Modern tıp araçlarına değil komplolara inanmayı tercih eden insanlar bize sadece kendileriyle değil iktidarın niteliğiyle de ilgili bir şeyler söylüyor olabilir mi?

TARİH

Kralın Kutsal Dokunuşu ve Aşı Karşıtlığı

 

Covid-19 pandemisi hayatımıza girdiğinden beri bu hastalığın tam olarak ne olduğu, nasıl kontrol altına alınabileceği, hasta olmaktan nasıl korunmamız gerektiği üzerine ne kadar bilgi üretildiyse bir o kadar da komplo teorisi üretildi. Covid-19 virüsünün nüfus planlamasını sağlamak için, neo-liberal kapitalizmin krizine çözüm bulmak için, bizi daha kolay kontrol etmek için laboratuvarlardan yayıldığını iddia eden ve hala dolaşımda olan komplo teorilerinin yanı sıra pandeminin içinden geçtiğimiz özel dönemeçlere has teoriler de ortaya çıktı. Örneğin alından ateş ölçmenin epifiz bezlerimizi tıkayacağı bunlar arasında benim hatırladıklarımdan bir tanesi. Kimi zaman bilimsel bilgiden çok daha hızlı üretilen komplo teorileri, aşının geliştirilmesiyle birlikte oldukça mümbit zemin buldu. Aşı ile ilgili çok sayıda komplo teorisi saymak mümkün olsa da bunlardan en yaygın olanlardan bir tanesi aşıyla vücudumuza çip enjekte edildiği, bunu kontrol etmek için aşı yapılan noktaya mıknatıs koyarsak mıknatısın oraya yapışıp kalacağı oldu. Yanlışlığını ispatlamak bu kadar kolay olan bir teori, nasıl bu kadar yaygın kabul görebildi insan bazen hayret ediyor.

 

PCR testinin epifiz bezine yönelik bir komplo olduğunu “tarihsel belgelerle” savunan ve sosyal medyada çokça dolaşan görsellerden biri.

 

Güncel komplolar ve aşı karşıtlığıyla mücadele etmek her ne kadar gerekli olsa da komplo teorilerine bu kadar canı gönülden inanan insanları aksine ikna etmek bazen çok yorucu, yıpratıcı ve beyhude olabiliyor. Üstelik aşılananların Covid-19’a yakalansalar bile hastalığın çok daha hafif seyrettiğini, hastane yatışı ya da ölümlerin kıyaslanamayacak kadar düşük olduğunu gösteren araştırmalar gelmeye devam etse de aşı karşıtlarının bir kısmının bu verileri ellerinin tersiyle itip kaynağı belirsiz komplolara inanmayı tercih etmeleri pek çoğumuza oldukça anlaşılmaz geliyor. Özellikle mıknatıs iddiasında insanların nasıl olup da kollarına mıknatısın yapıştığına inandıklarını kavramak ayrıca güç. Bu insanlar kollarına mıknatısın yapıştığını öne sürerken bize yalan mı söylüyorlar, pek de gerçek olmayan bir şeyi nasıl olup da görebiliyorlar?

 

Mıknatıs iddiası sosyal medyada o kadar yaygın ki…

 

Ben de böyle aşı karşıtı bir gruba maruz kalıp ikna edici olduğuna inandığım hiçbir argümanımın işe yaramadığı bir buluşmanın ertesinde kendime bu ve benzeri soruları sorarken buldum. Hiçbir şekilde kavrayamadığım ama karşımdakilerin yürekten inanarak savunduğu bu mıknatıs iddiasıyla ne yapacağımı bulmaya çalışırken, aklıma anlayamadığımız tarihsel problemlerle nasıl uğraşabileceğimize dair çok ilham verici bir çalışma geldi.

 

18. yüzyıl Fransa kültür tarihi üzerine çalışan Robert Darnton içinde basıldığı kitaba da ismini veren “Büyük Kedi Katliamı” adlı makalesinde 1730’larda iki matbaa işçisinin başlarından geçen bir olayı anlatırken tarihçilik üzerine de çok güçlü bir yöntem önerir. Darnton, anladığımız, bağ kurduğumuz hikayelerin değil, kesinlikle anlayamadığımız, sanki başka bir dilde yazılmışçasına yabancı kaldığımız hikâyelerin peşinden gitmemizi salık verir, bunu nasıl yapabileceğimizi de bağ kurmadığı bir hikâyeyi derinlemesine inceleyerek örnekler.

 

Darnton’un bize anlattığı hikâye iki matbaa işçisi olan Jerome ve Leveille’in giriştikleri kedi katliamı üzerinedir. Günde 12 saatin üzerinde çalışıp sonrasında yine matbaada yatan, kelimenin tam anlamıyla matbaa sahibinin kedilerinin artıklarıyla beslenen, içinde yaşadıkları dünyanın da pek bir umut vaat etmediği bu iki matbaa işçisi, bir de kedilerin bağırışları nedeniyle uykularından olmaya başlarlar. Zaten ­kedilerden hiç hazzetmeyen Jerome ve Leveille bir plan yaparlar ve içlerinde son derece iyi taklitçi olanı birkaç gece üst üste dama çıkarak kedi gibi miyavlar. Uykularının bölünmesine tahammül edemeyen matbaa sahibi ve eşi bu şamatacı kedileri ortadan kaldırmanın kaçınılmaz olduğuna karar verir ve bizim işçilere de bu görevi verirler, bir önemli tembihle: bütün kediler ortadan kaldırılacak ama patronun eşinin gözdesi Gri’ye ihtimam gösterilip ona kesinlikle dokunulmayacaktır. Jerome ve Leveille tabii ki mesajı alırlar ve kedi katliamına Gri’den başlarlar.

 

Darnton’un bu meşhur makalesi işçilerden birinin bu kedi katliamından yaklaşık yirmi sene sonra yaşadıklarını anlatmasıyla başlar. Hikâye 1730’da onu dinleyenler için oldukça güldürücüdür. Ancak biz modern okurlar için onlarca kedinin vahşice katledilmesinde gülünecek pek de bir şey yoktur, aksine okudukça tüylerimiz ürperir. Darnton kuramadığı duygudaşlıktan yola çıkarak sorar: Kedilerin hunharca katledilmesi nasıl bu kadar eğlendirici bulunabilmiştir? Bu vahşi katliamı dinleyenler nasıl olmuştur da ürpererek sarsılmak yerine kahkahalarla gülebilmişlerdir? İşte Darnton’a göre tam da bu bulmaca, yani bizden önce yaşamış insanlarla yaşadığımız bu anlaşmazlık, tarihçiliği mümkün kılar. Tarihçinin görevi, şakayı anlayıp gülünce değil, onu anlayamadığımızda, şakaya yabancı kalınca başlar.

 

Darnton kuşkusuz kültür tarihi alanında çok önemli bir isim. Bu alanın neden önemli olduğu ve nasıl yapılması gerektiği konusunda oldukça ilham verici çalışmaları var. Aslında iyi tarihçilerin bildiği gibi bazen soruların cevaplardan daha önemli olduğunu, ya da daha doğru bir ifadeyle bazı soruların onları asla cevaplayamayacak olsak bile sorulmaya değer olduğunu, bazen cevapların değil soruların daha öğretici ya da zihin açıcı olabileceğini bize anlatan tarihçilerden biri. Ben de vereceğim cevaptan emin olamasam da soru sorma cesaretini buradan aldım. Kendi yaşadığım dünyada yabancı kaldığım, duygudaşlık kuramadığım bir tavrı acaba bir tarihçinin yol göstericiliğinde biraz olsun çözümleyebilir miyim diye düşündüm. Sorum içinde bulunduğumuz pandemi şartları ve şimdiye kadar mümkün olan en koruyucu tedavi olan aşının reddiyle ilgili olunca da zihnim beni hastalık, iyileşme ve şifa bulma üzerine de düşünen bir başka tarihçiye, hem de tarihçiliğin çok önemli başka bir ismine, Marc Bloch’a götürdü.

 

Bloch, kültür tarihinin yükselişiyle de özdeş olan Annales okulunun kurucularından biri. Türkçede her ne kadar ağırlıklı olarak Feodal Toplum ve Tarihçinin Mesleği ve Tarihin Savunusu isimli eserleriyle bilinse de en az bu iki çalışma kadar değerli olan diğer bir eseri de bildiğim kadarıyla Türkçe’ye hiç çevrilmemiş olan The Royal Touch: Sacred Monarchy and Scrofula in England and France (Kraliyet Dokunuşu: İngiltere ve Fransa’da Kutsal Monarşi ve Sıraca) isimli kitabı. Bloch, bu eserde erken modern Fransa ve İngiltere’de şifa verme ritüellerini ele alır. Özellikle bir tür deri veremi olan sıraca hastalığının kralın kutsal ve şifalı dokunuşu sonrası nasıl olup da iyileştiğini inceler. Nasıl olmuştur bizden birkaç yüzyıl önce yaşamış onca insan bizler için bir krala bile ait olsa hiçbir elin bir dokunuşuyla ortadan kalkması mümkün olmayan bir hastalıktan kurtulduklarını iddia edebilmiştir? Kralın elinde bizim bilmediğimiz ne vardır? Bu hastalar gerçekten iyileşmişler midir? İyileşmedilerse neden iyileştiklerini öne sürmüşlerdir ve krallarına şükran dolusu satırlar yazabilmişlerdir, henüz bu kutsal dokunuştan nasibini almayanlar kralın elinde şifa aramışlardır?

 

 

Tarih biliminde nesnelliğin belgelerin söylediklerini harfiyen okumaktan geçtiğine inanan tarih yaklaşımının aksine, belgelerde yazılı olanla bize gerçekten anlattıklarının bir ve aynı şey olmayabileceğini söyleyen Bloch, kralın bir dokunuşuyla iyileşen hastalarla ilgili belgeleri merceği altına alır. Belgeler şifa bulduklarını söyleyen yüzlerce insana inanmamızı gerektirir, modern akılsa böyle bir iyileşmenin mümkün olmadığını söyler. Tarihçi ise peşine düşeceği bir gizem bulmuştur. Şifa bulduğunu öne süren hastaların tanıklığını içeren yüzlerce belge yalan söylüyor olabilir mi? Bu mucizevi şifalanmaları anlatan yüzlerce belge ve tanıklık uydurulmuş olabilir mi? Tarihçinin görevi kendisine mantıksız gelen bu belgeleri elinin tersiyle bir kenara itmek midir, yoksa modern okuyucunun pek de aklına yatmayan bu mucizeleri anlamaya, binlerce insanın bunlara nasıl olup da inandığını hayal etmeye çalışmak mı?

 

 

Bloch, bu sorulara cevap ararken hanedanlıkların iktidarlarını nasıl sürdürdüğünü ve meşruiyetlerinin dayanaklarını anlamak için tarihçilerin adli, idari ve mali kurumlar ve bunların işleyişlerindeki ayrıntılar kadar, kralların insan ruhuna dokundukları elle tutulamayan mekanizmaları da kavramaları gerektiği düşüncesinden yola çıkar. Bloch’a göre, krallara gösterilen hürmet sadece bürokrasinin karmaşık mekanizmalarını inceleyerek anlaşılamaz, krala duyulan bağlılık ve sadakat asıl olarak gözle görülemeyen, elle tutulamayan bir inanışta saklıdır. İşte insanları iyileştiren de bu ele geçmez bağdır. Onun için sorulması gereken asıl soru kralın sıraca hastalarına dokunarak onları şifalandırmasının bize hastalığın pençesindeki sıradan insanlar, kral ve hanedanlık yönetimi hakkında ne anlattığıdır? İlk ne zaman başladığını bilmediğimiz ve aslında kökenlerinin pek de önemi olmayan bu dokunarak şifalandırma pratiği belki de mutlak monarşilerin işlemesini ve meşruluğunu sağlayan en önemli direklerden biridir. Sıradan halk krallarının elinden şifa buldukça krallıklar, hanedanlıklar iktidarlarını sürdürebilmişlerdir. Ne zamanki sıraca hastalığından eziyet çeken tene dokunan el artık şifa vermez, çekilen acıyı nihayetlendirmez, kral artık tahtını kaybetmeye yazgılanmıştır, orada oturmaya devam etse bile iktidarının meşruiyeti sarsılmıştır.

 

Bloch’un yol göstericiliğinde bu ufak tarihsel gezintiden kendi kasvetli dünyamıza dönecek olursak, bir buçuk yıldır bizleri evlerimize kapatan, dünya üzerinde artık milyonlarca insanın canını alan Covid-19 pandemisinin farklı ülkelerce nasıl yönetildiğinin o ülkelerin iktidarları hakkında da bize bir şeyler anlattığını iddia etmek pek çoğumuza aslında malumun ilanı gibi gelecektir. Hastalık ve vefatlara ilişkin rakamların şeffaflığı ve güvenilirliğinden alınan önlemlerin niteliğine, pandemi yönetimi farklı devletlerin insani öncelikleriyle ilgili çok şey anlattı hepimize.

 

Peki pandemi yönetimi kadar pandemiye ilişkin komplo teorilerinin de iktidarlarla ilgili ipucu verdiğini söyleyebilir miyiz? Krallarının sadece bir dokunuşuyla iyileşen insanlar geçmişteki iktidarların meşruiyeti hakkında bize bilgi veriyorsa, modern tıp araçlarına değil komplolara inanmayı tercih eden insanlar da bize sadece kendileriyle değil iktidarın niteliğiyle de ilgili bir şeyler söylüyor olabilir mi? Aşıya duyulan güvensizlik, o aşının kendisine değil de onu temin eden iktidar makamlarına artık hürmet duyulmadığının göstergesi olabilir mi? Benim sorularım elbette tarihten ilham alınarak ve belki tarihsel ilişkileri biraz zorlamak pahasına soruldu. Ancak pandemi, yangın, sel felaketleriyle çalkalanan dünyamızda şifalı dokunuşlara ne kadar ihtiyacımız varsa mucizelere ve daha çok da mucizesinde medet arayacağımız muktedirlere karnımız o kadar tok.

 

 

 

Görseller: Wikimedia‘da “Charles II touching a patient for the king’s evil (scrofula)” başlığından. 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

TARİH

YCinsel Normalliğin Kuytuları
Cinsel Normalliğin Kuytuları

Ezgi Sarıtaş’ın Metis'ten yayımlanan Cinsel Normalliğin Kuruluşu: Osmanlı’dan Cumhuriyet'e Heteronormatiflik ve İstikrarsızlıkları isimli çalışması üzerine...

MEYDAN

Y“Kurt Yapmak” ya da Ergen Erkekler Tecavüzü Öğreniyor
“Kurt Yapmak” ya da Ergen Erkekler Tecavüzü Öğreniyor

Filmi seyreden erkek arkadaşlarımızın akıllarında onca şey arasında tecavüzcü erkeklerden birinin adının Kurt olduğu kalmıştı. Okul sıralarında başlayan temsili tecavüz akımına kısa sürede “kurt yapmak” adı takıldı ve sanıyorum erkeklerin büyük bir çoğunluğu paylarını aldılar.

Bir de bunlar var

Başka Bir Yerin ve Zamanın 8 Mart’ı
Ayhan Işık Matematiği ya da “Öp Annenin Elini” (1964)
19. Yüzyıldan Günümüze Delilik: Fatih Artvinli ile söyleşi – 2. Bölüm

Pin It on Pinterest