Bu 25 Kasım’da hatıramıza, buluşmalarımızın ve hür bir geleceğin hayaline sarılıyorum.

MEYDAN

Her Gün Yeniden Kurduğumuz Bir Şehrin, Bir Dünyanın Yerlisi Olmak

8 Mart’ın üzerinden bir asır geçmiş gibi. O kutlu gecenin ardından sokaklar, gezmeler, sarılmalar torbaya girdi. Üst üste verilen yanlış kararların, önlenmeyen ölümlerin, erkeklere seslenen erkeklerin iki dudağının ucunda oturuyoruz. 25 Kasım’a yaklaşırken, buluşabilecek miyiz, yürüyebilecek miyiz, diye düşünürken 8 Mart 2020 gecesinden sahneler hücum ediyor zihnime.

 

Geçtiğimiz 8 Mart’ı tek başıma yürüdüm. Plan başkaydı ama polis devasa bir alanı barikatlarla kapattığı ve ara sokakların girişine de çevik yığdığı için beraber yürümeyi umduğum arkadaşlarım polis barikatları içinde kalmış, çıkamamışlardı. Bizim de nereye gideceğimiz, ne yapacağımız belli değildi. Sıraselviler’de buluşacağımız haberi geldiğinde ben de pek çok başka kadın gibi dolana dolana Gümüşsuyu’na indim.

 

Meydandan, polis öbeklerinin önünden tedirgin ama kararlı geçişimizi hatırlıyorum. Sanırım herkesin aklında aynı soru vardı: Yürüyebilecek miydik? Barikatlar uzadıkça bir sapan gibi gerildiler zihnimde. Kendimizi ara sokakların, belirsiz bir gecenin koynuna, korkudan coşkuya fırlattığımız ağır çekimde bir sapanın ucuna yerleştirdim.

 

Sıraselviler’de toplanan kadınlara yaklaşmaya çalışırken benim gibi pek çoklarının ara sokaklardan ikili, üçlü, beşli gruplar halinde tedirgin bir sessizlik içinde ama arkalarına bakmadan, birbirlerine emanet aktığını hatırlıyorum. Öyle ki, kuş bakışı uçsaydınız ince ince kıvrılan kısalı uzunlu sokaklardan kâh birleşerek kâh ayrışarak sicim sicim ilerleyen kadınlar görecektiniz. Kaç kişiydik, gece neye benzeyecekti, yürüyebilecek miydik, yoksa Taksim Meydanı diye diretilecek miydi, polis saldıracak mıydı… Kestirmek imkânsızdı. İlerledikçe içimdeki heyecanın topyekûn bir coşkuya dönüştüğünü hissediyordum. Yürüdüğüm sokakların sükuneti içinde iyice cisimleşiyordu sanki. Sıraselviler’den gelen bağırışların, şarkıların, sloganların çağrısıyla sokaklarda yuvarlana yuvarlana büyüdü bu his.

 

Elbette bir yandan olası bir saldırıda ne olabileceğini düşünüyordum, öyle bir durumda yalnız olmam iyi olmazdı. Tek başıma yürüyeceksem, ki bunu çekiyordu canım, olası bir saldırıda ne yapacağımı düşünmem, kafamda bir harita çıkarmam iyi olacaktı. Detaylı bir haritadan bahsetmiyorum; yokuşlarıyla, belli başlı noktalarıyla —merdivenler, cami, bostan, Deniz’in evi vesaire—  mahallenin nerelere çıktığını kabataslak gözümün önüne getirdim. Bulunduğumuz yer İstanbul’un en eski ve en çok yürünmüş sokaklarından oluşuyordu. Gerektiğinde koşabileceğim birkaç değişik yol vardı ve onlar da başka değişik ihtimallere açılıyordu. Kendimi Tophane’de bulabilirdim, Karaköy’de ya da Kabataş’ta. Yahut, mahallenin sokaklarından birinde, bir apartmanın girişinde, bir ağacın kovuğunda. Taksim’e, İstiklal Caddesi’ne kitlenmeden şehrin eski kıvrımlarında yürüyebileceğimi düşünmek, hiç beklemediğim bir hürriyet ve emniyet duygusu sağladı bana.

 

Kalabalık Sıraselviler’den aşağıya doğru yürümeye başladığında nasıl bir bütünün parçası olduğumuzu tam kavrayamıyorduk ama seziyorduk. Ara sokaklardan katılmaya devam edenlerlerle gittikçe büyüyen bu topluluğun başını da sonunu da kestirmek mümkün değildi. Yokuşlarından aktığımız bu gecenin sonu nereye varacaktı? Arada arkadaşlara rastlıyordum, selamlaşıp iki laflayıp devam ediyordum yoluma. İçimde en başta hissettiğim tedirginlikten eser kalmamıştı. Şimdi bir saldırı olsa bu kadınlar kimseyi yalnız bırakmaz, dedim; üstelik bu sokaklarda muhakkak yolumuzu buluruz. Bu şehir bizi sarmalar, korur. Bunu hayatımızda kaç defa hissettik acaba? Bu şehir onu ne çok sevdiğimizi, sokaklarının kıymetini, her bir ağacının kaydını tuttuğumuzu biliyor. Bu sokakların kıymetini, hasretini duyan bizler biliyoruz en iyi.

 

Tophane’ye vardığımızda karga gibi konmuş, bizi izleyen adamlar belirdi yol kenarında. Önümüzde bir grup kadın ışıkları geçiyordu tramvayın oraya doğru ama ne yaptıklarını bilmiyorlardı, ne yaptığımızı bilmiyorduk henüz. Yol genişlemişti, ana caddeye çıkıyorduk. 

 

Bir topluluğun sezgisel hareketleri, bir anda verilen kararlar her şeyi, tüm akışı değiştirme gücüne sahip. Her şey, birkaç dakika, belki saniyeler içinde yeniden toplanan o güce, eşikten atlamaya bakıyor. O esnada ezan okunduğunu hatırlıyorum, sloganlar 15-20 saniye kadar söndü. Yeniden yükseldiklerinde ana caddeyi tamamen kapatacağımız belli olmuştu. Daha bir dakika evvel geceyle, sokaklarla baş başa söylediğimiz şarkılara trafiğin uğultusu, yoluna devam etmek isteyen arabaların uzun, sinirli kornaları katılmıştı. İleride, sonradan tanıştığım bir kadın ısrarlı kornaların yükseldiği bir taksinin ön kaportasına yattı, “Abi kontağı kapat, bir süre buradayız,” dedi. Arabalar durdu, kargalar izledi, biz öylece Karaköy’e aktık. Kavşağa gelince Perşembe Pazarı tarafını da kapattık. Kalabalığın başı sonu görünmüyordu.

 

Her 8 Mart’ta öfkem durdurulamaz bir neşeye karılıyor. Öfkemi mazeretlendirmem, açıklamam gerekmiyor, içimden taşan coşkuyu saklamam gerekmediği gibi. Mahremim, özelim benimle beraber dökülüyor sokaklara; kamusal bir alanda böyle bağrımı açtığım bir başka zaman yok. O kalabalıktaki her bir kadın beni görüyor, ben de onların gözünün içine bakıyorum.

 

Bu 8 Mart’ta ise coşkumu İstanbul’un en eski, en güzel sokaklarında kıvrıla kıvrıla, esneyerek, daralıp genişleyerek, Boğaz manzarasını, Üsküdar tepelerini temaşa ederek yaşadım. Barikatların, yasakların, tehditlerin ötesinde, yüzümüzü İstanbul’un değişen suretine döndüğümüzde şehrin bize hep yeni bir şeyler vaat ettiğini gördüm. Evet sembolik olan önemliydi, meydanda hakkımız, hatta kanımız vardı… Ama neden orada olduğumuzu hatırlamak, bir yeri yer yapanın biz olduğumuzu hatırlamak da önemliydi. Maksat geceyi beraber yürümek değil miydi? Her gün yeniden kurduğumuz bir şehrin, bir dünyanın yerlisi olmak; sokaklarını bir adamın bakışlarının, sözlerinin, ellerinin tehdidi altında ezilmeden, kendi ritmimizde, keyifle, etrafa baka baka yürümek. 

 

Bu 8 Mart bir kavgayla anıldı, halbuki muazzam bir gecenin, şehrin açıldığını tecrübe ettik biz. Benim gibi tek başına yürüyen kadınlara güvenli çıkışlar vaat etti bu şehir, kalabalığımızı akıtacağımız yeni yollar. Hafızamız şiddeti ve bunun kaynağını hatırlamaya ihtiyaç duyduğu kadar, beraberliğimize ve neşemize de ihtiyaç duyuyor. Nefes almaya, hareket etmeye, öfke kadar coşkuya alan açmaya, birbirimizi kutlamaya, barikatlara arkamızı dönüp başka bir yöne bakma becerisine.

 

Cihangir caminin orada, bu şehir tam şu anda gerçekten bizim, diye düşündüm. Acaba bizden önce, iki yüzyıl, üç yüzyıl, dört yüzyıl önce herhangi bir kadın topluluğu bunu hissetti mi bu şehirde? Geniş bulvarlar açılmadan önce, kent düzenlemelerinden önce, Halide Edip’in Sultanahmet konuşmasından önce? Yüzyıllar içinde pek çok isyancının yardımına koşmuş İstanbul’un daracık sokakları onlarca, yüzlerce, binlerce kadına ilk defa mı bu şekilde açılıyordu acaba?

 

Tuhaf ama yürürken tarihçi Stefan Yerasimos’un, İstanbul’da Tanzimat’la beraber gelen Batı kent düzeni modelini tartıştığı bir metni geldi aklıma. Batı üstünlüğüne karşı Batılı aygıtları kullanarak mücadele etmenin ötesinde, Osmanlı iktidarı bu aygıtları otoritesini güçlendirmek ve merkezileştirmek için kullanmıştı. Genişleyen sokaklar, yangınlarda kül olan semtler ve yeniden inşa edilen mahallelerle beraber “İslam kenti” modelinden uzaklaşıldığını, bu düzenlemelerin sonucu olarak İstanbul’da 19. yüzyılda artık şehri saran isyanlar çıkmadığını anlatıyordu Yerasimos. Kent alışılmadık bir şekle bürünmüştü.

 

Tanzimat sonrası İstanbul’un dönüşümü, iktidarın Batılı kent aygıtını kullanarak şehrin kontrol ve gözetimini o zamana dek görülmemiş düzeyde ele geçirmesinin hikayesidir aynı zamanda. Günümüzün Sulukule, Tarlabaşı, Gülsuyu-Gülensu vb. mahallelerine yapılan müdahaleleri de Tanzimat’la başlayan bu dönüşümün bir devamı aslında. Yerasimos, 17 Mayıs 1839’da hazırlanan ve İstanbul’un o dönem en geniş caddesi olan Divanyolu’nun asgari yol genişliğinin 7,60 metreye çekilmek istendiği ilk resmî belgeyi bugüne dair bir kehanet olarak okur. Sakinlerinin ihtiyaçlarına ve bitimsiz müzakerelerine göre açılıp kapatılan, hareket halindeki İstanbul sokakları, yavaş yavaş yerini devlet otoritesinin en ufak noktasına kadar hükmetmeye çabaladığı daha sabit, aydınlatılmış ve genişletilmiş caddelere bırakır. Elbette Galata, Cihangir sokakları da son yüzyılda pek çok müdahale gördü; ama Fatih’in, Üsküdar’ın bazı bölgelerinde olduğu gibi burada da yer yer eski kıvrımlarını, darboğazları, çıkmaz sokakları koruyor.

 

Bir yandan salgın, diğer yandan bitmeyen polis müdahaleleriyle şiddete karşı yürüdüğümüz bu 25 Kasım neye benzeyecek bilemiyorum. Ama şunu biliyorum: feminist hareket, sembollerine sahip çıkmayı da, gerektiğinde esneyip, dağılıp, yeniden bir araya gelmeyi de çok iyi biliyor. Bu bilgi gökten değil, salgın da olsa savaş da, yürüyebilsek de yürüyemesek de, her şeye rağmen birlikteliği muhafaza etmenin tarihinden, hiç tanımadığın bir kadına sığınabileceğini hissetmekten geliyor. Şiddete karşı neşeyi örmekten. Hem tek başına bir ağaç hem de orman olabilmekten geliyor. 8 Mart’taki o pırıltılı pankartta salık verdiği gibi, aylardır her ümitsizliğe kapıldığımda o kalabalığı hatırlıyor, bu 25 Kasım’da hatıramıza, buluşmalarımızın ve hür bir geleceğin hayaline sarılıyorum. Kirpiğiniz yere düşmesin!

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

TARİH

YJames Baldwin’le Tanıştığım O Gün
James Baldwin’le Tanıştığım O Gün

Beni geri çektiği o yer ve zaman, makulen umabileceğim tek şeyin aldığım her davette ancak hizmet etmek için orada olabileceğimi söylüyordu.

MEYDAN

YEvet, Polisi Lağvedelim
Evet, Polisi Lağvedelim

Çünkü reformlar işe yaramayacak.

MEYDAN

YBiraz Sakinleşebilir Miyiz?
Biraz Sakinleşebilir Miyiz?

İnsanlar genelde beni felaket tellalı gibi görüyor, bana kızıyorlar. Felaket tellalı değilim ben. Eğer bakmazsan, değiştiremezsin. Gözünün içine bakacaksın.

MEYDAN

Yİçimde bir şeyler eriyor…
İçimde bir şeyler eriyor…

Tek bir ağacın kıymetini bilenlere, gölgesinde yan yana serilenlere...

Bir de bunlar var

Lamekan: Metalaşan Kentin Çöküşü
Beyoğlu’nun Çilesi
Kadınlar Hayatlarına Sahip Çıkıyor (Ocak-Haziran 2015)

Pin It on Pinterest