3. bölümde: 19. yüzyıl sonunda bimarhanelerde gündelik yaşam; "erkek hastalığı" paralizi jeneral, "kadın hastalığı" histeri ve diğer akıl hastalığı istatistikleri...

TARİH

19. Yüzyıldan Günümüze Delilik: Fatih Artvinli ile söyleşi – 3. Bölüm

Söyleşinin 1. bölümü için buraya, 2. bölümü için şuraya.

 

Biraz da bimarhanede zamanın nasıl aktığı üzerine konuşalım. Bimarhanedeki gündelik pratikler nelerdi ve bunlar hangi fiziksel koşullarda gerçekleşiyordu?

 

Burada tabii bütün ayrıntılara girmemiz, onları hayal etmemiz çok zor olabilir ama mesela ben kendi payıma şunu söyleyebilirim; Bakırköy’de sağlık memuru olarak çalıştığım dönemde aynı zamanda sözlü tarih çalışması yapıyorduk. 50’li, 60’lı, 70’li yıllarda Bakırköy’de hayat nasıldı sorusuna cevap arıyorduk. Bu yılları dinlemek aslında 1860’ları 1870’leri hayal etmemize imkân tanıyor. Çünkü değişenler kadar değişmeyenler de var. Elbette çok şey değişti ama son noktada yine kapalı bir kurumun içinde insanlar zamanlarını geçiriyor. Buna yönelik şunları söyleyebiliriz; seyyahların gelip gördüğü yazdığı metinler var ondokuzuncu yüzyılda. Orada şunu görüyoruz, Süleymaniye zaten dar bir alan, Toptaşı’nda ise mesela hastaların yapabileceği şeyler sınırlı. Ancak üç beş kişi mutfak, terzi, çamaşırhane gibi yerlerde istihdam ediliyor, kalanlar vakitlerini, çoğunlukla odalarında ve mevsime, durumlarına göre bahçede geçiriyorlar. Okuma yazması olan bir kişi gazete okuyor, etrafındakiler onu dinliyor, bazıları bahçe saatinde tavla, dama oynuyor. Kahvaltı, yemek, uyku saatleri belli, arada bir hamama götürülüyorlar. Bu açıdan bimarhaneyi ziyaret eden hekimlerin yazdıkları önemli, bir de hastaların elbette. Mesela üç ay Toptaşı’nda kalan Ali Enver isimli müfettişin içeriden yazdıkları çok önemli ipuçları veriyor, “kafeste oturan kuşlar gibi kasvetli bir yerde vakit geçiriyoruz” diyor. Yemekler kötü, sular pis, tütün verilmiyor, hademeler çok kötü davranıyor.

 

Kitapta fotoğraflar da var o dönemle ilgili. O günlere dair bilgi edinmemizde fotoğrafların da katkısı olduğunu söyleyebilir miyiz?

 

Evet, fotoğraflar bu dönemi hayal etme açısından çok yararlı elbette. Tabii fotoğraflar tamamıyla gerçekmiş gibi de düşünülmemeli. Onlara her zaman bir kuşku payı ile bakmak gerekiyor. Mesela, kitapta da yer alan fotoğrafların bir grubu, 1911 yılında ve bir tür propaganda kitapçığı içinde yer alan fotoğraflar. Örneğin yatakhanelerin o kadar derli toplu, düzenli olmadığını biliyoruz, hastalar birbirinin aynısı ve temiz kıyafetlerle oturmuyorlar, onlar vizite için ya da özel olarak çekilmiş fotoğraflar. Buna benzer fotoğraflar Bakırköy için de geçerli. Tabii en hüzünlüsü kitabın kapağında da yer verilen fotoğraf. Aslında orada gerçekten de sistematik olarak gramofonla müzik çalışıyor da hastalar oynuyor gibi bir durum söz konusu değil. Bunun bir mizansen olduğunu dikkatli bir göz anlayabilir. Zaten dönemin başhekimi Avni Mahmud “16. yüzyılda aslında bizde müzik ile tedavi vardı, hastalara daha iyi bakılıyordu, Edirne ve Fatih Bimarhanelerinde haftada birkaç defa, saz ekipleri gelip hastaları eğlendiriyordu, biz bunları yapamıyoruz; hiç değilse haftanın bir günü çalınması için gramofon satın aldık,” şeklinde yazmasıdır. Bu hem bize modernleşme hakkında fotoğraf üzerinden bir şey söylüyor hem de fotoğrafın kendisinin gerçeklik ile kurgu arasında olma durumunu sunuyor.

 

 

Bimarhane avlusunda gramafon eşliğinde oynayan hastalar.

Bimarhane avlusunda gramafon eşliğinde oynayan hastalar.

 

 

Bimarhanede kadın hasta koğuşu.

Bimarhanede kadın hasta koğuşu.

 

 

İkinci meşrutiyetin hemen ardından hastaların önce geldiklerinde sonra da giderlerken fotoğrafları çekilmeye başlanmıştı genel bir uygulama olarak. Buradaki amaç girişteki duygulanımları ve çıkıştaki iyileşmiş hâli çekmek ve hasta dosyalarında fotoğraf bulundurabilmekti. Dergilerde vaka olarak sunulan hasta fotoğrafları da vardı ayrıca.

 

İstatistiklere baktığımızda erkek hastaların kadınların iki katı, Müslümanlarınsa gayrimüslimlerin neredeyse on katı olduğunu öğreniyoruz. Bu durumda biraz önce konuştuklarımız Müslüman erkekler ne yapıyor sorusuna cevap vermek oluyor bir anlamda. Peki kadınlar ve gayrimüslimlerin durumu nasıldı? Onlar hakkında da detaylı bilgiler var mı?

 

Evet. Öncelikle bimarhanede kadınların, erkeklerden her zaman daha az sayıda olduğu kesin. Erkeklerin sayısı her zaman, iki kat fazlaydı. Yani 150 kadın 300 erkek ortalama. Kadınların sayısının daha az olmasının sosyal-kültürel nedenleri vardı. Kadınlar için evde tutmanın, bakmanın mümkün olmadığı durumlarda, en son çare olarak bimarhaneye gönderiliyordu. Kadınlar genellikle erkekler üzerinden tanımlanıyordu. Filan kişinin “kerimesi”, “hemşiresi” gibi. Bir de meslekleri yazılmıyordu, sadece erkeklerin meslekleri kaydediliyordu. Kadınlar kısmında yine bir bahçe vardı. Bu kısımda kadın hizmetçi ve hastabakıcılar çalışıyordu.

 

Bakırköy'de dikiş atölyesi.

Bakırköy’de dikiş atölyesi.

 

 

Gayrimüslimler açısından ise şöyle; aynı dönemde Ermeni, Rum ve Musevilerin kendilerine ait kurumları vardı, Surp Pırgiç, Surp Agop, Balıklı Rum, Or-Ahayim hastaneleri gibi. Öncelikle buralara gidiyorlardı. Fakat buralar da yetersizdi, kapasite sorunu vardı yine. Hastalara buralarda yer bulunamazsa bir şekilde son çare olarak Toptaşı’ na gönderiliyorlardı, ya da adli nedenlerle Toptaşı’na sevk ediliyorlardı. O zaman tabii “bu kurum kimin?” sorusu gündeme geliyor. Böyle bakarsak kadınlar ve erkekler yer aldığı için tüm toplumu kapsıyor ama gayrimüslimler daha az yer aldığı için aslında Müslüman bir kurum olarak kodlayabiliriz Toptaşı’nı. Zaten yazışmalara da yansıyor bu durum, Toptaşı Bimarhanesi’nin ilk yıllarında gayrimüslim akıl hastalarının kabulüne ilişkin sorunlar fazla gündeme gelmiyor fakat hasta sayısındaki artış ve kapasite sorununa paralel olarak gayrimüslim akıl hastalarının kendi cemaatlerine ait yerlerde tedavi edilmesi gerektiği ve Toptaşı’nın Müslümanlara ait olduğu daha sık vurgulanmaya başlıyor. Sayıları az da olsa Hristiyan ve Musevi hastalar yine de bu dönemde var. Bu açıdan Osmanlı kurumu diyebiliriz. Taşradan gelenler İstanbul’dan gelenlerden her zaman daha çok sayıda ve çok farklı, uzak şehirlerden farklı dillerden inançlardan insanlar İstanbul’a gönderiliyor. Yani bu açıdan bakınca da aslında emperyal bir kurum olarak düşünebiliriz Toptaşı’nı. Osmanlı’nın Bedlam’ı gibi.

 

Kadınlar için ayrıca hastalık kategorileri var mıydı? Ya da cinsiyet üzerinden hastalıklar tanımlanıyor muydu?

 

Ondokuzuncu yüzyıl sonunda, kadınlar için “histeri” daha çok tartışılıyordu, erkekler için de “paralizi jeneral”. Yani biri kadın diğeri erkek hastalığı gibi. Özellikle bunların nedenleri konusunda, sınıfsal, kültürel hatta medeniyet tartışmalarını içeren yorumlar gündeme geliyordu. Dönemin önemli psikiyatristlerinden Raşid Tahsin örneğin, histerinin müslüman kadınlar arasında çok yaygın olduğunu söylüyordu. Cinsel yolla bulaşan frengi yani sifilizin son aşamasında gelişen ve deliliğe neden olan paralizi jeneralin (nörosifilizin) ise müslüman erkeklerde çok nadir görüldüğünü iddia ediyordu. Bunlar elbette tıbbi açıklamalar değil. O dönem endüstriyel şehirlerde sifilizli hasta oranı daha yüksek olduğu için, uygarlık ile sifilis arasında bir ilişki kuruluyordu. Yani o dönemin formülüyle kısaca, sivilizasyon (civilization) eşittir sifilizasyon (syphilisation) deniyordu. Raşid Tahsin de bu hâkim paradigmadan konuşuyor aslında. Ona göre bu hastalık üst sınıfların, zenginlerin, bohemlerin, şairlerin hastalığıydı. Köylüler ve alt sınıflarda çok nadir görülür çünkü onların basit ve dindar hayatları vardır diyordu. Mazhar Osman ise tersini savunuyordu yani bu işin uygarlıkla ilgisi yok diyordu. Zannedildiğinden daha yaygın olduğunu, hatta en çok, sıradan evli erkeklerde, memurlarda, zabıta ve polislerde gördüğünü söylüyor.

 

Histeri için de bu türden yorumlar var mıydı?

 

Osmanlı’da histeri daha eski dönemlerden biliniyordu. Rahmin tıkanmasından dolayı (o yüzden intihak-ı rahm deniyordu) kadınlarda görülen asabi hastalık diye biliniyordu. Yani önceleri organik nedeni olan bir hastalık zannediliyordu, rahmin yer değiştirdiğine inanılıyordu. Ama ondokuzuncu yüzyıl sonundan itibaren, histeri daha çok medikalize olmuştu, hakkında daha çok yazılıp çiziliyordu. Charcot’nun meşhur “histerik” hasta üzerindeki hipnoz gösterisine benzer dersleri, burada Mazhar Osman da yapıyordu, La Paix Hastanesi’nde. Basında, edebiyat dünyasında çokça yazılan bir konuydu histeri. İşin yine sınıfsal tarafı, cinsiyet tartışması vardı. Başlangıçta üst sınıflara ait bir kadın hastalığıymış gibi yorumlar var. Daha doğrusu, üst sınıf ve eğitimli kadınların histerikleştirildiği görülüyor bu metinlerde. Edebiyatta örnekleri çok. Zengin, aylak, ev işi yapmayan, evlenmek istemeyen kadınların hastalığı gibi sunuluyor. Erken evlenen kadınlarda, çocuk sahibi olanlarda olmaz diye düşünülüyor. Raşid Tahsin, histerinin müslüman kadınlar arasında çok yaygın olduğunu savunuyor. Mazhar Osman ise Yahudi kadınlarda çok az olduğunu söylüyor. Histeri dışında dönemin nöropsikiyatristlerinin, kadınlarla ilişkili düşüncelerinin bir kısmı, özellikle cinselliğin psikopatalojisiyle ilgili yorumları tamamen “erkeklik” üzerindendi.

 

Charcot "histerik" kadın hasta üzerinde hipnoz tekniğinin uygulanmasını öğretirken.

Charcot “histerik” kadın hasta üzerinde hipnoz tekniğinin uygulanmasını öğretirken.

 

 

Hazır yeri gelmişken, Mazhar Osman 5Harfliler hakkında pek iyi şeyler düşünmüyordu, değil mi?

 

Evet. Mazhar Osman üçharflilere karşı önemli başarılar elde etmişti ama beşharfliler karşısında başarılı olduğu söylenemez. Bir yandan pozitivist birisi, deliliğin biyolojik bir mesele ve apandisit gibi bir hastalık olduğuna inanıyor. Bu işin cin ile büyü ile ilişkisi yok diyor her fırsatta. Hekimlerden değil hocalardan, papazlardan, şeyhlerden yardım bekleyenlere kızıyor. Mazhar Osman’ın eleştirilecek çok yanı var, biri de kadınlar konusundaki düşünceleri. Kadın-erkek eşitliğine karşı çıkan, erkekler için çok eşliliği savunan, kadınları güçsüzlükle, duygusal açıdan zayıflıkla itham eden, çok ağır yazıları var. Özellikle 1930’da kadınların seçimlere katılma haklarının tanınması sürecinde yazdıklarına, kadın birliklerinden ciddi tepkiler geliyor. Mazhar Osman, bazı düşünceleriyle muhafazakar, gündelik ve profesyonel yaşamıyla modern biri. O dönemde henüz kadın psikiyatristler yok bu arada. İlerleyen yıllarda diğer tıp alanlarında olduğu gibi psikiyatri ve nörolojide de kadın hekim sayısı artıyor. Hatta bugün dünyada psikiyatrinin kadınlaşması (feminisation of psychiatry) tartışılıyor. Türkiye’de de psikiyatri, kadın hekimlerin en çok tercih ettiği uzmanlık dalları arasında yer alıyor. Yani psikiyatri, bu açıdan bakıldığında üç harflilerden kurtuldu; beşharflileşiyor denilebilir belki.

 

Hastalıklar konusunda belli istatistiklere sahip miyiz 19. yüzyıl için?

 

Aslında hangi sosyo-demografik özeliklere sahip oldukları konusunda elimizde yeterli bilgiler var. Örneğin Süleymaniye’deki on yıllık ayrıntılı kayıtları var Mongeri’nin. Hangi yaş grubundan, hangi medeni durumdan olan kişiler hastanede bulunuyordu, ne kadar sürede taburcu ediliyorlardı vesaire. İlk bakışta göze çarpan şey, çocuk ve yaşlıların sayısının çok az olması. Belli kategorilerdeki artıştan ziyade belli hastalıkların, belli cinsiyet ya da yaşta yoğunlaştığını görüyoruz. Örneğin depresyon genç yaşlarda ve evli kadınlarda daha fazla, bekar erkeklerde ise evlilere göre daha fazla. Askerlerin ve devlet memurlarının başlangıç yıllarında sayıları daha yüksek. 20. yüzyılın başına kadar Fransız sınıflandırması kullanıldığı için idiot, embesilite, meloncolie gibi kategoriler de kayıtlı, mani, paralizi jeneral, esrarizm, simülasyon (taklit yapan) hasta sayıları da kayıtlı. Bir de her bir kavramın Türkçe karşılığı var, bu açıdan da çok zengin bir terminoloji söz konusu bu alanda.

 

“Hastanın hikâyesi, sadece hastanın değil, ailenin, çevrenin, toplumun, insan ilişkilerinin, değerlerin, yargıların ve diğerlerinin hikâyesidir” diyerek hasta dosyalarının önemine vurgu yapıyorsunuz. Eğer farklı dönemlerden incelediğiniz dosya kayıtlarını düşünecek olursanız toplumsal temayülün geldiği nokta hakkında ne söylersiniz?

 

Aslında bu aynı zamanda modernleşmenin aldığı biçimle de ilgili bir soru. Vereceğimiz cevap modernitenin geldiği yeri göstermesi açısından ilginç olabilir. Öncelikle Süleymaniye ve Toptaşı kayıtları için böyle bir inceleme söz konusu değil ama Bakırköy dönemi için bazı tespitlerde bulunabilirim. 1860’larda Mongeri ve Castro’nun yayınladığı vakalar ve tuttukları raporlar son derece ayrıntılı olduğunu ve hastalığın yalnızca ne olduğuna ve teşhisine odaklanmayıp o davranışı anlamaya ve araştırmaya yönelik çalıştıklarını görüyoruz. Özellikle adli raporları son derece ayrıntılı ve çok düzgün yazılmış metinler. Daha sonra sayıların artması ve yeni kuşak psikiyatristlerle birlikte öykü almanın devam ettiğini ama onun kadar tedavi ve müdahalelerinin de daha çok yer kapladığını görüyoruz.

 

Hastanın hikayesi bu anlamda kuşkusuz çok önemli. Tıpta anamnez için “history taking” deniyor yani hastanın hikâyesini almak. Bu anlamda bence hekimlik ile tarihçilik arasında bir benzerlik var. Elbette söz konusu psikiyatri ise, hasta yalnızca kendini değil, yaşadığı toplumu, ilişkileri de anlatıyor; aynı şekilde sadece hasta değil, yakınları da anlatıyor. Eskiden beri formlar bu şekilde düzenleniyor, hastanın anlattığı ve yakınlarının anlattığı iki kısım şeklinde. Bir de tabii hekimin düşünceleri. Bakırköy’de sağlık memuru olarak üç-dört yıl acil psikiyatride nöbet tuttum ve H-2 kadın servisinde vizitlere katılma imkanım oldu. İşin tarihçilik kısmından söyleyecek olursam giderek yazılar azalıyor, kısaltmalar çoğalıyor ama yine de hastanın hikayesini hakkıyla dinleyip kağıda aktaran asistanlar var. Esas 1980’lerde ve 90’ların başında Bakırköy’de asistanlık yapan kuşağın, not alma, hastanın hikayesini yazma biçimi ve özeni gerçekten etkileyicidir. Tabii bu biraz da kuşaklarla, zamanın ruhuyla da ilgili bir durum. Günümüzde tamamen değil ama önemli ölçüde, tüm bu sorular ve ayrıntıların hayatımızdan giderek çekildiğini, kaybolduğunu, kodlar yoluyla ve dijital ortamda tutulmaya başlandığını da kaydetmeliyiz. Yalnızca Türkiye’de değil dünyada da, hikâyelerin kaybolduğunu ya da anonimleştiğini, yalnızca hastalıkların formlarda yer aldığını görüyoruz daha fazla.

 

Bu tedavi sürecinde bir aksamaya da neden olmuyor mu?

 

Evet ama burada geldiğimiz noktada yataklı psikiyatrik kurumların mantalitesi de değişti. Yatış süreleri eskisine oranla çok daha kısa, ayaktan muayenede ise bir kişiye ayrılan süre 5-10 dk. arası. Asıl öncelik, doğru ilaç düzenlemesini yapabilmek ve tedavi sürecini kontrol etmek. Bireyselleşme ve hikayelerde derinleşme terapilerde mümkün.

 

Yani işin psikoterapi kısmı daha sonraya kalıyor?

 

Evet, büyük ölçüde öyle. Bugün Türkiye’deki psikiyatri pratiğine baktığımızda, çok fazla sorun alanları var; onlardan birisi de bu. Personel sayısından yasalara, yönetmeliklere, çalışma koşullarından eğitim sorunlarına kadar değişik alanlarda sorunlar var. Bir de psikiyatrinin kurumsallaşması sürecinden kalma diyebileceğimiz sorunlar var. Bir kısmı geçen yüzyılın sorunları.

 

Ne tür sorunlar bunlar?

 

Yataklı tedaviden, terapiden bahsedince işin içinde klinik psikologlar, psikiyatri hemşireleri, sosyal hizmet çalışanları, gibi geniş bir ekip giriyor. Ama pratikte hiyerarşi sorunları, görev ve yetki sorunları, profesyonelliklere ilişkin sorunlar. Bir de diğer total kurumlarda olan sorunlar var. Fiziksel ortamların yetersizliği, insan hakları, hasta hakları açısından sorunlar var. Hastaneye yatışların büyük kısmı istem dışı, zorunlu yatış. Psikiyatrik hastalara karşı damgalama, ayrımcılığa karşı politikaların, temel eğitimde ruh sağlığına ilişkin derslerin, toplumda bu konulardaki genel farkındalığın olmaması gibi pek çok şey söylenebilir. Bir kısım sorunlar da, diğer yataklı tedavi kurumlarının sorunlarıyla aynı. Ama şu da var, Türkiye’de psikiyatri birikiminin tıbbın diğer alanları ve benzer ülke örnekleri göz önüne alınırsa, daha güçlü olduğu görülür.

 

Aslında sohbeti günümüze kadar getirdik ama akıl hastalığı kavramının bugün nasıl ele alındığıyla ilgili bir iki söz söyleyecek olsanız ne derdiniz?

 

Yine tarih içerisinden bir şeyler söyleyebilirim. Psikiyatri tarihi hem ilerlemeler hem acılarla dolu bir tarih. 1952 yılında Fransa’da ilk antipsikotik ilacın keşfi önemli bir gelişmeydi, aynı yıl ABD’de DSM-I yayınlanmıştı. Bugün psikofarmakolojik ilaç endüstrisinin, DSM’lerin tarihini yazanlar var bir yanda, diğer yanda anti-psikiyatri akımının, kapatılan akıl hastanelerinin tarihini yazanlar var. Tek bir delilik, akıl hastalığından elbette bahsedilmiyor bugün, bunun için 2013’te yayınlanan DSM-5’e bakmak yeterli. Klasik sınıflandırmaların ötesinde, internet, sosyal medya, video oyun bağımlılığı da psikiyatrinin alanında, savaş, şiddet ve göçün yol açtığı ruhsal sorunlar da. Hem psikiyatrik bozuklukların çok çeşitli, hem de nedenlerinin çok çeşitli olabileceği daha fazla biliniyor diyebiliriz.

 

Bizde ise, özel olarak, yalnızca ilaçlarla yetinilmeyen, daha çok psikolojik ve sosyal nedenlere yoğunlaşan ve terapiyle bunu tamamlayan bir pratiğe fazlasıyla ihtiyaç duyulduğu kesin. Yeni bir gelişme olarak son yıllarda birbiri ardına açılan toplum ruh sağlığı merkezlerinin de tartışılması gerekiyor. Ama yaşadığımız dünya, ülkenin durumu, büyük meseleler derken yine en çok unutulan, en az konuşulan konular, en savunmasız olanlarla, en kırılgan gruptakilerle ilgili oluyor. Diğer ülkelerde, hastane temelli psikiyatriden toplum temelli modele geçiş süreci farklı sonuçlara neden oldu, toplum içinde tedaviyi savunurken, kamuya ait yataklı tedavi kurumlarını da aynı zamanda savunmamız gerekiyor. Yüzyıllık Bakırköy’ün ne olacağı örneğin, şimdilik cevabı belirsiz ama çok önemli, çok belirleyici bir soru. Bakırköy sadece psikiyatri değil bu arada, nöroloji ve nöroşirurjinin de kurumsallaştığı yer.

 

***

 

Ana görseldeki fotoğraf: Bakırköy’de meşguliyetle tedavi, çiçek atölyesi.

 

Fotoğraf Kaynakçası:

1.Fatih Artvinli, Delilik, Siyaset ve Toplum: Toptaşı Bimarhanesi (1873-1927), İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013. 2.Fulya Kardeş, Şahap Erkoç, Fatih Artvinli (Metin Yazarları), Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Müzesi Kataloğu, İstanbul: Kaknüs Yayınevi, 2012.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YBedeni Yerle Bir Etmek: Kesikler, Dikişler ve <i>Anarchitecture</i> Üzerine 
Bedeni Yerle Bir Etmek: Kesikler, Dikişler ve Anarchitecture Üzerine 

Heteronormatif kültürel alanın şekillenişinde ev, sanki hiçbir eksiği yokmuşçasına ele alınıyor. Anarchitectural performanslarsa orada olmayana, ortadan kaldırılana, noksan olana –kalanı ebedi göstermek adına yok edilmiş, silinmiş ya da karartılmış olana- ihtimam etme hususunda ısrarcı.

MEYDAN

YIlya Kaminsky’den Ukrayna, Rusya ve Savaşın Dili Üzerine
Ilya Kaminsky’den Ukrayna, Rusya ve Savaşın Dili Üzerine

Dil terk edip gidebileceğin bir yer mi? Aşabileceğin bir duvar mı? Duvarın öte tarafında ne var? 

SANAT

YKolektif Dertlerimiz, Kolektif Değerlerimiz: Hattın Ucunda Zeki Müren’le Türkiye Tarihine Bir Bakış
Kolektif Dertlerimiz, Kolektif Değerlerimiz: Hattın Ucunda Zeki Müren’le Türkiye Tarihine Bir Bakış

Ölümünden neredeyse 20 sene sonra, Zeki Müren günümüzde ne anlama geliyor? Onun görsel ve işitsel remiksleri nasıl oluyor da hâlâ kültürel dünyamızda yer buluyor?

SANAT

YBedenin Kuvvetleri, Maddenin Halleri
Bedenin Kuvvetleri, Maddenin Halleri

Soru sorma kapasitesinde bir beden Maddenin Halleri. Yıkıma, yıkma faaliyetine yöneltilen yaşama dair bir soru onunkisi: “Hastaneyi yaşayan bir canlı olarak nasıl görebiliriz?”

Bir de bunlar var

Biri Sabun Yapsın, Biri Neşeli Olsun
Angela Davis’in Devrimci Hamlesi
İki Kadın Sevişiyor Bir Adam Dikizliyor

Pin It on Pinterest