Yeme bozuklukları yaşayanlar arasındaki ölüm oranı azımsanmayacak kadar yüksek ve hastaların çoğu zayıflıktan ya da fiziksel anomaliliklerden değil, intihar yüzünden hayatlarını kaybediyor.

KÜLTÜR

Yalnızlık Güvenli Bir Sığınak mı Kırıp Atamadığımız Bir Buz Kalıbı mı?

 

Daha öncesinde de çeşitli kitaplarda birlikte çalıştığımız yayınevinden 2017’nin 5 Aralık günü bir e-posta aldım. Kurgu dışı yeni bir kitap yayımlayacaklardı ve yayınevi editörü redaksiyonu için kitabı bana önermişti.

 

Dosyayı açtım. Kitap daha isminden beni yakalamıştı sanırım: Lonely City: Adventures in the Art of Being Alone / Yalnız Şehir: Yalnız Olma Sanatında Maceralar

 

Normalde, kabul etmeden önce kitap hakkında yabancı kaynakların kitap eklerinde çıkan incelemeleri okur, genel bir fikir edinmeye çalışır, yazarı hakkında biraz araştırma yapar ve son olarak asıl metnin ilk 40-50 sayfasını okurum. Çeviri dosyasına göz atmayı da ihmal etmem.

 

‘Ben bana yeterim, yalnızlık gibisi var mı, oh kafam rahat işte’ şeklindeki düşüncelerim, içinde bulunduğum ruh hali ve hastalığım yüzünden o sıralarda sarsılmaya başlamıştı. Hâlbuki uzun zamandır kimseden yardım istememeyi, her şeyi tek başıma, danışmadan, kendi bildiğim gibi yapmayı huy edinmiştim. Ama bunun körü körüne inatçılıktan ya da çevremdekilerin düşüncelerine önem vermediğimden böyle olduğunu söylesem, kendime haksızlık ederim gibime geliyor. Daha çok, hastalığımın vücudumda ve ruhumda yarattığı bariz zayıflığı ve kırılganlığı yadsıma yoluydu bu. ‘Her şey yolunda’ mesajı veriyordum kendime. Ya da zihnimdeki hastalıklı ses, anoreksiya nervozanın sesi, beni buna inandırıyordu.

 

Terapilerimin de etkisiyle ‘yalnızlık’, ‘kontrolü elden bırakma’, ‘güven’, ‘destek’, ‘bağ’, ‘aile’ gibi kavramları yeniden keşfetmeye başlamıştım ve İstanbul’un en kaotik yerlerinden birinde tek başıma yaşamak, eve gelip duvarlarla karşılaşmak, kalabalıklar, sesler, her şey ama her şey artık daha zor geliyordu. Kendimi korkunç derecede yalnız hissetmeye başlamıştım.

 

İşte kitabın adı tam da bu nedenle beni kıskıvrak yakaladı sanırım.

 

Sonra kitap incelemelerine göz atmak için internete yöneldim ve genellikle yaptığım gibi the Guardian’daki metinlere göz atmaya başladım. Yazılardan biri oldukça ilgimi çekti. Epey uzundu ve oldukça öznel, kurgusal bir üslupla yazılmıştı. İncelemenin yazarına da dikkat etmemiştim. Neyse, okumaya başladım. Uzadıkça uzuyor, sonu gelmiyordu ve ben de hiç bitsin istemiyordum. Ama bir taraftan da okuduğumun nasıl bir kitap incelemesi olduğunu düşünüyordum. Sanki kitaptan bir parça… Ah, tabii ya. Başta yazara dikkat etseydim, bunun kitaptan uzun bir parça olduğunu fark edecektim.

 

Yazıyı okumayı bitirdim. Artık başka yorumlara gerek yoktu. Evet, ben bu kitabı yayıma hazırlamak istiyordum kesinlikle. Normalde bana gönderilen çeviri dosyasından da bölümler okuyup çevirinin genel durumunu anlamaya çalışmak gibi bir âdetim vardır ama bu sefer onu da yapmadım. Ne olursa olsun, bu kitabı kabul edecek ve ortaya güzel bir iş çıkarmak için elimden geleni yapacaktım.

 

Olivia Laing’in sanatla, yalnızlıkla, kalabalıklarla, toplumun dışladığı ve yalnızlaştırdığı sanatçılar ve onların muhteşem sanatlarıyla örülü bu kitabı üzerine elbette söylenecek çok şey var. Ama ben burada kitapla birlikte benim için yeni açılımlar kazanan yalnızlık duygusuna ve Laing’in izini sürdüğü, toplum tarafından ötekileştirilmiş sanatçılar ile kendi hastalığım arasında hissettiğim kimi benzer duygulara yer vereceğim.

 

Laing, yalnızlık hissini, yalnızlığı körükleyen ve bağ kurmamızı engelleyen durumları hem kendi yalnızlığı hem de Andy Warhol, David Wojnarowicz, David Hopper gibi sanatçıların eserlerindeki yalnızlık teması üzerinden keşfediyor. Yani, bu kitapta baştan beri çift katmanlı bir yalnızlık vurgusu yapılıyor. Hem sanatçıların yapıtlarına yansıttıkları, belki kendi yalnızlıkları, belki yaşadıkları şehirlerin –New York, Chicago, Manhattan– yalnızlıkları, hem de Laing’in kendi yalnızlığı. Yazar, yalnızlığın utanç verici bir şey olarak gösterildiğini, bunun yalnız kişiyi daha da yalnızlaştırdığını, sosyal bağlar kurmadaki çekingenliğini daha da arttırdığını savunuyordu. Sonrasında ise aynı bir hastalık gibi yayılıyordu insanın benliğine, tüm sinsiliğiyle. Önüne engel koyamadığınızda, yalnızlık, aynı Laing’in söylediği gibi, adeta bir buz kütlesi olup sizi sarıyor; hem güvenli sığınağınız oluyor hem de bir türlü kırıp atamadığınız kalıbınız.

 

Aşağıdaki paragraf, içimde kımıl kımıl eden ama bir türlü açıklayamadığım duyguları ne de güzel anlatmıştı. Yüzüme vurmuştu hatta:

“Yalnızlığın açığa çıkması, o her zaman mevcut ve asla cevabı bulunamayan, insanların sahip olması gereken bir şeyin bende olmadığı hissi ve bunların nedeninin şüphesiz benim birey olarak başarısız olmam ile alakalı olması: tüm bunlar yani basitçe istenmemenin getirdiği hoş karşılanmayan bu sonuçlar, son zamanlarda kendilerini iyice belli etti.” (Kitaptan, 22)

 

Yalnızlığın açığa çıkması… Bağ kuramama; yalnız olmanın hissettirdiği endişe, korku ve utanç; ama aynı zamanda da insanlara açılmaktan, yaklaşmaktan, anlatmaktan ve dinlemekten kaçmak. Hissettiklerim. Anoreksiya nervozanın beynimde yarattığı baskı ve tahribat beni kurtulmak için deli gibi çırpındığım alışkanlıkların içine her gün biraz daha fazla çekerken, kurallarımı yeni ve daha ‘zorlu’ kurallarla zenginleştirirken(!), böyle bir hayatı istemediğimi, saklanarak, saklayarak, gizleyerek bir yaşam sürdüremeyeceğimi de biliyordum. Biliyordum bilmesine ama değişmek için doğru düzgün bir adım da atmıyordum, atamıyordum. Tek başıma olmayacaktı, hastalıklı düşüncelerim ve alışkanlıklarım o kadar uzun zamandır hayatıma yön veriyordu ki, onları bir anda silip atmak imkânsızdı; hastalığımdan vazgeçersem kimliksiz, kimsesiz, amaçsız kalacakmışım gibi hissediyordum.

 

Ama bir taraftan da bunun sahte bir kimlik olduğunu ve bana kötü şeyler yaptırdığını bal gibi biliyordum. Hastalığım boyunca bu çelişkiyi yaşadım hep. Beynimin bir tarafında daha sakin ve mantıklı olan Burcu’nun sesi, diğer tarafında da kendimi sürekli sınamam gerektiğini söyleyen ve hedefler koymakta sınır tanımayan, en sonunda da her türlü başarısızlığı, olumsuzluğu ve kaygıyı vücudumu beslememekle ilişkilendiren o korkunç ses vardı. İkisi durmadan savaşıyor, olansa bana ve akıp giden hayatıma, gittikçe uzaklaştığım hayallerime oluyordu. Yine de değiştirmek için bir şey yapamıyor, yardım istemeye karar verdiğimde ise hemen vazgeçiyordum. Beni anlamayacaktı kimse. Kimse. Kimse.

 

“…çoğunlukla buzun içinde ya da camdan duvarlar arasında hapsolmuş gibi hissediyordum. Çok net bir şekilde her şeyi görebiliyordum ancak kendimi kurtaramıyor ya da arzuladığım irtibatı kuramıyordum.” (kitaptan, 33)

 

Yeme bozukluğu olan hastalar ile bu rahatsızlığın hiçbir çeşidini yaşamamış, medyadan, çevreden duydukları kadarını bilenler arasında garip, zor bir ilişki var. Yeme bozuklukları çeşit çeşit ve her tipin semptomları birbirinin içine geçmiş durumda görülebiliyor. Yani, tıkanırcasına yeme bozukluğu olan biri kendini suçlu hissederek zaman zaman yemekten kaçınabiliyor. Ya da sağlıklı beslenme takıntısı olan birinde bu durum zamanla tükettiği yiyeceklerin giderek kısıtlanmasına ve bende olduğu gibi yemeyi kısıtlayıcı anoreksiya nervoza türünün meydana çıkmasına neden olabiliyor. Yine de her yeme bozukluğunun belli başlı ortak noktaları olduğu biliniyor. Kişiye kontrol edebileceği bir alan sunuyorlar. Onu hayatındaki ve çevresindeki olumsuzluklara karşı hissizleştirip vücudu ve neyi yiyip yememesi gerektiği üzerinde bir kontrol alanı kurmasını sağlıyorlar. Kendi durumumdan pay çıkararak söyleyebilirim ki, kesinlikle asosyalleştiriyor, ilişki kurma yeteneğinizi zayıflatıyor, hastalığınız ve alışkanlıklarınızı gizlemek zorlaştıkça daha fazla içinize, yalnızlığınıza çekiliyorsunuz. Ama mutlu oluyor musunuz? İstediğiniz bu mu? İşte ben bunları ilk defa, Laing’in, yalnızlığın sarmal gibi büyüyen bir şey olduğu, başta kişinin tercihi gibi görünen yalnızlığın zamanla delip geçmesi imkânsız bir tabakaya dönüştüğünü söylediği şu cümlelerinden sonra düşünmeye başladım:

 

“İnsan yalnızlaştıkça sosyal akımlarda yönünü bulmada da bir o kadar zorlanır. Yalnızlık etraflarında küf ya da kürk gibi büyür, teması engelleyen koruyucu bir tabaka oluşur ve o temas ne kadar şiddetli bir şekilde arzulanırsa arzulansın, o tabakayı delip geçmek imkânsızlaşır. Yalnızlık birikerek artar, kendini büyütür ve yeniler. Temas edildi mi, koparılıp atılması hiç kolay değildir.” (Kitaptan, 35)

 

Aileme, doktorlarıma, çevremde bana değer verdiğini ve yardım etmek için ellerinden geleni yapacaklarını hissettiğim herkese, “kafamda böyle bir ses var, bana istemediğim şeyler –vücuduma ve ruhuma zarar veren şeyler– yaptırtıyor ama ben onu bir türlü susturamıyorum. Yaptığım hiçbir şeyi yeterli bulmuyorum, kendimi aciz, başarısız ve hayal kırıklığı olarak hissediyorum. Sanki, sanki iyileşmeye hakkım yokmuş gibi geliyor,” demek istiyordum. Ama beni anlamaları için çok büyük bir sabır ve empati gücü gerekiyordu. Çevremdeki kişilerin hangisinde ya da hangilerinde vardı bu? Onlardan bunu istemek hakkım mıydı? Sonuç olarak, uzunca bir süre konuşmamayı seçtim. Laing gibi: “Benim verdiğim karar ise gıkımı çıkarmamaktı. Oysa bazen birinin kolundan tutup her şeyi yumurtlamak, Ondine gibi içimi dökmek, meraklı gözlerin incelemesi için her şeyi açmak geliyordu içimden.” (Kitaptan, 79)

 

İki seçenek vardı yani önümde. Ya, reddedilmeyi göze alamayacaktım ya da ‘farklı, anormal, hasta’ görülmek pahasına içimdeki her şeyi patır patır dökecektim, yardım isteyecektim ve bu belki de hissettiğim yalnızlığı azaltacaktı. Çünkü takıntılarımı, utançlarımı ve yaralarımı ortaya döktükçe hastalığımın irtibat kurmamı engelleyen taraflarını da paylaşmış olacaktım. Ama işte anlaşılmama, reddedilme, daha da kötüsü hastalığımdan dolayı suçlu tutulma riski vardı. Öyle ya, bu hastalığın çoğu insan için psikolojik bir rahatsızlık olmasıyla ilgisi yoktu; zayıflık takıntısı olan insanların yemek yememesi. İşte bu kadar. Çözümse basitti: Çok yemek ye, kilo alırsın.

 

Ama ben susup hastalığıma daha fazla sarılmaktan vazgeçmeye karar verdim. Önce terapistimle açık açık konuşmaya başladım. En azından kendime neyi itiraf ettiysem, neyi ne kadar keşfedebildiysem her şeyi anlattım. Sonra anneme, babama. Birkaç arkadaşıma. Ve yazmaya başladım.

 

İşte, bir kez teması engelleyen korunaklı alanımı, duvarlarımı yıkmaya başladıktan sonra hastalığımla ve kafamdaki sesle daha kolay yüzleşir oldum. İtiraf ettikçe, paylaşmak, konuşmak, daha fazla konuşmak istedim. Ve ben anlattıkça aslında desteğe hazır, düşüncelerimi ve yaptıklarımı yargılamadan yardımcı olmak isteyen insanlar olduğunu anladım.

 

Bu cümleleri yazarken, hâlâ anoreksiya nervozanın o bezdirici baskısı altındayım. Ama beni mutsuz eden, kontrol mekanizmamı tetikleyen ve hastalıklı düşüncelerimi çoğaltan durumları kabul ettim ve en önemlisi her şeyi tek başıma yapamayacağımı anladım. Destek aramaktan ve hastalığımdan artık eskisi kadar utanmıyorum. Sanırım, önce kendime ve ruhuma bakmak gerekiyordu. Kendimi anlamak bu hastalığın panzehrini oluşturan ilk damlaydı sanki.

 

Laing başta David Hopper, Andy Warhol, Henry Darger ve David Wojnarowicz olmak üzere birçok sanatçının gerek özel hayatları gerek eserleri üzerinden yalnızlığı nasıl ele aldığının keşfine çıkıyor. Bu süreçte aslında kendi yalnızlığını, ondan korkmamayı ve bunun utanılacak bir yara olmadığını kabullenmeyi de öğreniyor.

 

Kitapta özellikle David Wojnarowicz’le ilgili olan bölümlerden çok etkilendim. Çocukluğu, homoseksüelliğinden dolayı toplum tarafından ötekileştirilmesi, sokaklarda yatması, aç kalması… Çoğunlukla tek gecelik olan ilişkilerinde bile bir yakınlık, bağlanma isteği duyması ve birlikte olduğu erkeklerle tekrardan karşılaştığını hayal etmesi. Kendine yalnızlığını azaltan bir dünya yaratmak istemesi. Wojnarowicz’in sanatında, yüzüne Arthur Rimbaud maskeleri takarak özellikle New York’un kuşatıcı, kalabalık ama yalnız hissettiren terminallerinde, metro duraklarında, film tabelalarının altında çektiği fotoğraflar var. Laing’in görsellerdeki maskeler ile yalnızlık, gizlenme, saklanma ve reddedilme ihtimalinin azalması arasında kurduğu ilişki hem kendimizden hem etrafımızdan gizlemek istediğimiz kimlikleri aklıma getirdi. Maskeler bir taraftan görülme yükünden kurtarıyor ve kişiye bu açıdan bir çeşit özgürlük sağlıyor. Öte taraftan da maskelerin korkutucu, uzaklaştırıcı olmakla özdeşleştirildiğini de gözden kaçırmamak gerekiyor Laing’e göre. Zaten çoğu filmde maskeler ardına gizlenmiş katillerin ve kötü karakterlerin aslında yalnız, toplum tarafından dışlanmış ve mutluluğu yaşamamış kişiler olması da tesadüf değil.

 

Kendi maskemi hatta maskelerimi düşündüm. Laing’in maskeler ve saklamak istediklerimizle kurduğu ilişki anoreksiya nervozanın da zorunlu olarak takılan bir maske olduğunu hissettirdi bana. Ona hep ‘kafamdaki ses’, ‘kötü tarafım’, ‘O’, ‘diğer tarafım’, ‘beynimin diğer yanı’ gibi isimler takmıştım ama maske olarak düşünmemiştim sanırım. Düşündükçe, hastalığımın iki katmanlı bir maske gibi olduğuna inanmaya başladım. Birinci katmanda daha çok gerçekte kim olduğunuzu unutturan, kimliğinizi kontrolüne alıp size ikinci bir kimlik kazandıran maske; ikinci katmandaysa hastalığın derinliklerine iyice çekilip kendinize kurallar ve alışkanlıklardan örülü bir hayat kurduğunuzda karşınızdaki insanlara karşı takmak zorunda kaldığınız maske var. En azından bende böyle olmuş gibi duruyor.

 

Wojnarowicz objektifin karşısında olmadığında Rimbaud maskelerini çıkarıyordu belki. Peki, ben maskemi ya da maskelerimi ne kadar çıkarabiliyorum? Yalnız kaldığımda, etrafımda beni gözleyen kimse olmadığında gerçek kimliğimi görebiliyor muyum, onu duyabiliyor muyum? Bilmiyorum. Bilmiyorum… Belki çok nadir zamanlarda. Kısacık bir an da olsa hatırlıyorum eski Ben’i. Onu özlediğimi. Onun daha iyi bir Ben olduğunu. Ama çok zor. Derimin üzerindeki ilk maske öyle sıkı yapışmış ki… Gerçek Ben’den sadece yüzümü değil, bütün vücudumu, benliğimi, hislerimi gizliyor sanki.

 

Ama elbet bu maskeler düşecek değil mi? Sonuçta filmlerde de öyle olmuyor mu? Her maske er geç sonunda düşmüyor mu? Acaba bende hangisi daha önce düşecek? Mantıklı düşününce dıştaki maskenin önce düşmesi beklenir belki. Ama bence bu hastalıkta eski Sizi örten asıl maske düşmedikçe -hastalığınızı kabullenip ördüğünüz duvarların içinde yaşayamayacağınızı anlamadıkça- insanlara karşı oluşturduğunuz gizlenme mekanizması da yıkılmaz. Dahası, kabullenmek ilk adımsa sonrası bir şeyler yapmak. Ben şu anda hastalığımı kabullendim, artık onu kendime ve başkalarına anlatmaktan da yardım istemekten de utanmıyorum. Ama yine de derimin üzerindeki maskeyi atmaya cesaret edemiyorum, eyleme geçemiyorum. ‘O sesi’ sevmesem hatta başını ezmek için can atsam da bir taraftan da kaybetmekten deli gibi korkuyorum…

 

David Wojnarowicz, cinselliğini istediği gibi yaşamasına izin vermeyen bir toplumun ruhunda yarattığı parçalanmışlık hissini, isyanını kısacası sözcükleriyle dile getiremediklerini fiziksel dünyadaki eylemleriyle karşılamaya çalışmış Laing’in anlattığına göre. Bunlar önceleri telefon kulübelerinin camlarını parçalamak gibi eylemlerken, çok geçmeden kendini sanatında göstermiş. Yani, “hızla yıkımdan yaratıma geçecekti.” (kitaptan, 111)

 

“Her zaman saklı tutmak için baskı altında olduğunu hissettiği şeyleri ortaya çıkaracağı bir alan” olarak sanatı tanımaya başlamış.

Yaratımın –bu ister tüm dünyada yankı uyandıracak bir sanat olsun ister kendi kendinize çalakalem yazdıklarınız, çizdikleriniz– ruhunuzdaki yaraları iyileştirmede büyük etkisi var. Yeme bozuklukları da temelinde psikolojik bir hastalık olduğuna göre, iyileşmeye çalışan çoğu hastanın, içindekilerini başka başka şekillerde söylemeye çalışmasına şaşmamak gerek. Mesela, yazılarından çok faydalandığım bir akademisyen. Yıllarca yeme bozukluğu mücadelesi vermiş. Artık bu şekilde yaşayamayacağını anlayınca iyileşme yolunda ciddi adımlar atmış. Şimdi yeme bozuklukları ve kurgusal metinlerdeki yansımaları üzerine akademik çalışmalar yürütüyor, çalıştığı üniversitede açılmasına önayak olduğu bir yeme bozukluğu birimi bünyesinde düzenli yazılar yazıp paylaşıyor. Blogu var, bir psikoloji sitesinde köşe yazarlığı yapıyor, röportajlar veriyor. Evet, bunların hepsinde kendi hikâyesinden izler var ama kesinlikle durumu dramatize etmiyor. Araştırmaları takip edip tıbbi bulgularla kendi deneyimlerini birleştiriyor.

 

Yeme bozukluklarıyla mücadelelerini kitap yazarak, blog açarak, videolar çekerek, TED Konuşmalarına katılarak itiraf eden, kafalarındaki o sesi büyük bir cesaretle paylaşan birçok kişi var. Elbette, her yazılana çizilene güvenilmiyor, özellikle sağlık söz konusu olduğunda. Ama en azından benim okuduklarımın veya izlediklerimin çoğunda gördüğüm bir şey var: ‘Çığlık atıyorlar, haykırıyorlar.’ Bu hastalıkla mücadele eden herkese haykırıyorlar. Dahası, başka bir yolun mümkün olduğunu, hayatı böyle yaşamak zorunda olmadığımızı gösteriyorlar. Önümüzde kanlı canlı örnek olarak duruyorlar. Kendilerini maskelerinden kurtaran eylemlerde bulunmuşlar ve başarmışlar, diyorsunuz onlara baktıkça.

 

Wojnarowicz’in objektifine yansıttıklarında da yeme bozukluğu yaşayanların yarattıklarında da ortak bir şey var: Dile getiremediklerini gösterdikleri alanlar oluşturuyorlar kendilerine.

 

Sosyal damgalamaya maruz kalan kişi ya da kesimlerin, diğer insanlarla temasının engellenmesi ve sonuç olarak yalnızlığa mahkûm hissetmesine şaşmamak gerek. Laing’e göre, bireyin duyduğu utanç yalnızlığını kuvvetlendirir, yalnızlığı da duyduğu utancı. Bu kısırdöngüden kurtulmak ne kadar zor geliyor kulağa. Hele ki sosyal damgalama, kişinin mücadele ettiği bir hastalıkla ilişkiliyse ölümcül sonun gelişini hızlandırabilir veya tetikleyebilir.

 

Yeme bozuklukları yaşayanlar arasındaki ölüm oranı azımsanmayacak kadar yüksek ve hastaların çoğu zayıflıktan ya da fiziksel anomaliliklerden değil, intihar yüzünden hayatlarını kaybediyor. Hasta kişi, kendini çaresiz, kimsesiz hissediyor, kendi kendine yardım edemiyor, dışarıdan destek göremiyor ve korkunç sona doğru hızla ilerliyor. Kendi yaşadıklarımı düşününce bana destek olan ailem, yakınlarım, arkadaşlarım ve doktorlarım var. En azından hepsi beni anlamaya çalışıyor. Benimle birlikte pek çok şeyi onlar da yaşıyor. Ama dışarıda, sokakta ya da bu hastalığı ‘zayıflık takıntısı’, ‘zayıf kalmak için yemiyor bak’ şeklinde yanlış şekilde düşünen insanların karşısında, kendimi pek çok kez dışlanmış, ayıplanmış ve ufacık hissediyorum. Savunmasız. Suçlayıcı bakış ve imalardan kaçamıyorum. Özellikle de sokakta hiç tanımadığım kişilerin gözlerini dikip bana bakması korkunç. ‘Allah’ım bunlar hasta olduğumu görmüyor mu?’ diye düşünüyorum hep. Hayır, görmüyor, bilmiyorlar.

 

Suçlayıcı bakışlar kadar acıyan bakışlar da çok zor. Ama insanlara kızmamayı öğrendim sanırım. En azından eskisine göre daha sabırlıyım bu konuda. Çünkü o bakışlara takılıp kalınca, kendimden başkasına zarar vermiş olmuyorum.

 

“[sosyal damgalama; stigma] zamanla kelimenin anlamı genişleyerek toplumun yadırgadığı farklılıkları işaretleyen her şeyi kapsamaya başladı.” (kitaptan, 181)

 

Laing’in sosyal damgalamayla ilgili bu saptamasından siz nasıl bir sonuç çıkarırsanız bilmiyorum ama yeme bozuklukları gibi ruhsal rahatsızlıkların dışlanmaya neden olan bir farklılık hatta anormallik olarak görülmesi, kişinin paylaşmaktan ve konuşmaktan utanmasına, dolayısıyla “görünmezliğini” güvenceye alan maskelerine sığınmak zorunda hissetmesine neden oluyor.

 

Evet, toplum yeme bozukluğu olan ve bu durumu dış görünüşlerinden anlaşılan kişileri ‘öteki’ olarak etiketlemeye yatkın. Bizler çoğu zaman yeme bozukluklarının bir tercih meselesi olduğu stigmasıyla karşı karşıyayız.

 

Ama bunu biz tercih etmiyoruz. Hayır, bunu biz seçmiyoruz. Bu, istediğimiz bir yaşam biçimi değil…

 

 

 

Ana görsel: Laura Williams

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YCinsel İstismar, Sessizlik ve Virginia Woolf’un Yaktığı Işık
Cinsel İstismar, Sessizlik ve Virginia Woolf’un Yaktığı Işık

Böyle bir tepkiden sonra ben de diğer birçok kadın gibi düşündüm: Cinsel istismar kendi sorunumdu, çok büyük ihtimalle ben uydurmuştum ve bunu dile getirmek başlı başına bir hataydı.

Bir de bunlar var

Günler ve Fasulye Taneleri
Sonradan Gelir Ferahlığı: Simge Pınar’ın “Sevgideğer” Albümü
Azınlık okulları, Caretta Carettalar ve topa bir türlü giremeyen Hagop

Pin It on Pinterest