-2500 atış silahlılara değil ailelere yönelik oldu. Bir sürü tamamen yok olan aile var. Yalnız saldırılar aileleri de geçti ve Şecaiye’yle başlayarak toptan mahalleler yok edildi. Bu mahallelerde çoğunlukla kimler vardı? Kadınlar ve çocuklar.

 

Medyada en çok onların ‘masum’ suratlarını görüyoruz. Bu yüzler Filistin savunmasının gerekçesi olarak kullanılıyor. Bu görsellerin üretimi ve dolaşımı gerekçelendirmeden başka ne tür algılara yol açıyor?

 

Filistin tarafından bakacak olursak ölü çocuk ve kadın bedenleri, ya da bombalanmış direniş evleri görselleri tek tip bir mağduriyet portresi çiziyor ve birçok açıdan eylemliliklerini çalıyor. Demek istediğim, bunca senedir direnen, hayatlarına sahip çıkmaya çalışan bu insanların hikâyelerine, gündelik çabalarına ve eylemlerine yer bırakmıyor. Tüm bu zorluklara rağmen yarattıkları toplulukları, kurumları ve hatta askeri gücü es geçmiş oluyor. Yani Filistin deneyimini bir mağduriyete indirgeyemezsiniz. Bu belki sempati kazandırır ama şu soruyu yanıtlamaz: Neden bu durumdalar?

 

Onlardan tarihlerini çalıyor.

 

Aynen öyle. Mağdur olmadıklarını söylemiyorum, yanlış anlamasın kimse. Demek istediğim, daha geniş çapta bir habercilik yapılmalı. Ortada bombalar yokken bile, ölü çocuklar yokken bile Gazze işgal altında ve insanlar her gün direniyorlar.

 

Gazze her anlamda ve sürekli olarak işgal altında ve bu gündelik şiddetin konuşulması lazım. İnsanlar hikâyeyi bütünlüklü bir şekilde okurlarsa, yani sadece şiddetin patlak verdiği anları değil, gündelik olarak uygulanan zulmü ve silme politikalarını görürlerse meseleyi anlayabilecekler. Sadece savaş mağdurlarına odaklandığınızda sorunun kökeninin Filistinlileri kimliklerinden ve özgürlüklerinden sıyırmaya çalışan işgal olduğunu kaçırabilirsiniz.

 

İsrail açısından bakarsak bu görseller onların hikâyesini çürütüyor elbette. Hamas’ın askerleri hedef aldığı yerde onların sivilleri hedef aldığı açıkça görülüyor. Elbette Hamas roketleri de tam nereye düşeceği bilinmeden atılıyor, bu da bir savaş sorunu. Ama herkes bu roketler sonucu sadece 3 kişinin öldüğünü ve İsrail sivillerine büyük bir tehdit oluşturmadığını biliyor. Yanlış hatırlamıyorsam ölen 65 insandan 62’si askerdi. Yani İsrail’in dünyaya neden sivilleri hedef aldığını açıklaması ve bu görsellerin İsrail imajına verdiği zararı engellemesi gerekiyor.

 

İsrail’in ahlaki bir derdi olmadığı ortada, onyıllardır bunu yapıyorlar. Esas mesela kendini nasıl pazarlayacağında, savaşın PR’ını nasıl yapacağında.

 

İsrail’in dünyaya kendini liberal, demokrasiye inanan ve insan haklarına saygılı bir devlet imajıyla pazarladığını biliyoruz. Ancak gerçek öyle değil elbette, İsrail yerleşik bir sömürge devleti. Peki yerleşik bir sömürge devleti nasıl oluyor da liberal ve demokratik bir imaj çizebiliyor?

 

Bu sadece bir PR problemi değil. İsrail’in kendi vatandaşlarına nasıl gözüktüğü de önemli. İsrail kendi halkına oy verme ve Filistinlilere de vatandaşlık verme vasıtasıyla liberal gözüküyor. Filistinlilere verilen vatandaşlık ve oy hakkı gerçekte sıkı bir kurumsal ayrımcılıkla onları topraklarından etme politikası güdüyor ve herhangi bir eşitlik talebini un ufak ediyor. Sorun şu ki İsrail’in bir anayasası yok. Anayasası olsa ne diyecek ‘Filistinliler dışında herkes kanun önünde eşittir’ mi diyecek? Şimdiye dek bir anayasadan kaçındırlar. Anayasa konuşulduğunda da, bu ikilem liberallerin azınlıkta olduğu bir tartışmaya dönüyor. İsrail aynı anda hem bir Yahudi devleti hem de demokratik bir devlet olabilir mi? Cevabı ‘Yahudilikten yana olanlar ve demokrasiden yana olmayanlar çoğunlukta. Son 20-30 yıllık savaş da bu görüşün ne denli çoğunlukta olduğunu yani ırkçılığın ne kadar derinlere işlemiş olduğunu gösteriyor.

 

Her ne kadar ABD’de gençler ve kadınlar İsrail’in hikâyelerine inanmayan taraf olsa da, İsrail’de durum tam tersi. Kamuoyu yoklamaları gösteriyor ki genç nesil yaşlılardan daha ırkçı. Bu yüzden, adil bir sistem içerisinde beraber yaşama hayali olanlar buna yaklaşmaya çalıştıkça İsrail toplumu tam tersi yönde ilerliyor.

 

Bu da yeniden bizi toplumsal cinsiyet meselesine getiriyor çünkü Siyonistlerin başından beri istediği şey yeni bir Yahudi erkeği yaratmaktı. Tarihsel olarak kitap okuyan, felsefeyle uğraşan, ticaret yapan, asla toprakla çalışmayan ve öldürmeyen feminen Yahudi’ye karşı Siyonist hareket süpermen köylü askeri yaratmaya çalışıyor.

 

Bu yeni Yahudi erkeği çalışmaları ne zaman başlıyor?

 

19. yüzyılın sonunda başlıyor ve birbirini takip eden hükümetler oldukça istikrarlı bir şekilde Yahudi kültürünün militerleşmesine uğraşıyor. Bunu da ‘güvenlik’ unsurunu diğer herşeyin üstünde tutarak ve ötekine karşı bir korku kültürü yaratarak gerçekleştiriyor. Bu istikrarlı politika sonucu olarak da son derece maço bir toplumla karşı karşıyayız. Yahudiler bizleri kötülükten koruyan erkekler olarak, öteki ise gizliden gizliye altımızı kazan entrikacı, fesat kadın imgeleriyle temsil ediliyor. Böylece İsaril nüfusunun %20’sini oluşturan Filistinlileri potansiyel hain olarak görüyorlar. Yani sadece Gazze’deki ya da Batı Şeria’daki şiddetten değil, İsrail’in Filistinli vatandaşları üzerindeki sürekli baskısından da bahsetmeliyiz.

 

Kendilerini erkek, Filistinlileri entrikacı kadın olarak temsil etmek aynı zamanda İsraillilerin Müslüman kadınların kurtarıcısı olduğu fikrine de uygun düşüyor. ‘Bu kadınları Müslüman erkeklerin zulmünden kurtarmalıyız’ diskuru Napolyon’un Mısır’ı işgalinde, El-Ceberti’nin Muzhir El-Takdis Bi-Zehab Devlet El-Fransis’inden beri takip edebildiğimiz bir söylem.

 

Evet bunu Avrupa işgalinin başlangıcına, 18. yüzyılın sonuna kadar götürebiliriz. En sevdiğim örneklerden birini verebilir miyim? Bu benim değil Leyla Ahmed’in İslam’da Kadınlar ve Toplumsal Cinsiyet adlı kitabından. İngiliz sömürgeci erkek ikonundan, yani İngilizler adına Mısır’ı yöneten Lord Cromer’dan bahsediyor. Onun konuşmaları kadınlarına nasıl farklı davrandıklarına yönelik referanslarla dolu. İki medeniyet arasındaki farkın kadın meselesinde kendini belli ettiğini söyleyip duruyor. Ancak kendisi İngiltere’de kadınlara oy hakkı verilmesine karşı çıkan hareketin önderlerinden ve kadın hareketini her fırsatta yeriyor.

 

İsrail’de de kadınlara yönelik şiddet almış başını gidiyor. Ancak dünyaya sanki kadınların kurtarıcılarıymış gibi bir imaj çiziyorlar. Bu bildiğimiz, eski, ötekini şeytanlaştırmak için kullanılan oryantalist bir söylem. Ama bunun dışında pinkwashing denilen durum da var. Müslümanların aksine, İsrail LGBTİ haklarını savunuyor algısı yaratılıyor.

 

Lila Abu Lughod bu mekanizmaları ortaya koyan ve en çok bilinen yazılardan bazılarını yazdı.

 

Evet hatta sırf bunun üzerine bir kitabı var. İlk o değil, sonuncu da o olmayacak. İşte bilgiyle yorumlamayla, anaakım medyanın yönettiği kamuoyu tartışması arasındaki fark da bu. Akademik yazılar, bilgili yorumlar maalesef medyaya yansımıyor.

 

 

Türkiye’de de durum çok farklı değil. Medya kanallarının ideolojisi neyse ona göre şerbet veriyorlar. 

 

Röportajın devamı burada.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YHer Gün Yeniden Kurduğumuz Bir Şehrin, Bir Dünyanın Yerlisi Olmak
Her Gün Yeniden Kurduğumuz Bir Şehrin, Bir Dünyanın Yerlisi Olmak

Bu 25 Kasım’da hatıramıza, buluşmalarımızın ve hür bir geleceğin hayaline sarılıyorum.

TARİH

YJames Baldwin’le Tanıştığım O Gün
James Baldwin’le Tanıştığım O Gün

Beni geri çektiği o yer ve zaman, makulen umabileceğim tek şeyin aldığım her davette ancak hizmet etmek için orada olabileceğimi söylüyordu.

MEYDAN

YEvet, Polisi Lağvedelim
Evet, Polisi Lağvedelim

Çünkü reformlar işe yaramayacak.

MEYDAN

YBiraz Sakinleşebilir Miyiz?
Biraz Sakinleşebilir Miyiz?

İnsanlar genelde beni felaket tellalı gibi görüyor, bana kızıyorlar. Felaket tellalı değilim ben. Eğer bakmazsan, değiştiremezsin. Gözünün içine bakacaksın.

Bir de bunlar var

Afsaneh Najmabadi’yle İran’da Trans Hakları ve Çeviri Belası Üzerine
Kadın Belediye Başkanları
Bana Feminist Yalanlar Söyle

Pin It on Pinterest