Jini kaybettiği sesini buldu ve umarım ben de…bir gün…

KÜLTÜR

Jini’nin Boynunu Sıkan Eller, Anoreksiyanın Bedenimi ve Duygularımı Sömüren Elleri

 

Bundan birkaç ay önce hayatımla ilgili ciddi bir karar vermem gerekiyordu. Uzun süre ikilemde kaldım. Düşündükçe işin içinden çıkamayacağımı anladım ve sonuç olarak karar verildi. Uygulandı. Tabii, bu değişiklikle birlikte mucizevi bir şekilde bakış açımın da değişeceğini, vücudumun çığlıklarına kulak verip anoreksiya mikrobunu defedeceğime inanıyordum. Ne yazık ki şimdilik yerimde sayıyor gibiyim. Böyle bir ruh hali içindeyken ve beynim işgal edilmişken, kitap çevirisine başlamak konusunda ciddi tereddütlerim vardı. Ya kitaba yeterince odaklanamazsam, aklımı veremezsem diye düşünmeden edemiyordum. Ama editör arkadaşımın incelemem için gönderdikleri arasında Güney Koreli yazar Cho’e Yun’un kitabını okuyunca, bütün tereddütlerim yok oldu ve bu kitabı çevirmekten başka şansım olmadığını hissettim.

 

Yayıma hazırladığım Yalnız Şehir’de olduğu gibi Yun’un cümlelerinde de yaşadıklarımla ve anoreksiyanın bana hissettirdikleriyle özdeşlikler vardı. Ama bu sefer çok daha kuvvetli, derin ve acımasızdı. Kitabı çevirmeye başlamadan baştan sona okumuş, çevirisiyle haşır neşir olduğum üç ay geçirmiş, çeviri metni yayınevine göndermeden önce iki kez okumuş ve nihayet basılmış kopyaları elime ulaşınca bir kez daha okumuştum. Hayır, baştaki hislerimde yanılmıyordum. Arada zoraki benzerlikler kurmamıştım. Yun’un anlattıklarında elbette herkes kendince farklı anlamlar bulacaktı ama küçük yaşlardan beri reklam filmlerinde oynayan, ailesinin üzerinden geçindiği Jini’nin, vücuduna, hislerine yabancılaşması ve hapsolduğu medyatik sahte dünyanın dayattıkları, anoreksiyayla birlikte yavaş yavaş kaybettiğim “bana” dair çok fazla şey söylüyordu.

 

Jini daha bebekken bir reklam şirketi tarafından keşfediliyor ve belini hiçbir zaman doğrultamamış ailesinin düze çıkması için bir umut (!) oluyor. O günden sonra da o ajanstan bu ajansa giderek geçiyor günleri. Daha çocukluğunda bir an geliyor ve sesini kaybediyor Jini. Konuşamıyor. Duyma yetisi zayıflıyor. Hayatında doğru dürüst bir kez kahkaha atabiliyor. Çok geride kalan o günden sonra Jini’nin gülümseyen suratı her zaman başka birinin kahkaha sesiyle kullanıldı. Jini yok gibi sanki. Vücudu dışarıdan etkilerle, dayatmalarla paramparça edilmiş. Hareketlerine, yürüyüşüne, yeme içmesine, saçına, kıyafetlerine hep başkaları karar veriyor. Ama ifadelerine ve tebessümüne kimse karışamıyor.

 

Jini’nin sesini kaybettiğini, dahası kitabın ilerleyen bölümlerinde sesini kaybetmesine neden olan olayı öğrendiğimde inanılmaz üzülmüştüm. Ben de uzun zamandır anoreksiyanın sesi altında kaybolan sesimi, düşüncelerimi ve duygularımı arıyorum. Bu blogu da arayışımın itkisiyle açmamış mıydım? İlk yazımı bunun hakkında yazmamış mıydım? Başta masumane bir şekilde “az, öz, sağlıklı beslendiğimi” ve vücudumu kontrol ettiğimi düşünürken, onu yavaş yavaş kaybettim, tüm benliğime yabancılaştım ve şimdi açlık tokluk hislerimi bile duyumsayamayacak kadar kendimden koptum.

 

Köpekbalığı. Yani Jini’nin erkek kardeşi. Ona yer yer –tamam çoğu yerde– kızdım, öfkelendim. Ama onun da yaralı olduğunu, dünyayla ve kendisiyle hesaplaşmasının ancak varlığını dünya üzerinden sildiğinde görüleceğini ve bu sırada etrafında kim varsa ezip geçmeden yapamayacağını anlamıştım. Onun Jini’nin vücudu üzerindeki tahakkümü beni çileden çıkarmıştı: Köpekbalığı kendini ‘bir Jini uzmanı’ olarak görüyor ve Jini’ye televizyonda göründüğü ya da kameraya alındığı her dakika için ödenecek miktarı; yüzünün ve vücudunun, reklam tekliflerinde arananlar listesinin birinci sırasındaki boynunun, ellerinin, ayaklarının, dirseklerinin hatta kulak kepçelerinin ederi… Jini’nin vücudundaki her kıvrımın bedeline sadece Köpekbalığı karar verir. Yıllardır tek yaptığı iş bu.

 

Anoreksiyam kendisini bir uzman olarak mı görüyor bilmem ama, üzerimde yarattığı tahribat, bitmek bilmez buyrukları ve her şeyime karar vermek istemesi onu gözümde Köpekbalığı kadar amansız bir şey yapıyor. Yaşadığım bu rahatsızlığı sanki benden apayrı bir şeymiş gibi anlatsam da aslında onun “ben” olduğumu biliyorum. Ama bu kesinlikle unutmak istediğim, değiştirmek ve dönüştürmek istediğim bir ben.

 

Denizkulağı’ndan bahsetmeden geçmek istemem. Ona karşı olan hislerim de Köpekbalığı’na karşı hissettiklerime benziyor ama Denizkulağı’nın bencilliği görünüşe göre Jini’ye sahip olana kadar hayatında istediği hiçbir şeyi elde edemeyişinden, Jini’ye ona zarar verecek kadar büyük bir bağla tutunmasından kaynaklanıyor. Bu da ister istemez bende ona karşı bir şefkat uyandırdı. Yine de şu sözlerini dert etmeden geçemediğimi hatırlıyorum:

 

Jini’yle sekiz yıl önce tanıştım ve Jini’yi bugün olduğu kişi yapmam altı yılımı aldı. Bu ailede kimse aksini söyleyemez. Jini’nin hamuruna karışan tutkuyu, acıyı, ıstırabı ve mutluluğu kimse bilmez. Bunların hepsi benim; ve benim, sadece benim oldukları gerçeği varlık sebebimi oluşturuyor. … Jini benim ailem ve evrenim, o benim işim, aşkım, çocuğum. Yaratmanın mutluluğunu bilirim. Jini tüm mutluluğumun kaynağı.

 

Ya da şu sözleri:

Jini’yi ilk gördüğümde, parıldayan gülümseyişiyle bu küçük kızın içindeki ünlü çocuk modeli fark etmem çok zaman almadı.

 

Jini’yle kurduğu ilişkiyi bu şekilde anlatıyor Denizkulağı. Öte yandan, kendisiyle birlikte tüm ailenin Jini’de yarattığı zararın da farkında. Rüyalarımda bazen hepimiz –Köpekbalığı, Denizyıldızı, Deniz Yosunu ve ben– Jini’nin vücuduyla beslenen etoburlara dönüşüyoruz.

 

Denizkulağı, büyük emek harcayarak yarattığı Jini’den memnun, ona delicesine bağlı. Jini’nin, dokunduğu her şeye can verdiğini, neşe kattığını söylüyor. Ama Jini’nin kendisi için yaratılan kimlikten, sabahtan akşama kadar planlar ekseninde yürüttüğü hayatından ve medyatik olmaktan nefret ettiği, huzur bulamadığı çok açık. Anoreksiyayla birlikte eski Burcu yerine başka bir Burcu koyduğumu biliyorum. Ama bu benim olmaktan nefret ettiğim bir Burcu ve beni senelerdir sömürüyor. Denizkulağı Jini’yi bencilce de olsa seviyor belki, ama anoreksiyanın beni bir gıdım olsun sevdiğinden çok şüpheliyim…

 

Jini’nin her şeyi arkasında bırakarak evi terk etmesi ve yolculuğa çıkması kendini bulması açısından hayati bir nokta. Ve buna tam olarak denize dalış yaptığı bir reklam çekiminde karar veriyor. Yazar, Jini’nin dalışını ikinci kez ana rahmine düşer gibi, diye tanımlıyor; denizin rengi, sıcaklığı onun için ikinci rahim oluyor. Artık denizi takip edecek ve yeniden doğup denizin, dağların, kokuların arasında yeniden büyüyecek. Bu noktada kitaptaki kahramanların takma isimleri de bu yeni dünyayı tamamlıyor.

 

 

Jini varlığıyla da yokluğuyla da etrafındaki insanları etkiliyor ve onları değiştiriyor. Kaybettiği sesine kavuşmak için çıktığı yolculukta kendisini akışkan, şeffaf bir varlığa, maddi değerlerden arınmış bir hale dönüştürürken, ailesi ve Jini’yi bir kez – o da bir dakika – denizde görmesiyle tüm hayatı alabora olan Akrepbalığı da kendi yolculuklarına çıkıyorlar. Üstelik Akrepbalığı ve Denizkulağı yoldaş oluyorlar ve Jini’nin peşine düşüyorlar, kayıp Jini’yi şehir şehir arıyorlar. Akrepbalığı ve Denizkulağı birbirinden çok uzak iki kişilik, ortak noktaları –Jini dışında– hiç yok ve birbirlerinin çoğu davranışına tahammül edemiyorlar. Yine de, Denizkulağı, Jini hakkında en içten, hesapsız ve mütevazı konuşmalarını Akrepbalığı’yla birlikteyken, ona Jini’yi anlatırken yapıyor. Jini “model Jini” olmaktan çıkıyor ve Denizkulağı belki de ilk kez birine Jini’yi “değeri” üzerinden değil de kendisine hissettirdiği duygularla anlatıyor. Çünkü karşısındaki adam da bu Jini’yi öğrenmek istiyor.

 

Jini’nin bir de kız kardeşi var. Denizyıldızı. Kitabı çevirirken kendimi en yakın hissettiğim kişi o oldu. O da Jini’yi sömüren çarkın bir parçası. Hem de esaslı bir parçası. Ama çocukluğundan beri Jini’nin gölgesi olmaya itilmiş bu genç kadın da aslında bir türlü kendi olamamış. Kendini hep Jini’nin suretinde bulmuş ve bunun yüküyle yaşamaya çalışmış. Bu hayat da onu zalim, acımasız biri yapmış. Yine de içlerinde en dürüstü, sözünü en sakınmadan söyleyeni oydu. Ah, bir de hayata karşı alaycı tutumu ve umursamazlığı benim hep özendiğim ama başaramadığım bir şey olduğundan onun anlatıcı olduğu bölümleri çevirmek çok keyifliydi. Jini’nin yolculuğa çıkması Denizyıldızı’nın da kendini bulmasını sağlıyor. Mesela Jini’nin gidişi ardından şöyle diyor: Nasıl anlatsam? Sanki kollarım ağrıyana kadar bir yük taşımışım da onu yere koymuşum gibi; ama bu durum aynı zamanda beni amaçsız bıraktı. O gece, sabaha kadar araba sürdüm. Ardından kendimi biraz daha iyi hissediyordum. Denizyıldızı’nın dönüşümünde en garip çekici nokta, aslında kendini ikinci bir Jini olarak yarattığında bulması. Evet, Jini’nin sureti olmaktan uzaklaşıyor uzaklaşmasına ama bunu yeni bir Jini olarak, onun hayatını, rolünü üstlenerek yapıyor. Jini’ye zorla dayatılan hayatta kendini keşfediyor.

 

Jini bir istasyondan diğerine gidiyor. Hangi trene bindiğinin ya da trenin hangi şehre gittiğinin bir önemi yok. Yeter ki sahile yakın olsun. O zaten trenden inip denize ulaşıncaya kadar sahilde uzun uzun yürümesi gerektiğini biliyor. Ve bundan da şikâyetçi değil. Çünkü dik bir tepede görünen ışığa doğru çıktığı bu yolculuğun sonunda sesini, duygularını, kaybettiği belki de hiç keşfedemediği benliğini bulacağını biliyor. Bindiği hiçbir trende –bunun nasıl olduğuna akıl sır ermese de– insanların dikkatini üzerinde toplamamayı başarıyor, hem de makyajı ve dolabındaki kıyafetler olmadan güzelliği daha fazla göze çarparken. … Artık neredeyse unutmuş olduğu bir hale geri dönme sürecinde ifadesinden yürüyüşüne, mimiklerinden tenine kadar her şey değişmeye başlamış olabilirdi, yavaş yavaş.

 

Küçük model Jini olarak kendisine biçilen hayatta öğrendiklerini bir bir içinden atması ve neredeyse unutmuş olduğu haline dönme süreci elbette ki kolay olmayacaktır.

 

Uyku, yemek, dinlenme, yürüme hatta nefes alma gibi konularda bedenini eğitmek için uzun bir sürede öğrenmiş olduğu kurallar kitabını unutmaya ya da kaybetmeye başladı, yine yavaş yavaş. Bedenini kontrol etmek için uygulanan onca kuralı terk etti, tek tek. Gecelik kiraladığı bir pansiyon odasında güneş ışığı yoğun bir şekilde pencerelerden içeri sızana kadar, uzun zamandan beri ilk kez korkmadan ve endişe duymadan uyumaya devam etti ve bazı akşamlar oldu ki tüm gün odada ne yaptığını hiç hatırlamadı. Gözlerini ancak istediği zaman açtı ve keyfine göre yattı, yürüdü, oturdu. Kalbinin atışını hissetmek için koşarken takılıp düştü ya da engebeli ve boş bir dağ yolunu cesaretle tırmandı, bunları yaparken bedeninin uğrayabileceği hiçbir değişim gözünü korkutmadı.

 

Bedenin kuralları yıllar içinde edinilmişti ve elbette birden unutulmuyordu. Mesela sol ayağını öne atarken nefes vermesi gerektiği yönündeki eski, saplantılı fikirden kurtulması doğrusu biraz zaman aldı. Ne zamandır ilk defa kendini kısıtlamadan yedi ve çiğ şeyleri yutarak mest olduğunda bu hisse hiçbir şüpheye kapılmadan kucak açtı. Buharda pişmiş sebzelere, haşlama ete veya balığa alışmış bünyesi biraz direndi ama bedeninin yeni yeme biçimine uyum sağlaması çok zaman almadı. Ne tuhaftı, etrafındakilerin korktuğu hiçbir şey başına gelmedi. Vücudu korkunç bir değişim geçirmedi ya da derisi sertleşmedi; ne saçları kabardı ne de nefes alamayacak kadar şişmanladı. Ama o öyle ya da böyle bir değişiklik, yeni bir yaşamın habercisi olacak bir şeyi bekliyordu.

 

Kitaptan uzun ama gerekli bir alıntı. Kitabın yazarı Cho’e Yun’un bu sağduyulu cümleleri özellikle yeme bozuklukları olan kişileri düşünüp yazdığını sanmam ama edebiyatın güzelliği de burada değil mi; hepimiz kendi yaşadıklarımız ve deneyimlerimize göre ondan farklı farklı anlamlar çıkarıyoruz. Açıkçası kitaptaki daha pek çok yerde olduğu gibi yukarıdaki cümleleri okurken de, içinde çalkalanıp durduğum girdabı düşündüm ve bundan nasıl çıkacağımı. Sanki her okuduğum bana seslenmek, aklımı başıma getirmek, dahası cesaretlendirmek için yazılmıştı.

 

Değişiklik. Anahtar kelime buydu belki. Akışkanlık. Devinim.

 

İstekleri her gün, her an bu şekilde değişiyordu ve çoğunlukla daha bir dakika önce ona söz geçiren isteğin ne olduğunu hatırlamıyordu. Bazen garip bir his onu ele geçiriyordu ve işte o zaman dileği her neyse istediği zaman geri çağırabiliyordu. Gözlerini kapadığında deniz olabiliyordu ve bazen bunu arzulamasa bile bir dağ oldu.

 

Hem psikoloğumla yaptığım görüşmelerde hem de kendime seslenişlerimde hep söylediğim bir şey vardı: Beynime yıllardır kazınan derin patikaları nasıl yok edeceğim? Artık şöyle soruyorum: Beynime yıllardır kazınan derin patikaların yönünü nasıl değiştireceğim, onları nasıl ters yüz edeceğim? Anoreksiyayla birlikte edindiğim davranışları, alışkanlık ve düşünceleri bir anda olduğu gibi yok edip yerlerine daha iyilerini getiremeyeceğimi artık anladım. Bilinçaltınızda bu kadar kolay çalışamıyorsunuz. Ama değiştirebilir miyim? Daha doğrusu dönüştürebilir miyim? Bunun mümkün olduğunu söylüyorlar ve ben de böyle olduğuna inanmak istiyorum. Ama bazen… hayır, çoğu zaman o patikaların yönlerini değiştirmektense daha da sağlamlaştırdığımı hissedip korkuyorum. Kitaptan yaptığım bu alıntılar (ve bu yazıda yer veremediğim daha pek çokları) benim destekçim oldular. Hepsinin tek tek kitaptaki yerleri renkli yapışkan kâğıtlarla kolayca bulunacak şekilde işaretlendi; bilgisayarıma, telefonuma ve defterlere notlar halinde yazıldı. Korkularımı azaltsınlar, kaygılarımı gidermeme ve o patikalardan uzaklaşma cesaretini göstermeme yardımcı olsunlar diye.

 

Anoreksiya nervoza gibi yeme bozukluklarının temelinde ciddi travmaların, mükemmeliyetçi kişilik yapısının, ailenizle olan ilişkiniz gibi etmenlerin yattığını biliyorum. Anoreksiyamı hep başka bir olayın, yeme bozukluğundan daha önce yaşadığım bir durumun, bilinçaltıma işlenmiş herhangi bir sözün sonucu olarak gördüm. Hâlâ da öyle olduğunu düşünüyorum. Bir yerde, bir şekilde hissettiğim yetersizliği (bu kendimle ilgili ve çevremdeki insanlarla ilgili olabilir), az yiyerek “işte bunda başarılıyım” diyebildiğim için yaptığımı düşünüyorum. O zaman, o daha kökteki şeyle, kendimle, başkalarıyla hesaplaşmam ve affetmem gerekiyor. Unutmam gerekiyor. Jini de ne zaman ki bunu başarabiliyor, artık geriye dönüp bakmanın, eve dönüp ailesinden hesap sormanın boşa olduğunu anlıyor. Çünkü artık buna ihtiyacı yok, o kendini ve aradığı huzuru buluyor.

 

Başını alıp gitti ve aldığı yol kadar kayboldu. İçinde berbat bir duygu çalkantısına sebep olan ne kadar karanlık, korkutucu, acı verici, merhametsiz ve mutsuz anı varsa hepsini zihninden kovdu, gerçi bu anılar o kadar kötüydü ki yolculuğunu bitirip geri dönmeyi ve onlarla sonuna kadar yüzleşmeyi aklından geçirmedi değil. Ama geçmişinden kurtulmuştu ve kimse onu bir zamanlar televizyonda ya da şehirlerdeki elektronik ekranlarda, gazetelerde ve magazin sayfalarında çıkan ‘Model Jini’ olarak görmeyecek, kendini dönüştürme konusunda üstün yetenek saymayacaktı; onunkisi artık gizemli, artık insani tanımların dışında ve artık soluk bir güzellikti.

 

Jini aradığı yeri buluyor. Küçük bir kasaba. Meydanda ufak bir çeşme. Her gün çeşmenin başına geliyor, mermere oturup güneşin keyfini çıkarıyor. Vücudu ışığa doyduğunda kalkıyor ve dans etmeye başlıyor. Dansında denizin kokusu, rüzgârın uğultusu, dağların yankısı, kendi özlemleri, kederi, mutluluğu; her şey var. Neyi isterse onu çağırıyor; dansı sözsüz bir dil olup insanlar arasında yayılıyor. Jini nasıl dansıyla kendi isteklerini anlatıyorsa, onu izleyenler de hareketlerinden kendi duymak istediklerini duyuyorlar. Yaşlıların gözünde, mesela, Korkmayın. Sıradaki dünyaya huzur içinde, uyur gibi, gökte uçar gibi geçeceksiniz, diyor sanki Jini. Ya da onu izleyen yaşıtı genç kadınlara hareketleriyle, Kendinizi görmüyorsunuz, uzaklaşın ki hiçbir sıkıntı size ulaşamasın mesajı veriyor gibi.

 

Jini sesini tekrar bulduğunda o incecik, narin boynunu yıllardır sıkan ellerden de kurtuluyor. Evet, Jini’nin boynunu sıkan bir sürü el var. Köpekbalığı’nın elleri, annesinin elleri, eller eller. Ne zaman sesini yeniden çıkarmaya çalıştıysa, sonradan birçok kez tekrarlanacak o geceki olayı hatırlıyor. O geceden hatırladığı şey sırayla boynunu sıkan ellerin dokunuşuydu. İncecik uzun boynu bir süre katlanmıştı. Konuşmayı bırakmasına neden olacak kadar uzun bir süre. Dokuz yaşındaki kız kendisini bekleyen dünyada sözcüklerinin gereksiz olacağını söyleyen labirentimsi zamanı bir kerede yuttu. … Bulanık bir sisin ardından ortaya çıkan o geceki olayın anısından kendini tamamen kurtardı. Jini’nin boynuna sarılan elleri gerçekmiş gibi de okuyabilirsiniz, değerini biçip üzerinden para kazanan kişilerin sömürüsü olarak da okuyabilirsiniz. Ben her iki anlamda da okuyorum. Yani, dokuz yaşındaki kız çocuğunun boynuna bir gece eller dolanmıştı ve sıkmışlar sıkmışlardı çünkü savunmasız bir şeyi ezmenin verdiği garip hazzı duymak istemişlerdi. Jini’nin kaybolan sesiyle kendi sesimi arayışım arasındaki benzerlik kadar onun boynuna sarılan eller de beni aynı derece etkilemiş, hırpalamıştı. Anoreksiyanın güvenli limanım olmadığını uzun zaman önce kabul ettim ama yine de ondan bir türlü uzaklaşamıyorum ve üzerimde yarattığı his göğüs sıkışmasından farksız. Bahsettiğim metaforik bir şey değil; her gün birçok kez onun üzerime oturup göğsümü ve midemi olanca kuvvetiyle sıktığını hissediyorum ve nefes alamamaktan korkuyorum.

 

Bu uzun uzun yazıda kitabın Türkçe adını hiç kullanmadım. Kitap Manken adıyla basıldı. Kapak tasarımı içinse Jini’nin sanki ikinci kez ana rahmine düşermiş gibi denize daldığı, vücudunun denizle, engin mavilikle bütünleştiği o andan esinlenildi. (Kapak tasarımcısına teşekkürler.) Anoreksiya nervoza için “manken hastalığı” diyenler var. Ben bu adlandırmadan çok rahatsızım. Yeme bozukluklarına karşı tamamen yanlış, eksik bir algıyla yaklaşılmasının, özellikle anoreksi hastalarının tek derdini zayıflık takıntısı gibi göstermeye çalışmanın sonucu olarak görüyorum bu ismi. Hâlbuki yeme bozuklukları kilo saplantısının çok ötesinde nedenlerden kaynaklanıyor ve altını eşeledikçe nelerle karşılaşıldığını tahmin edemezsiniz. Yine de, Manken ismi bu kitaba çok yakıştı. Jini’nin bizi de peşinden sürüklediği yolculukta, hayata şanssız başlayan bir çocuk mankenin, boynunu sıkan tüm ellerden kurtulduğunu, bunu kin nefret gütmeden, intikam hırsıyla dolmadan aksine merhamet duygusuyla yapabildiğini görmek en azından bana umut veriyor. Zaten dünyanın sürekli devinim halinde olduğunu söyleyen kitapta da şöyle sormuyor mu: Böyle bir devinim varken umut etmekten nasıl vazgeçilebilir?

 

Son sözüm bu kitabı sanki durumumu, hislerimi bilirmiş gibi bana öneren ve çeviri süreci boyunca desteğini hep hissettiğim editör arkadaşıma: Sana kocaman teşekkür ediyorum!

 

(Yazıda italikle belirttiğim her cümle Cho’e Yun’un Manken kitabından alıntıdır.)

 

 

Ana görsel: Michaël Borremans, Otomat (I), 2008

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YYalnızlık Güvenli Bir Sığınak mı Kırıp Atamadığımız Bir Buz Kalıbı mı?
Yalnızlık Güvenli Bir Sığınak mı Kırıp Atamadığımız Bir Buz Kalıbı mı?

Yeme bozuklukları yaşayanlar arasındaki ölüm oranı azımsanmayacak kadar yüksek ve hastaların çoğu zayıflıktan ya da fiziksel anomaliliklerden değil, intihar yüzünden hayatlarını kaybediyor.

KÜLTÜR

YCinsel İstismar, Sessizlik ve Virginia Woolf’un Yaktığı Işık
Cinsel İstismar, Sessizlik ve Virginia Woolf’un Yaktığı Işık

Böyle bir tepkiden sonra ben de diğer birçok kadın gibi düşündüm: Cinsel istismar kendi sorunumdu, çok büyük ihtimalle ben uydurmuştum ve bunu dile getirmek başlı başına bir hataydı.

Bir de bunlar var

Erkek Öfkesi Neden Bu Kadar Ürkütücü?
Edebi İşkencenin Elli Türü
Nilüfer Yiyenler ile Uzaktan Bakanların Bataklığı

Pin It on Pinterest