her kadın feminizmin derdi, her erkek feminizmin hedefi. ama bu, politik kimlikleri yok saymak anlamına gelmiyor. her kadının yanında olmak her kadınla yan yana durmak anlamına gelmiyor. 

MEYDAN

yanında olmak, yan yana durmak

zaman tuhaf. gezi’nin başlamasının üzerinden sekiz yıl geçmiş, muhalif siyasetin gezi üzerinden tartışılması dahi epeyce geride kaldı. ama feministler açısından gezi bir nostalji değil. ülke tarihinin muazzam anlarından biri, tüm muhalefet açısından bir sıçrama momentiydi ama kadın kurtuluş hareketi o sıçrama ânının ardında da büyümeye ve dönüştürmeye devam etti.  

 

şunu vurgulamak gerek; gezi direnişi park’la, park’ta başladı ama onunla sınırlanamaz. türkiye’nin dört bir yanında sokağa çıkanların farklı öncelikleri vardı. örneğin antakya’da cihatçılarla ilgili politikalar belirleyici olmuştu, izmir’de laiklik. ortak nokta bütün bunların akp’nin icraatlarıyla ilgili olmasıydı. cinsiyet, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelime dair konuların bunların içindeki yeri büyüktü. aliye kavaf eşcinselliğin hastalık olduğunu iddia ettiğinde yıl 2010’du ve büyük tepkiyle, gösterilerle karşılanmıştı. iki yıl sonra kürtaj yasağına karşı kampanya gerçekleşti. bunları unutarak gezi’yi anlamanın mümkün olmadığını düşünüyorum.  öte yandan, yatay örgütlenme başta olmak üzere, gezi’de hayata geçirilen birçok örgütlenme ve hareket etme yöntemi kadın kurtuluş hareketinin daha önce deneyimlediği şeylerdi. daha sonra yapılan bazı araştırmalarda, kalkışmada yer alanların çoğunluğunun (yüzde 51) kadın olduğu söylendi. gezi’nin birçok simge kişisi kadındı. lgbti+’ların, taraftar grupları gibi maşizmin harman olduğu topluluklarla ilişkilenebilmesi ve onlarla dönüştürücü bir ilişki kurması da dikkate değerdi. bütün bunları göz önüne alınca, gezi’ye yönelik en büyük ideolojik saldırının yani kabataş yalanının da cinsiyetle ilgili olmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum. 

 

kadının beyanı meselesi

 

daha önce yazmış bulunduğum bir şeyi tekrar edeceğim. “kadını beyanı esastır” cümlesi yerine “kadının beyanı delildir” ifadesinin kullanılması daha doğru olurdu, bence. ama ilki artık değiştirilemeyecek kadar yerleşti. 

 

bu ifade esasen, erkek şiddetine ilişkin davalarda, başka davalardan farkı olarak, ispat yükünün suçlanan erkeğe ait olduğuna işaret ediyor. bu, kimin daha güvenilir ya da inanılır olduğuna dair bir ilke değil. devletin ve sistemin, azınlıkta kalanları, baskı altında olanları daha az güvenilir bulduğu doğru olmakla birlikte bu ilke, bu ayrımcılığı tersine çevirmek için, azınlıkta ve/veya baskı altında olanın –örneğin bir eşcinselin– beyanının öyle olmayandan –örneğin bir heterodan– daha “esas” olduğu anlamına da gelmiyor. 

 

bu ilke, kadınlarla erkekler arasındaki her anlaşmazlık durumunda da geçerli değil. örneğin çalışma koşullarına ilişkin bir davada, güler sabancı’nın beyanı bir erkek çalışanından daha “esas” değil. bir erkeğin bir kadının evini soyması durumunda ya da bir kadının bir erkeğin cüzdanını çalması hallerinde de aralarında herhangi birinin beyanının “esas” olması gibi bir ilişki yok.

 

erkek şiddetine dair soruşturmalarda kadının beyanı delil sayılmasının birkaç sebebi var. kadınlar, şiddete maruz kaldıklarında bir de toplumun baskısıyla karşı karşıya kalıyor. bekâretin önemli olduğu veya bir kadının itibarının partnerlerinin sayısıyla ters orantılı sayıldığı toplumlarda, tacize ya da tecavüze uğramış bir kadın “kirlenmiş”, “değersizleşmiş” sayılıyor. ayrıca hemen her toplumda, şiddete maruz kalan kadınların, buna davranışlarıyla sebep olduğu iddia ediliyor. eğer cinsel şiddet söz konusuysa giyimi, konuşması, belli bir saatte belli bir yerde bulunmuş olması sebep gösteriliyor ya da erkeğe itaat etmediği için şiddeti “hak ettiği” düşüncesi hakim. yani bir kadın şiddete maruz kaldığını açıklayarak kendisi için, failinki kadar zor bir süreç başlatıyor. çok önemli bir sebep daha var;  cinsel suçların genellikle fail/failler ile mağdurun baş başa olduğu ortamlarda, şahit olmadan işleniyor.

 

bu ilkeye dair şu yakıştırma doğru değil; bir erkek suçlandığı fiili işlemediğine dair kanıtlar ortaya koyduğunda –örneğin o saatte başka bir yerde olduğunu kanıtladığında– kadının beyanına göre karar verilmiyor! kadının beyanı, soruşturma açmak için yeterli bir delil sadece. 

 

kabataş/nişantaşı

 

kabataş olayını tekrar düşünmemiz için sebepler var. gezi direnişine katılanlar –ve bugün kendini muhalefette sayanlar, iktidara muhalif olanlar– arasında, örtülü kadınların siyasal islamcılığın biricik temsilcisi olduğuna inananlar olduğunun ve kadın düşmanlığının bir biçimi olan bu düşünceyle, o sırada onlara düşmanlık etmeye kalkışabilecekler var. 

 

örneğin geçtiğimiz günlerde neş’e akkaya’ya saldıran eray çakın’ın, kendisini muhalif olarak tanımlamasa da akp’ye karşı oy veren biri olması ihtimali çok yüksek. akkaya’ya vururken sarf ettiği, “burada yaşamayı hak etmiyorsunuz, git gaziosmanpaşa’ya” sözü, dindar müslümanların, cumhuriyet’in kurucu serveti sayılan kesimin yaşadığı teşvikiye’de oturacak servet ve görgüye sahip olmadığı fikrine dayanıyor ki bu kökleri eskiye dayanmakla birlikte toplumsal temelleri çok zayıflamış bir fikir. olayı sosyal medyada paylaşanların neşenur akkaya’nın akademisyen olduğuna dikkat çekmesi de bu fikirle bağlantılı çünkü örtülü bir kadının o semtteki varlığını gerekçelendiriyor. erkek şiddetiyle karşı karşıya kalan kadınların mesleğini söyleme adeti yok; “akademisyen” olduğunu söylemek aslında o semte çalışmak için gelmediğini, oranın sakini olacak bir gelir ve itibara sahip olduğunu söylemek anlamına gelmiyor mu? o semtte yaşamayan, oraya temizlikçilik, kasiyerlik ve benzeri bir iş için gelmiş yani oranın sakini olmayan bir kadın parkta oturma hakkına sahip değil mi! bu türden fikirlerin, rezil olmanın yanı sıra türkiye’de siyasal islam’a epeyce ideolojik mühimmat sağladığı malum. diğer yandan eray çakın’ın sarıklı da olsa bir erkeğe aynı şeyi yapamayacağını, bunu aklına bile getirmeyeceğini siz de takdir edersiniz. bu, sadece fiziksel olarak bir erkekle baş edemeyebileceğini düşünmesinden değil, bir kadına talimat verebileceğine inanmasından kaynaklanıyor. (o kadını, talimat vereceği bir sınıf/gelir grubunda sayma ihtimali de yüksek tabii!) bir kadına atfedilen siyasal ya da sınıfsal kimliğe odaklansa da bu saldırıyı erkek şiddeti olarak tanımlamamızın sebebi bu.     

 

kabataş’a dönersek… bu olayda kadının beyanını basın yoluyla öğrendik. sonra poliste verdiği ifade de paylaşıldı. fakat fail meçhul ve kolektif bir özne. daha önemlisi, bir temsil olan o kolektif öznenin muhayyel olabileceğine ilişkin çok fazla işaret var. bu işaretlere dair soru sormak ne röportaj yapan gazetecilerin ne de polislerin aklına gelmiş. ikinciye şaşırmıyor, birinci karşısında bir gazeteci olarak hayal kırıklığı duyuyorum. o kolektif özne ve temsil nedir? bir düşünelim, kadıköy’den kalkan bir vapurda, sayıları yüzü bulan, deri pantolonlu, bandanalı –ve havanın henüz ısınmadığı günlerde olunmasına rağmen– üstü çıplak seyahat eden bir grup erkek kimsenin dikkatini çekmeyecek, olağan bir durum olabilir mi? bu, laik yaşam tarzına dair bir temsildir ve bir dakika bile düşünen aklı selim sahibi bir istanbullu bunun muhayyel olduğunu takdir eder. laik yaşam tarzının hakim olduğu varsayılan, sayın cumhurbaşkanımızın “bunlarr” diye andığı seçmenin bulunduğu bilinen kadıköy böyle bir yer mi, böyle bir yer miydi? dünyanın neresinde olsa dikkat çekecek o grup, kuş uçsa fotoğraflayan insanların ilgisini hiç çekmemiş olabilir miydi? 

 

ne deri pantolona ne bandanaya ne de erkeklerin üstleri çıplak gezmesine itirazım olur. ama kabul edelim ki epeyce nadir görünen bu kostümün olağanlaşmış gibi sunulmasının, laik hayat tarzına dair bir çarpıtma, dolayısıyla politik bir saldırı olduğu açık. 

 

gezi/tahrir

 

kabataş’ı tahrir’in mavi sutyenli kız’ıyla karşılaştırmak istiyorum. o vakada sadece bir fotoğraf var;  yerde, çarşafı sıyrılmış bir kadın kot pantolonu ve mavi sutyeniyle kalmış, yere düşürenin de, çarşafını çekenin de devlet güçleri olduğu belli, kadını kimliğini açık eden hiçbir şey yok. kabataş vakasında ise, beyanda bulunan kadının kimliği, ailesi açık (çünkü o bilgiler yani bir belediye başkanının gelini olmasının, kayınpederinin erdoğan’la yakınlığının, olayın vahametini artırdığı düşünülüyor ve o yüzden manşetlerde dahi var) ama sadece kendisine yakın gazetecilere konuşuyor. onun beyanını delil saymak tabii ki doğru ama yanında durmak için bir tür soruşturma olması gerekirdi, bence. 

 

tahrir’le ilgili bir hatırlatma yapmak istiyorum. tacizin olağan sayılan bir toplum olduğu mısır’da politik olarak karşı karşıya gelen tüm taraflar erkek şiddetine adeta bir araç olarak başvurmuştu. mavi sutyenli kadınla simgelenen polis şiddeti kadar alanı dolduran erkeklerin şiddeti de vardı. meydan kadınlar için güvenli bir yer değildi, yine orada gerçekleşen dehşet verici bir tecavüz girişimini, görüntülerin flulaştırıldığı, olup bitenin altyazıyla aktarıldığı kaydı hatırlayanlar vardır. kadınlar alanda, erkek güruhlarının eline düşen başka kadınları kurtarmak için özel teknikler uygulayan, sıradan araçlarla –yanıcı spreyler, çakmak– onları erkek gruplarının elinden alan timler kurmuştu. meydandaki, ortak bir dava için, birlikte mücadele verdikleri erkekler en az polisler kadar acımasızdı kadınlara karşı, çünkü bu kalkışmanın erkeklerin işi olduğuna inanıyorlardı, alanın çoğunluğu ihvancıydı yani sayın cumhurbaşkanımızın yol arkadaşları… rabia desem hemen hatırlarsınız. kadınlar, “burası bizim de meydanımız, tahrir’i terk etmeyeceğiz” derken hem asker ve polis şiddetine hem de birlikte direndikleri erkeklere meydan okuyordu. 

 

hiç üzülemem valla!

 

erkek şiddetinin, erkeklerin politik düşüncelerinden bağımsız olduğunun farkındayım. ama kolektif ortamların ortak kabulleri de oluyor; zaten karma ortamlarda bulunan feministlerin hiçbir etki yapmaması mümkün mü?  işaret fişeklerinden birini kürtaj yasağına karşı protestoların oluşturduğu, sokağa çıkanların en az yarısının kadın olduğu direnişte de, lgbti+ hareketin önemli bir parçası olduğu gezi parkı’nda da erkek egemenliği vardı tabii; o egemenliğin göstergeleri arasında sadece cinsiyetçi küfürler değil, siyaseti, devrimciliği tekelinde sayan bilmiş erkekler de var. ama park türkiye’de, tacizin en az yaşandığı “erkekli” ortam olabilir. bu bir tesadüf değil, hem az da olsa ortaklaşılan değerler hem de feministlerin varlığı, gücü ve müdahalesi bunu sağladı. ama şunu da söylemeden geçmek istemem; ne parkta ne direnişte ne de gündelik pratiklerde feminizm bir tür erkek şiddeti savma işleviyle sınırlanabilir. 

 

türkiye’de müslüman kadınların islamcı kadınlar tarafından temsil edilmediği açık. islamcı kadınların dahi tek bir temsili yok. görüşü, inancı, ulusal kimliği hatta sınıfından bağımsız olarak her kadın şiddet riski altında; kadın olmanın dışındaki kimlikleri erkek şiddetiyle baş etme konusunda avantajlar sağlayabilir ya da şiddeti katmerli hale getirebilir. feminizmin ve daha genel olarak kadın kurtuluş hareketinin şiddete, baskıya ve patriarkal sömürüye karşı mücadelesinin her kadının hayatını olumlu etkileyen sonuçları oluyor, olacak. bu ara muhaliflerde zuhur etmiş bulunan, kendileri gibi düşünmeyen birinin sistem ya da iktidar yüzünden mağdur olması karşısında “hiç üzülemem valla” refleksi apolitik ve mücadeleyi, örgütlenmeyi kavimleşme saymakla ilgili. her kadın feminizmin derdi, her erkek feminizmin hedefi. ama bu, politik kimlikleri yok saymak anlamına gelmiyor. her kadının yanında olmak her kadınla yan yana durmak anlamına gelmiyor. 

 

fatih sultan mehmet/kadem

 

fatih sultan mehmet üniversitesi’ndeki malum etkinlikle ilgili, bu çerçevede düşünmeye çalışalım. akademi, politika dışı ve eleştiriden muaf bir kurum değil. dolayısıyla herhangi bir etkinliğin akademik bir çerçevede gelişmesi, onu politika dışı ve eleştiriden muaf kılmaz. kadem’in, cinsiyet eşitliğine karşı kullandığı toplumsal cinsiyet adaleti, dünyanın farklı yerlerinde, feministlerin, kesişimselliğe dair teorilerden ilhamla, eşitlik kavramını genişletmek üzere başvurduğu bir kavram. kadem, bu terimi bağlamından kopararak, amerikan muhafazakârlığından ödünç alınan tezlerle, eşitlik ve eşit haklar fikrine karşı kullanıyor. 

fatih sultan mehmet üniversitesi, kadem’in bu konuda düzenlediği kongrelerin partnerlerinden biri. diğer etkinliklere kimlerin katıldığını bilmiyorum. ama git gide otoriterleşen, analiz edilirken faşizm kavramına başvurulan, en ciddi politik hamlelerinin bazıları, cinsiyet ve cinsellikle ilgili konularda olan bir iktidarın, bu alandaki politikalarının üretildiği kurumlarla herhangi bir ilişki içine girmek, o iktidarın bu alandaki temsilcileriyle yan yana durmaktan başka ne anlam taşır? üstelik, geçmişteki entelektüel/akademik desteğini kaybetmiş, o desteğe ihtiyacı olan iktidarın, en azından bu alanda arayıp da bulamayacağı bir fırsat olmaz mı bu? 

trans dışlayıcılık, güncel tartışmalar içinde çok önemli bir konu olmakla birlikte, bu etkinliği bu çerçevede tartışmanın yanıltıcı olduğuna inanıyorum. istanbul sözleşmesi’nden vazgeçmiş bu insanlarla yan yana durmaya itirazı olmayan tüm yol arkadaşlarımız –farklı ya da benzer fikirlerde olsak da– bizler için büyük hayal kırıklığı. başka kadınların, başka feministlerin de benzer bir hayal kırıklığı yaşadığını bilerek, bu hayal kırıklığını, hüzünlü öfkeyi, hüsranı aktarmak ve bundan başka feminizm var demek için yazdım bu yazıyı. fazla uzun oldu, sonuna varacak sabrı gösteren herkese teşekkürler. 

yazıyı başta andığım o sıçrama ânıyla ilgili bir temenniyle bitirmek istiyorum. gezi’nin bir dahaki yıldönümünün, tıpkı gezi gibi, “her yer taksim, her yer direniş” olacak şekilde, bulunduğumuz her yerde, 2013’te deneyimlediğimiz, gezi’nin ayırt ediciliği olan bütün yaratıcılığımızla, orada bulunan hiçbir kesimi unutmadan kutlanacağına inanıyorum.   

 

Kapak görseli: “dolunay 4,” selma gürbüz, 2008.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

Yerkek şiddetiyle mücadelede bundan sonra nereye  
erkek şiddetiyle mücadelede bundan sonra nereye  

şiddet, itaat ettirmenin yollarından biri, kadınlar kendi kararlarını vermekte ısrar ettikçe, eşcinseller ve translar görünürlüklerinden ve haklarından vaz geçmedikçe yükselir, mücadeleyle geriletilir.

MEYDAN

Yçirkinlik hakkı ve diğer şeyler
çirkinlik hakkı ve diğer şeyler

Mesela kişisel bakım kadınlar tarafından, erkekler tarafından yapıldığından daha fazla yapılıyorsa, bu bir eşitsizliğe işaret etmez mi?

MEYDAN

Ynasıl konuşalım?
nasıl konuşalım?

tartışma “bizden” olmayanları “ayıklama” süreci değil, birbirimizin fikrini anlama, birbirimizi ikna etme, mümkünse ortak noktada buluşma süreci. 

MEYDAN

Yfeministin sömürgecilikle imtihanı
feministin sömürgecilikle imtihanı

kesişimsel olsun olmasın, feminizm kadın haklarını savunmaktan ibaret değil.

Bir de bunlar var

Möpçatanlar
Denetimli Serbestlik Kanunu’na Kısmi Veto Çağrısı
İstanbul Feminist Kolektif Kadınları Mahkemeye Çağırıyor

Pin It on Pinterest