Bir döviz asmıştık, “Yaşamın kırıntılarını değil, kendisini istiyoruz” diye Kadın Savunma Ağı’nda. Bunu birlikte yapacağız, ilk adım bu. İktidarın baskılarının ötesinde halkın kurduğu dayanışmanın ve direnişin çok daha güçlü olduğunu bize yeniden hatırlatan bir deneyim oldu bu. Tam olarak buradan yeşeren bir umut var.

MEYDAN

Ya Depremden Sonra?: Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği ile Röportaj

 

6 Şubat 2023 tarihi hem mecazen hem de kelimenin gerçek anlamıyla Türkiye için önemli kırılma noktalarından birini oluşturdu. Geçtiğimiz üç ayda toplum olarak yaşadıklarımız, tanık olduklarımız her birimizde öyle devasa bir ağırlık ki, taşıyabilmek için birbirimize omuz vermekten, dayanışmaktan başka çaremiz olmadı. Birbirimize emanet olduğumuzu olanca netliğiyle gördüğümüz bu süreç devam ederken, bundan sebep biraz soluklanıp “Biz ne yaşadık?” ya da “yaşıyoruz?” demek istedik. Bunca ihmalin, “yok”luğun içinde umudumuzu da inşa etmek zorunda kaldığımızdan olacak, yaşananların kaydını kendimizce tutmak, birbirimize kulak vermek ve tartışabilecek bir alan açmak istedik. Tartıştıkça kendimizi ve birbirimizi anlamanın yollarını bulacağımıza, sorumluluk ve suç arasındaki ilişkiye dair heybemizdekileri ortaya koyabileceğimize, yüzleşmenin kapılarını aralamak için güç toplayabileceğimize inandık. Bunu yaparken yalnız olmadığımız bilgisine, o ihmallerin ve “yok”luğun içerisinden çıkan kendiliğinden bir araya gelişleri hatırlamanın önemine, örgütlenmenin farklı yüzlerini görünür kılmaya ve birbirimizi dinlemenin, duymanın gücüne tutunmak istedik. Velhasılı kelam bu büyük kırılmanın sonrasına yapmak zorunda olduklarımızın da bilinciyle bakmak istedik. Bu sebeple “Ya Sonra?” söyleşi serisinde deprem bölgesinde 6 Şubat 2023 tarihinden bu yana farklı başlıklarda bir araya gelerek faaliyet yürüten kişilerle, inisiyatiflerle, meslek örgütleriyle ve kavramsal sınırların ötesine geçen atipik örgütlenmelerden gönüllülerle konuşmayı planladık. Böylelikle hem sahadaki gönüllülerin deneyimlerini görünür kılmayı, hem bu deneyimi ilerisi için neye dönüştürebileceğimizi tartışmayı, hem de bu söyleşiler vasıtasıyla kendimizce bir gönüllü deneyimleri arşivi oluşturmayı hedefledik. Arşivin kendisinin de bir mücadele alanı olduğunun bilinciyle… İlk söyleşide yaşananın toplumsal bir travma olması sebebiyle sahadaki psikologlara yüzümüzü dönerek deprem ve sonrasında ruh sağlığımız üzerine TODAP’tan (Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği) psikologlar ile konuştuk.

 

 

Hem depremden doğrudan etkilenen illerden diğer illere doğru göç, hem de kamu kurumlarının yetersizlikleri dolayısıyla ortaya çıkan kaygı ile tüm topluma yayılan bir travma söz konusu. Bu sebeple depremi yalnızca on il ile sınırlı değil tüm Türkiye genelinde değerlendirmenin daha doğru olacağını belirtiyorsunuz 24 Mart tarihli değerlendirme raporunuzda. Bu toplumsal travmayı nasıl tariflersiniz?

 

Aslı: Toplumsal travmaları doğal afetlere dayalı travmatik yaşantılardan ayıran şey insan eliyle olması. Örneğin işkenceyi ya da savaş suçlarını toplumsal travma olarak ele alıyoruz ama son zamanlarda doğal afet tanımlamasına girebilecek sel, yangın, deprem gibi kimi olayları küresel ısınmayla ya da çarpık kentleşmeyle birlikte düşündüğümüzde bunların insan elinden çok da bağımsız olarak değerlendirilemeyecek şeyler olduğunu görüyoruz. Bu yüzden belirli bir bölgeyi etkileyen doğal afetten değil, ülkenin tümünü etkileyen bir toplumsal travmadan bahsediyoruz. Sizin de dediğiniz gibi, deprem ve sonrasında yaşananlar sadece deprem bölgesiyle sınırlı kalmadı, Türkiye’nin geneline yansıdı. Bir yandan depremzedelerin bir bölümü Türkiye’nin çeşitli illerine gitmek zorunda kaldılar, diğer yandan bölgede kalanlara ve onlar üzerinden bize yaşatılanlara bakıldığında kamu kurumlarının bölgede olmayışını vb. gördük. Hepimiz şunu biliyoruz: Türkiye pek çok fay hattının geçtiği bir yer. Dolayısıyla depremin ardından yaşanan çaresizlik, yalnız bırakılma, kurumların yetişememesi ya da insanlar bütün öz güçleriyle seferberlik halindeyken bu seferberliğin engellenmesi ciddi bir güvensizlik ortamı, belirsizlik ve yalnızlık duygusu yarattı. Bunun bizim de başımıza gelebileceği bilgisiyle beraber diğer illerde yaşayanların da travmatize olmasına sebep oldu.

 

Cumhuriyet tarihinin en büyük depreminden bahsediyoruz, ancak, depremin şiddetinin ötesinde şahit olduklarımız da var: Sosyal medya çağrılarını hepimiz gördük, whatsapptan yazılan mesajlar her birimize ulaştı. Bir gece uykundan uyanıp yalınayak dışarı çıkıyorsun, dışarıda yağmur var ve senin hiçbir şeyin yok. Bir yandan, evet, birbirimize uzak, hatta başka politik görüşlerde insanlar olabiliriz ama buluştuğumuz yer insan olmak; özdeşlik kurduğumuz yer burası. Sokağa fırlatılmışsın adeta bir yeni doğan gibi ve birinin sana ulaşması gerek. Bir yerde yaşananları oradan binlerce kilometre ötedeki biri bugün görebiliyor, tanıklık ediyor. Bilip ettiğin ama elinin ulaşamadığı bir durum olarak bunun kendisi zaten çaresizlik yaratan bir şey. Dolayısıyla bu durumun sadece Türkiye’de yaşayanlar için değil, Türkiye’yle bağı olan ve dünyanın başka yerlerinde yaşayan pek çok insan için zorlayıcı bir deneyim olduğunu ve travmatik gücü olabilecek bir yaşantı olduğunu söyleyebiliriz.

 

Bilge: Bu ülkede zaten politik bir travma uzun senelerdir var ama böyle zamanlarda daha çıplaklaştığını görüyoruz. Bu kadar çıplak, bu kadar somut bir gerçeklik karşısında o özdeşimi kurmak biraz daha kolaylaşıyor, çünkü kendimizi soyutlayamadığımız, İstanbul’da da beklenen bir deprem var. Şahsi korkum oturduğum binanın yıkılması değil, sağlam bir bina ama depremden sonra camı açtığımda göreceğim manzaradan ve bu acıların tekrar etmesinden korkuyorum. Dolayısıyla deprem bölgesinde kamu otoritelerinin isteyerek halkı yalnız bıraktığı bir ülkede bu özdeşimi kurmak, böyle bir çıplaklık karşısında çok kaçınılmaz oluyor.

 

Betül: Samandağ’da moloz döküm yerleri çadır kentlerin karşısında olduğu için, Samandağ halkı yaşam nöbeti tutuyordu. Nöbet tutan halka saldırı oldu, biber gazı sıkıldı. Bu olayla ilgili twitterda biri 10 Ekim Ankara saldırısı sırasında da bomba patlamışken polisin insanlara biber gazı sıktığını hatırlatmış. İktidar, 10 Ekim’de yaptığını şimdi de depremden etkilenenlere yapıyor ve yarın da başka bir durumda yine benzeri bir şeyler yapabileceğini biliyoruz. Bilge’nin de dediği gibi, bizim bu özdeşliği kurmamız hiç zor değil, çünkü çok açık ve çıplak bir ihmal var, hatta bilinçli bir terk edilmişlik.

 

 

TODAP olarak deprem bölgesinde sahada çalışma yürüttünüz. Afet yönetiminin toplumsal cinsiyete duyarlı planlanmamasının sonuçlarını en yakıcı şekilde deneyimlediğimiz bu süreçte özellikle kadınlar, LGBTİ+ bireyler bakımından hangi kırılma noktaları ön plana çıktı? 

 

Bilge: En çok öne çıkan şey, bakım emeğinin tekrar misliyle kadınlara yüklenmesi durumu. Zaten var olan toplumsal eşitsizliğin üzerine bir de böyle bir olay yaşandığında eşitsizlik daha da keskinleşmeye başlıyor. Bakım emeği vermek de zorlaşıyor, çünkü bulaşık makinesi, çamaşır makinesi yok; kadınlar çamaşırları leğende elleriyle yıkamak durumunda kalıyor. Deterjan derdine düşenler de kuyruklara girenler de yine kadınlar oluyor. Bu anlatacaklarımı Betül’den öğrenmiştim ama şimdi konuşuyorum diye aktarmamın bir sakıncası yoktur herhalde. Erkekler çocukları için malzeme almaya geldiklerinde çocuğunuz kaç yaşında diye sorulunca (eliyle boyunu göstererek) “şu kadar” diye cevap veriyorlarmış. Çocuğun yaşını bile bilmiyorlar. Oysa kadınlar bize geldiğinde çocuklarını soruyor. Biz de diyoruz ki, ama siz nasılsınız? Belki kendilerine bakmaya bile kendilerini layık görmüyorlar o durumda, çünkü zaten yılların verdiği bir ihmal edilmişlik var. Bu çok göze çarpıyor: bakım emeği ve bunun sadece fiziksel değil psikolojik yükü. Bunun dışında tabii ki kadınların hijyen ürünü gibi ihtiyaçlarının görmezden gelinmesi durumu var. Şöyle bir şey yaşamıştım: Ped almak isteyen yaşlı kadınlara ped verilmiyordu. Sonra düşündüm ki iç çamaşırı yok ve belki kirlenmemesi için o pedi almak istiyor. Çünkü bölgeye iç çamaşırı gitmiyor ve vajinal enfeksiyonlar söz konusu. TTB ile köyleri dolaşmıştık, orada da birçok kadının vajinal kaşıntı, akıntı, yanma gibi şikayetlerinin olduğunu gördük, çünkü bu süreçte kadın sağlığı ilk ihmal edilen şeylerden birisi oldu.

 

Aslı: Burada cinsiyetçiliğin yaşçılıkla kesiştiği bir yer var. İç çamaşırı diyoruz ama mesela alta kaçırma yaşlandıkça erkeklere kıyasla kadınlarda daha fazla. Zaten iç çamaşırı yok, hijyenik bir ortam yok. Bir yandan da alta kaçırma gibi bir durumu olan yaşlı bir kadının ped istemesi ve yaşlısın diye pedin ona verilmemesi, onun gözetilmemesi var… Yaşlıları da ayrıca ayrıcalıksız bir grup olarak değerlendirebiliriz. Bez ihtiyacından bahsedilince çocuk bezi gidiyor ama hasta bezi daha az akla geliyor. Bir de ihtiyaçlar için kuyruklarda bekleyen kadınların çoğu orta yaşlı kadınlar. Sandviç kuşak da deniyor bu yaş grubuna; hem çocuğa bakım veren hem yaşlıya bakım veren, yanı sıra da kocası için de külot soran kadınlar…

 

Bilge: Bir aile vurgusu var. Örneğin çadırı “aileye” vermek gibi. Şiddet konusuna tabii ki çok rastladık bu dönemde. Depremden önce eşiyle ayrı evlerde yaşayan, şiddete maruz bırakılan kadınlar şimdi küçücük bir alanda, çadır ortamında bu şiddet yaşantısına devam etmek zorunda ve koruyucu mekanizmalar çalışmıyor, bu sorun öncelikli görülmüyor. Herhangi bir çözüm mekanizması işlemiyor, işleyeceğine dair bir inanç da yok. Polisten korkan kadınlarla da konuştum, karşılaştım. Güya orada koruma amacıyla bulunan polis ve asker kadınlar için zaten yıllardır var olan travmaların bir tetikçisi ve koruyucu bir işlev görmüyorlar. Daha çok korkutucu olarak var oluyorlar. Belki depremden önce boşanma sürecinde olan kadınlar şu an hiçbir şey olmamış gibi küçücük bir çadırda kalıyor, şiddete maruz kalmaya devam ediyor. Şiddet konusu da büyük bir kırılma oluyor. Şunu da ekleyeyim: Kuyrukta çocuklarının, eşlerinin ihtiyaçları için bekleyen kadınlar bu durumun verdiği çaresizlik ve mahcubiyet duygusunu da üstleniyor. Bu da bakım emeğinin bir parçası ve gelip “dilenci gibi hissediyorum” diyorlar. Bu psikolojik yükü de yine onlar karşılamak durumunda kalıyor.

 

 

Anlattıklarınızdan kadınların duygusal emek süreçlerini afet bölgesinde de olanca netliğiyle görebildiğimizi anlıyoruz. Yani fiziki olarak o emek sürecinin içinde bulunmanın yanında zihinsel süreçler de, yani bütün o süreci planlama, duygusal emek, tüm bunların hepsi orada bütün ağırlığıyla devam ediyor.  Peki LGBTİ+ bireyler açısından söyleyebileceğiniz, kırılma noktası budur diyebileceğiniz şeyler var mıdır? 

 

Bilge: LGBTİ+’lar açısından aktarabileceğimiz pek bir gözlemimiz yok. Aslında elimizde LGBTİ+’lara dair bir veri olmaması da önemli bir işaret, çünkü hiç karşılaşmadık. Bir yaşam talebiyle kendilerini gizlemek durumunda kalıyor lubunyalar ama Kadın Savunma Ağı’ndaki arkadaşlarımızdan duyduklarımız var. Yardım alabilmek için yüzlerini kapatan transların olduğunu söylemişlerdi. Antakya’da bir lubunya çadır kent kurma düşüncesi vardı ama arkasında bir kurum olmadan lubunyalar için güvenli bir alan kurmak mümkün olmuyor tabii.

 

O boşluk da çok şey söylüyor, LGBTİ+’ ların yokluk hali… Buradan belki üçüncü soruya geçebiliriz. Sahada çalışma yürüten görevliler ve gönüllüler açısından da depremin dönüştürücü etkileri oldu. Sizler gibi psiko-sosyal destek sunmak amacıyla deprem bölgesinde bulunan gönüllüler bu deneyimi nasıl yaşadı? Sahada faaliyet yürütenler kendilerini gözetmek için sahada ve sonrasında neler yapabilir? Bu konuda nasıl çalışmalar mevcut?

 

Betül: Hepimiz için zor bir deneyim oldu, gidenler için de gitmeyenler için de. Gidenler olarak neyle karşılaşacağımızı bilmiyor olmamıza ragmen, gittiğimizde zannettiğimizden çok daha iyi hissettiğimizi fark ettik, aramızda da konuştuk, İstanbul’da olmaktansa orada üşümek, orada uyuyamamak… İlk hafta gitmiştim ben, daha iyi gelmişti ama tabii ki orada kalmanın çok zorlu yanları var. Ne için gittiğiniz, nasıl bir niyetle gittiğiniz de önemli. Merhamet gibi yukarıdan bir duyguyla ya da yardım gibi yukarıdan bir anlayışla gitmek değil de dayanışma gibi daha eşit bir yerden kurmak önemli, çünkü biraz da “Bir şey gitsin de nasıl giderse gitsin ya da nereden giderse gitsin” gibi bir algı da var. Zaten birçok açıdan kontrol duygularının hasarlandığı bir grup insan var orada ve depremin gerçekleştiği bölgelerde de normal şartlar altında da dezavantajlı gruplar -Kürtler, göçmenler, Araplar, Aleviler… Orada “öfkeli gönüllüler”le ya da “al git” tarzında yaklaşımlarla da karşılaştık. “Senin şu anda buna ihtiyacın var, montsa bu, al bunu git, mont işte” ama karşınızdaki insan bazen sizin verdiğiniz o montu  istemiyor. Bu durum gönüllülerde bazen gerginliğe, öfkeye neden olabiliyor, çünkü bazen de gönüllü, ben oraya gidip kendimi rahatlatıp bir şeye katkıda bulunacağım niyetiyle gidiyor. Bu da anlaşılabilir ama temel olarak şunu hatırlamak önemli: Biz insanların ihtiyaçlarını anlamak için buradayız. Eğer bir kişi için, verilen herhangi bir montu giymek değil de o montu seçerek kontrol duygusunu onarmaksa ihtiyaç, o kişinin bu ihtiyacını görmek önemli olmalı. Çünkü aslolan bizim oraya gidip orada bugün üç kişiyi giydirdim gibi bir tatmin duygusunu hissetmemiz değil.

 

İzmir depreminin ardından da konuştuk; İstanbul’un karmaşasında ve kalabalığında yaşanacak depremle birlikte korkunç şeyler canlanıyor zihinlerde. Birçoğumuz kötü evlerde kalmaya mecburuz, çünkü bu ekonomik koşullarda ancak buna yetiyor gücümüz. Zaten barınmayla ilgili bir kaygımız var. Bir de deprem bölgesindeki ihmalleri, terk edilmişliği görüyoruz ve öfke hissediyoruz. Bu öfkeyi doğru yere yöneltmemiz zor ya da biz doğru yere de yöneltebiliriz ama bu siyasal koşullar yapacak bir şey bırakmıyor bazen. İstanbul’a döndüğümüz süreçte depreme dair bir eylem vardı. Eylem alanına bile abluka yüzünden giremedik, gözaltılar oldu. Aslı demişti, “Öfkemizi akıtmak istedik, onu bile yapamadık ve sonra öfkemizle kalakaldık.” Böyle zamanlarda biraz elimizin altındakine, kendimize yönelebiliyor bu öfke, bir suçluluğa dönüşebiliyor. Aslında iktidarda olması gereken sorumluluğu üstümüzde hissettik. Belki yediğimiz içtiğimiz bir şeyden utandık, belki yattığımız yataktan ama şunu hatırlamak gerekiyor: Bazı araçları elinde bulunduran bazı kurumlar var ve ihtiyaçları karşılamak kurumların sorumluluğudur. Biz oraya gönüllülükle gidiyoruz, dayanışma amacıyla gidiyoruz ve maalesef bizim fiziki kaynaklarımız da içsel kaynaklarımız da sınırlı. Kimi arkadaşımızın on beşinci günde kimi arkadaşımızın üçüncü günde kendi içsel kaynaklarını tüketip, artık benim gitmem gerekiyor, dediği yerler oldu.

 

Hem gönüllülerin öz bakımı için hem oradaki insanların iyiliği için rotasyonu sağlamak çok önemli çünkü kaldıkça sinirler geriliyor, öfke, üzüntü hissediyorsunuz. Bunu özellikle de erkek gönüllülerin akıtabileceği “zayıf”, depremden etkilenen insanlar ve kadınlar var. Mesela biz giyim çadırında da çalıştık bir süre, özellikle giyim çadırında kadınlar çalışıyordu. Erkekler gelmiyordu çünkü kıyafetleri almaya gelenler kadınlar. Çok doğal olarak hızlıca gelip almak istiyorlar, bazen içeride karmaşa olabiliyor. Biz kadınlar bunu çok daha iyi yönetebiliyorduk ama bir erkek gönüllü geldiğinde bağırmaya başlayabiliyordu depremden etkilenen kadınlara. Orada böyle birbirimizi de gözetmek önemli. Yani dönüp dinlenip geri dönmek aslında hepimiz için çok daha iyileştirici. Zaten döndüğümüzde de bir süre kabuslar gördük, kimimiz çok yedik kimimiz hiç yemedik, ben de o çok yiyenlerden, depremden sonra 3-4 kilo alanlardanım. Orada da götürdüğüm bisküvileri yedim sürekli, çünkü büyük bir yıkımın ortasındayız, bir varlık hissetmek istiyoruz ve yiyerek bir varlık hissediyoruz ya da kontrol duygumuz zedeleniyor, biri bedenini yiyerek kontrol ediyor, diğeri yemeyerek. Birtakım hasarlanmış duygularımızı onarmaya çalışıyoruz.

 

Aslı: Oraya hangi döneminde gittiğimiz de çok önemli. Betül Maraş’a gittiğinde ilk zamanlardı.

 

Betül: Beşinci gün, 10-15 Şubat arası oradaydık.

 

Aslı: Biz de 17-25 Şubat’ta Antakya’daydık. Sonra Mart ayı sonunda Malatya’daydım. Gittiğimiz farklı dönemlerde -tabii farklı bölgelerden bahsediyoruz- koşullar da farklıydı. Genelde bir afetten sonra hangi döneminde olursa olsun afetten etkilenen insanla karşılaşacaksak bunun makul ortalama süresinin 10 gün olduğu söyleniyor. Çünkü sen de afetten etkilenen o kişiyle benzer durumdasın; hem fiziksel olarak benzer sıkıntılar yaşıyorsun, hem de bir süre sonra oradaki duygu sana da sirayet ediyor. Sonra seni de yoran bir yere geliyor, çünkü sen orada erzak dağıtansın, psikolojik destek verensin, doğrudan etkilenen değilsin. Bu fark da daha fazla ortaya çıkmaya başlıyor ve eşitsizlik söz konusu oluyor. Betül’ün Maraş’ta gözlemlediği şeye katılıyorum. Biz de şahit olduk. Hakikaten erkeklerle kadın gönüllüleri kıyasladığımızda kadınların ötekini gözetmeye daha çok meyilli olduğunu gördük, çünkü doğduğumuzdan beri zaten ötekini gözetmeye yönlendirilmişiz. Hem depremden etkilenenleri gözetiyoruz, hem de beraber gittiğimiz gönüllüleri. Erkeklerde bağıran, hizaya sokan davranışlar daha çok. O yüzden bölgeye gidenlerin bu cinsiyet farkını da düşünerek, sürekli birbirini gözetmesi ve gözetlemesi gerekiyor. Kamu kurumları kendi çalışanlarını korumak adına bile bir rotasyon yapmamış. Bu çalışanların depremden etkilenen diğer kişilerle kuracağı ilişkiyi bozacak bir şey. Onaracağı yerde yıkıcı bir konumda olmuş oluyor o insanlar istemeseler bile. En azından gönüllüler olarak biz bunu kotarmak durumundayız.

 

 

Bir taraftan, depremden etkilenen kadınlar ihtiyaçlarını söyleyebilmek için kadın gönüllüler görmek istiyor, bir yandan da gönüllü olarak deprem bölgesine gitmek isteyen kadınlar gündelik hayatın içindeki iş yükleri ya da bölgedeki koşulların kadınlar için zorluğundan dolayı oraya gidemiyor. Sizin buna dair gözlemleriniz var mı? 

 

Bilge: Mesela Kadın Savunma Ağı’nın bu eşitsizliği gözeterek bir kadın giyinme odası kurduğunu biliyoruz. Aynı zamanda Antakya’da Sevgi Parkı’nın yanında yıkılmamış bir okul vardı. Depremden etkilenenler ve gönüllüler okulun tuvaletini kullanıyorduk. Başka tuvalet de yoktu zaten. Bir prefabrik tuvalet konulmuştu ama onun da gideri yokmuş ve tuvalet taştı, kilitleyip gittiler. Sonra okulun tuvaletlerini de kilitlediler. Orada bir kadınla tanıştım. “Parkinson hastası olduğum için tutamıyorum, peçeteye yapıp nehre döküyorum, yapacak başka bir şey yok, artık tuvalete de almıyorlar bizi” dedi. Bizi artık neden almadıklarını öğrenmek için gidip sorduk. Verilen cevap “Burayı artık sadece polis, asker ve AFAD kullanacak” oldu. Sonra mücadele edip yeniden kullanmaya başladık. Bu sefer de kadın tuvaletlerini kitlediler. Ben sırf ilk katta polis ve askerle aynı tuvaleti kullanmamak için üçüncü kata çıkıyordum. 6.4’lük deprem olduğu zaman da oradaydık ve korka korka çıkıp tuvaletimi yapıp geri dönüyordum.

 

Aslı: Orada belediyelerden gelenlerin de polislerin de çoğu erkek, kadın polisler de vardı ama onların varlığına rağmen yine de kadın tuvaletleri kilitleniyor. Gözden ilk çıkarılan kadınlar oluyor.  Herkesin kullanımına açık olabilecek, suyun olduğu temiz bir mekân erkek bir alana dönüştürüldü.

 

Betül: Ben de giderken yanıma birkaç kıyafet almıştım ama üstümdekilerle geri döndüm, hiçbir şeyi değiştirmedim beş gün boyunca. Gerçekten değiştirecek alan yoktu. Gönüllülüğün şöyle bir yanı da var: Sen dışarıdan gelen iyi ve görece imkânları olan bir insansın ve karşındaki her şeyini kaybetmiş bir insan. Böyle bir acıma duygusuyla karşındakinin sınırlarının yok sayıldığı bir durum da olabiliyor özellikle çocuklarda, kadınlarda. Bu, hitap şeklinden bile anlaşılabiliyor. Mesela hiç tanımadığınız bir insana normal şartlarda “canım” diyemezsiniz ama depremden etkilenen bir kadına bunu diyebiliyorsanız, bunun kendisi bile o kişinin benliğini küçülttüğünüz ve yok saydığınız bir yere denk düşebiliyor. Şunu hep akılda tutmak lazım: Bir yetişkin kadın ya da bir çocuk söz konusuysa, yani sınırları ihlal edilen bir topluluğa aitse, o kişinin sınırlarını korumak önemli. Bir çocuğun da izni olmadan geçerken yanağını sıkmamak gibi. Gönüllülerin özellikle çocuklarla çok derin bağlantıya girmesinin riskleri var.

 

Birçok şeyini kaybetmiş insanlarla bir de bağ kurup gittiğinizde, geride boşluk bırakmanın kendisi de güzel bir his olmasa gerek arkada kalan için. Bir de böyle kucaklanıldığı, öpüldüğü ya da saygı duyulmak yerine acındığının hissettirildiği yerler çok yaralayıcı olabiliyor. Bilge’nin dediği gibi, temel ihtiyaçlarınız için bile saatler süren bir kuyruğa girmek insana kendini mahcup hissettiriyor. Dolayısıyla karşımızdakine, “Hala sana saygı duyuyorum,” “bunlar senin saygınlığını etkilemez ve değiştirmez” demeyi akılda tutmak lazım. Normal şartlarda “siz” diyeceğimiz birine yine “siz” diye hitap edelim.

 

Aslı: Sahaya gidip gelen, arama kurtarma çalışmalarına katılanlar da dahil olmak üzere depremden sonra orada bulunan herkes için ikincil travmatizasyon diye bir  kavramsallaştırma var. Bu kişiler belli derecelerde değişen bir biçimde ikincil bir travma yaşamış oluyor. Bu noktada psikososyal desteği ve dayanışmayı geri dönülen yerde de kurmak önemli. O yüzden İzmir, Ankara ve İstanbul’da psikososyal dayanışma ağı kuruldu. Bizler de oraya gitmiş gelmiş ve tekrar gitmeyi düşünenler olarak kendimizi iyi tutmakla, onarmakla yükümlüyüz ki bunu sürdürebilelim, çünkü çok uzun soluklu bir süreç olacak bu. Bu desteği oraya gidip gelen insanlar için de kurmak önemli.

 

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığı bildiğiniz gibi deprem bölgelerinde psikolojik ve manevi danışmanlık sağlayacak gönüllü öğretim üyelerine resmi bir yazı ile çağrıda bulunmuştu. Bu çağrının psikoloji, acil yardım ve afet yönetimi fakülteleri yanında İlahiyat Fakültesi ve İslami İlimler Fakültesi üyelerine de yapılmasını nasıl yorumluyorsunuz? Sahada çalışma yürütecek kişilerin hangi özelliklere haiz olması gerekli? 

 

Aslı: Deprem aslında süregiden eşitsizliği, anlayışı, olan biteni kesen, onun şiddetini açığa çıkaran, gösteren de bir şey. Bu noktada deprem öncesinde nasıl bir durum vardı? Manevi, psikolojik destek diye çok önceden hastanelerde zaten bunlar işletilmeye başlandı. İktidarın bir anlayışı olarak önceden de vardı bu. Mesela ilahiyat fakültesi mezunuysanız ve bir ilahiyat fakültesinde din psikolojisi yüksek lisansı yaptıysanız taşrada açılmış bir üniversitede psikoloji bölümünde başkan olabiliyorsunuz. Psikoloji alanına İslami bir yerden alan açılan üniversitelerde bu zaten halihazırda vardı. Bu süreçte de açığa çıkması bu sebeple şaşırtıcı değil ama bunun nasıl bir anlamı var şu an? Burada niyet sanki insanlara olan bitene dair tevekkül etmeyi öğütlemek. Bunun Allah’tan geldiğini söylemek, hesap sormanın, hak aramanın önüne geçmek, rıza göstermelerini istemek ve bunu ilahi bir yerden talep ederek yapmak… Bu da iktidarın lehine olacak bir şey.

 

Bunun yanı sıra bölgede köylere gittiğimizde ve orada çok temel ihtiyaçlar hâlâ karşılanamamışken, Diyanet İşleri çalışanlarının çocuklara hazırladığı pakette “Cemil Dede Fil Suresini Anlatıyor” diye kitap dağıttıklarını gördüm. Diş macunuyla beraber yetişkinlere “Zelzele Bahsi” diye Said-i Nursi’nin Risale-i Nur kitabından zelzeleyle ilgili bölümü içeren kitapçık dağıtıyorlar. Bu nedir ne değildir diye baktığımda hakikaten isyan etmemenin, kabulün, olan bitenin bir karşılığı olacağının, öte dünyada karşılık bulacağının telkini… İnanan insanlar için bunu kaderle açıklamanın son derece politik sonuçları var. Bunlar tabii ki önemli, kişinin olan biteni ve o travmayı kavramsallaştırması için gerekli, çünkü anlamlandırmak gerekiyor ki travmatik yaşantıdan iyileşebilesin. Bu, o kişinin yapacağı bir anlamlandırmaysa tamam ama bunu devletin yapmasını kasıtlı bir şey olarak görüyoruz. O kişinin öfkesini akıtması gereken bir yerde sen onun duygusuna yer vermeden o duygusunu bastırması gerektiğini söylersen, bu kişi o öfkeyle ne yapacak? O kişinin duygularına alan açmak yerine -muhtemelen isyan etmek, saldırganlık vb.- o duyguları örtbas etmek, onu bastırmak için gidilen bir şey. Dolayısıyla insanların ruh sağlığını riske atacak da bir politika aslında.

 

Bununla beraber alanda çalışanlar neye sahip olmalı? Aslında psikolojik ilk yardım dediğimiz şey, sadece psikologların yapacağı bir şey değil. İlk yardım gibi, eğer ilk yardım eğitimi aldıysanız herkes yapabilir, sağlık çalışanı olmanız gerekmez. Psikolojik ilk yardımı da herhangi biri yapabilir. Nedir bu? Kişiyi o andaki duyguları neyse durup dinlemek. Kişi deneyimini anlatırken bir şeyler oturacak onda. Orada onu dinleyen birinin olması önemli. Mesela kişi temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda olabilir, o anda nereye gideceğini, ne yapacağını bilemiyor olabilir, tutukluk yaşayabilir. Böyle bir durumda kişinin bir sorusu varsa onu dinlemek, buna uygun yönlendirme yapmak gerekebilir.  Bunları gözeten herhangi biri psikolojik ilk yardım yapabilir. Niye orada olduğumuzu unutmayacağız. Politik görüşlerimizin, dini inançlarımızın ya da inançsızlığımızın dışında insanlarla karşılaşıyoruz. Bu farkı bilerek ve bu farka alan açarak dinleyebilmek önemli.

 

Bilge: Çok doğru, oraya niçin gittiğimizi, kim için gittiğimizi unutmamak gerekiyor. Gönüllü olarak gidince de orada bir sorumluluk ve bir yük hissediliyor. Karşındakine iyi gelmek sana da iyi gelecek ama bazen bu kadar büyük acılar, bu kadar büyük şeyler yaşamış bir insana hemen o an iyi gelemeyeceğimizi bilmek gerekiyor. Mesela çocuk üzerinden düşünürsek, bir çocuğa sarılmak, çok fazla ilgi göstermek o sırada bize iyi gelecek. O çocukla bağ kurmak, o çocuğun yüzündeki gülümsemeyi görmek, ama o bağı kurduktan iki gün sonra sen gideceksin ve o çocuk bir kayıp, bir terk edilmişlik daha yaşayacak. Dolayısıyla bir şeyi yaparken, o an birisine iyi gelmek ya da işe yaramış hissetmek için değil de yapılan, söylenilen şey diğer insanda nasıl bir etki uyandırabilir diye gözeterek ve bunun farkında olarak yapmak gerekiyor. İnsanlarla fazla yakınlık kurmak, özellikle çocuklara sarılmak, öpmek, çocuğu kucağa oturtmak gibi sınır aşımları… Oysa çocuklardan izin alınmadan hiçbir şey yapılmaması gerekiyor. Kaldı ki bir insana izin almadan yardım bile etmemek gerekiyor, çünkü onların bireyliklerine, özlüklerine aykırı bir şey bu aslında.

 

 

Depremden önce de hissedilen/yaşanan ancak depremle birlikte daha da görünür olan öfke ve benzeri duyguların faillere değil de göçmenlere/mültecilere, LGBTİ+’lara ve ötekileştirilen diğer toplumsal gruplara yönelmesi ya da yönlendirilmesi hakkında neler söylersiniz?

Aslı: Bu, depremden önce de var olan bir şeydi. Şiddete maruz kalan kadınlar için de söyleyebilirim bunu. Mağdur suçlayıcılık olarak kavramsallaştırdığımız sosyopsikolojik bir durum ve toplumun hiyerarşik yapısı içinde öfkeyi mağdura yönlendirmek çok da kolay. Korunaksız bir konumda olan mağdura öfkeni yönelttiğinde ya da onu suçladığında başına bir şey gelmiyor. Dolayısıyla şiddeti yönelten kişi için güvenlikli bir alan orası. Oysa bu öfkeyi faile yönlendirdiğinde, hesap sorduğunda, karşı çıktığında bunun Türkiye koşullarında ciddi bedelleri var. Molozların yaşam alanlarını tehdit edecek şekilde kaldırılmasına karşı çıktığında gaz yiyorsun, yaka paça çadırından çıkarıp götürüyorlar bir şeye karşı çıktığında. Göçmen karşıtlığı da uzunca bir süredir var. Özellikle depremden sonra insanlar bile isteye göçmenleri yağmacılıkla suçladı. Gerçek olsun ya da olmasın hedef gösterdiler. Yani tam da öfkenin yönlendirileceği bir alan gösterildi. Bunun bir bedeli yok, çünkü zaten seni oraya yönlendiren bir iktidar var. Böylece güvende hissettiğin bir yerde öfkeyi sağaltmak için müthiş bir işlevi var. Yoksa o öfkeyle ne yapacaksın? İlla ki dışarı çıkıyor. Aile içinde kocalar karılarına, kadınlar çocuklarına yönelik saldırganlaştıklarını kendileri söylediler.

 

Bir de, iktidar diyoruz ama karşımızda o da yok. Kurumlar yok, yetkililer yok. Kim var karşımda? Beraber yaşadığım göçmen var. Hatay’ın sınır köylerinden birinde “Suriyeliler geldi çok şey değişti” dedi bir kadın. Ben de sordum nasıl değişti diye. Eşlerimiz hep ikinci eş aldılar. Bunu söyleyen bir kadın için çok gerçekçi bir tehdit, zaten evi yıkılmış, düzeni dağılmış, konumu değişmiş. Sizin kumanız var mı diye sordum. Şu an yok diyor ama o riski sürekli hissediyor ve tabii ki öfkesi var ve öfkesi yine bahsettiğim gibi bunu yapan kocasına yönelemiyor çünkü onunla yaşamak durumunda ama belki çocuk yaştaki kumaya yönelebiliyor. O yüzden geçmişi de var bu öfkenin.

 

Bilge: Çin’den gelen helikopterler çadır atmış ama Suriyeliler almış bu çadırları ve satmış diyenlerle de karşılaştık. Sorun üç tane çadırın ikisini Suriyelilerin alıp satması değil ki, bunun gerçekliğine dair bir kanıt da yok, ama somut olarak karşında duran Suriyeli komşuna öfkeyi yöneltmek kolay. Oysa olmayan bir devlet var ve oraya yönelteceğin öfkenin de bir bedeli var.

 

Aslı: Burada temel bir şey var: Siz size benzeyen insanların, ortak kimliği paylaştığınız aidiyet duyduğunuz, özdeşim kurduğunuz birinin böyle bir şeyi yapmış olmasını istemezsiniz çünkü bu kimliğinizle ilgili bir sarsılmaya yol açar. Dolayısıyla size benzemeyen insanlardan, dış gruptan birisini suçlamanın benliği korumak gibi bir işlevi var psikolojik olarak. O yüzden, orada yağma yapılıyor evet ama yağmayı benden biri, belki komşunun, belki köylümün yaptığını bilmek çok daha yaralayabilir. Biz iyiyiz, onlar kötü kabulü gruplar arası ilişkilerde işleyen temel dinamiklerden biri.

 

 

Hayatını kaybedenlerin enkazdan çıkarılmaları, yaşamlarını yitirenlerin ailelerine teslimi ve defin süreçlerinde çok ciddi ihmaller ve hatalar var. Kurtarma çalışmaları devam ederken enkaz kaldırma sürecinin başlatılması da bu yaşananları kat be kat ağırlaştırdı. Böylesi karanlık bir tabloda yakınlarını kaybeden depremzedelerin ve bu ihmalleri görerek kaygıyla dolan bir toplumun iyileşebilmesi için neler gerekli? Bu soruyla ilişkili olarak kayıp, yas ve yası yaşamanın yahut yaşayamamanın ruhsallıkla bağını da sormak isteriz. 

 

Kübra: Evet, arama kurtarma faaliyetleri zamanında yapılmadı. İnsanlar, hayattalar mı bilmedikleri ve/ya kaybettikleri yakınlarının yanında enkaz başında yalnız kaldılar. Ölümleri izlemek, bir başına  kalmak, müdahale edememek ve belki bunun suçluluğunu yaşamak gibi, yıkımı ve çaresizliği derinleştiren bir bekleme hali yaşadılar. Bir yandan da arama kurtarma için yardıma gelen insanların engellendiğine tanık oldular. Ölüm ve yaşamın bu kadar iç içe geçtiği, zeminle birlikte zamanın, mekânın da kaydığı bir noktada insanların aklıyla oynamaktır bu. Ölüme bu kadar yakın ama kendi yaşam mücadelelerinin de bu kadar içinde olmak, her şeyin yakıcılıkla akmaya devam ediyor olması çok zorlaştırıcı.

 

Biz Adıyaman’da enkaz altındaki yakınlarının yanında günlerce bekleyen, kurtarma çalışmalarına engel olunduğunu, hayatta kalamayacağını bilse de oradan ayrılmak istemediğini söyleyen; tüm bunları ifade ederken üzüntü ve öfke duygusundan yoksun, hatta başkaca duyguları da alınmış gibi görünen tepkisiz insanlarla karşılaştık. Depremin üzerinden 10 gün geçmiş olmasına rağmen aynı yıkıntının başında bekleyen insanlar gördük. Çünkü cansız da olsa bir bedene ulaşamamışlardı. Belki de kaybın gerçekliğini anlamak için günlerce yıkıntıyı seyretmek ihtiyaçları vardı. Ki yıkıntıdan başka bir şey görme şansları da yoktu, kendilerine ait olanı seyretmek ihtiyacı görünürdü. Bir yandan kaybettikleri; evleri, eşyaları, anılarıydı. Bunu da görmenin kendisi kimi için kaybı anlamayı kolaylaştırırken, kimi de bakmayı ve görmeyi reddetti. Pazarcık’ın bir köyünde 70’li yaşlarda bir amca oğlunu kaybetmişti, kendisi ve eşi hayattalardı. Ev tamamen yıkıntı halde olduğu için 300-400 m ileride tek odalı bir yerde kalıyorlardı 4-5 aileyle birlikte. Bu amcanın kızı şehir dışından gelmişti ve onları da götürmek istiyordu ama amca gitmeye direniyor, o tek odaya sadece uyumaya gidiyor, gün boyu yıkılan evinin bahçesinde kırık bir sandalyede oturup evini seyrediyordu. Bir yandan da yıkıntılardan ayıkladıklarıyla topladığı ilaç torbası vardı elinde. Torbayı yanından ayırmıyor, fakat devamlı kullanması gereken ilaçlarını  kullanmayı reddediyordu. İlaçlarını yıkıntılardan  toplaması,  yanında tutması yaşamda kalmayı ve o devamlılığın arzusunu, fakat içmemesi de yaşamlılığın reddini ve belki anlamsızlaşmasını düşündürmüştü bana. Oğlu hayatta değil ve cansız bedenine erişemedi, evini terk etmek oğlunu da bırakıp gitmekti belki. Orada kalıp izlemek bu kaybı anlamlandırma çabasına denk düşüyor, kendi acısının içinde kalmaya çalışıyordu sanki. Biraz direnmek, biraz ölümü kabul etmek… Tüm bunların doğal olarak dalgalı olduğu bir an ya da anlar bütünüydü. Bir yandan da o köyün toplumsal hafızasında zorla göç ettirilenler, yoksunluk ve yoksullukla kalanların direngenliği ve mücadelesi vardı. Belki de kuşaklararası aktarılan bir direngenlikti bu. Orada bırakacağı yalnızca evi değil de geçmişten yığılmış, birikmiş bir enkazdı. Kürt Alevi köylerinin bu özgül tarihselliğini kenara koymamak, tam da buradan bakmak anlamlı olacaktır.

 

Yine Pazarcık’ın bir başka köyünde iki kız kardeşin olanı biteni bir yere koyabilmek gayretleri ve dayanışmaları geldi aklıma. Büyük olan (8-9 yaşlarında) küçük kardeşine (5-6) depremin evlerinin alt katında yaşadığını, orada anne baba ve çocuklardan oluşan bir aile olduğunu, büyük depremler olan anne babanın şimdi yurtdışına çıktığı ama artçı çocukların hala orada olduğu, arada sırada oyun oynarken yukarı vurdukça da artçı depremlerin yaşandığını söylemiş. Özellikle çocuklar için bu sembolizasyonlar kolaylaştırıcıydı, o çocuğun da ailesinden kaybı vardı ve olanı biteni anlamaya ihtiyacı vardı. İnsanlar yası yaşayabildikleri merasimleri, ritüelleri de kaybettiler. Kayıp sonrası uğurlamak, yolcu etmek, vedalaşmak imkânları da yok oldu birdenbire. Ölüm sonrası gerçekleştirdiğimiz cenaze törenleri, kültürel başkaca ritüeller ayrılığa, fiziksel olanın mekândan ayrılışına tanıklık ve eşlik etmeye imkân sağlar. Bir arada gerçekleştirdiğimiz bu pratikler kayba dair hüznü, kederi, öfkeyi ortak kapsayıcı alana akıtmayı, ötekiyle paylaşmayı yani aslında kolektif bir anlamlandırmayı mümkün kılar. Ve bunlar aynı zamanda yaşamın devamlılığının da hatırlatıcısıdır. Fakat pek çok insan, kaybının bedenine ulaşamadı, beden bütünlüğü bozulmuş biçimde ulaştı ya da çöp torbalarında teslim aldı ve bir veda merasimi olmadan topluca gömüldüğüne şahit oldu. Olağandışı olana olağan tepki verme imkânının yerle bir edildiği bu gerçeklikte yaşam ve ölüme dair bildiklerimiz silikleşip bununla yaşama kapasitemiz anlamsızlık, belirsizlik ve ümitsizlikle sarmalayabiliyor bizi. Tıpkı ölümün kendisi gibi yıkıcı bir durağanlığın içinde kalmak isteyebiliyoruz. Buradaki yasın engellenişi,  hayatta kalanlara  kayıplarının toplumsal gerçeklikten  ayrı olmadığını, yakın ya da uzak geçmişteki kitlesel kayıplarla ilişkisini gösterebiliyor. Bu bakışla gelen ortaklaşma hissi öfke ve huzursuzluğu beraberinde getirip hayatta kalanları örgütlü bir yeniden inşanın öznesi haline getirebilir. Kaybettiklerinin haklarını teslim alacakları, yaşamlarının ve zedelenen adalet duygularının onarılacağı bir yeniden inşa bu. Yası paylaşmak, kolektif olanın iyileştiriciliğine dair bir ışık yakmış olacak. Tıpkı Samandağ’da kadınların ellerinde bahhur ve rihenlerle “hüznümüz isyanımızdır!,”   “Affetmiyoruz, helal etmiyoruz!,” “Buradayız, gitmiyoruz!” sloganlarıyla seslendikleri 40 yasında olduğu gibi. İyileşmenin, isyanın, direnmenin ve adalet talebinin bir arada olduğu, yası yasaklanan kayıpların hep birlikte sahiplenildiği bir anmaydı.

 

40. gün helva kavuran kadınların da kolektif bir iyileşme halinde olduğunu söylemek mümkün bence. Pazarcık Cemevi’nde bizlerle birlikte kıyafet çadırında çalışan bir aile vardı, anne ve çocuklar çadırda, baba cemevinde mutfakta ya da diğer ihtiyaçlara koşturuyordu. Bir yandan 6 yaşındaki çocukları da devamlı bir şeylerin yıkılıp tekrar yapıldığı, kolilerden ev yaptığı (içine girip onu taşımamızı istiyordu), saklanıp yeniden bulunmayı arzuladığı oyunlar oynuyordu. Baktığımızda oradaki çocukların pek çoğundan daha iyi durumdaydı aslında kurduğu oyunlarla anlamak, olanı sembolize etmek çabasıyla. Annesi çok kaygılıydı ama bu yüzden… O aile de yıkıcılığın kendisiyle, yeniden inşanın içinde bulunarak baş ediyordu aslında. Kayıplarının toplumsal gerçeklikten ayrı olmadığını, bizlerin bunu paylaşmak çabamızın, dayanışma halinin yeniden umut için önemini gördüler belki. Dayanışmanın ve yaşamı yeniden kurmanın öznesi olmuşlardı. Yası yavaş yavaş yaşıyor olmak, yaşamın bitişi ve kaybın hatırlanışı hayatta olmaya dair güçlü de kılabiliyor insanı, onlardaki de buydu gibi geliyor bana. Bu kolektif inşada hem ötekini iyi eden hem de iyi edilen olmak… İyileşmek ve iyi etmek bir aradaydı; sanıyorum, toplumsal iyileşme de buradan geçiyor. Tüm o kaygılara dair de güçlendiren bir şey. Paylaşım ve yeniden üretme hali hem kaybı kabullenişi hem de mücadeleyi getiriyor. Kayıplarla ortaklaşılan mücadelenin de kıymetli olduğunu düşünüyorum.

 

Evsizlik, yurtsuzluk, memleketinden olmanın ruhsallık alanındaki yansımaları üzerine neler söyleyebilirsiniz? Belki yine bu soruyla bağlayabileceğimiz ya da açabileceğimiz bir diğer soru da şu: Depremle birlikte Türkiye’nin yakın geçmişinden gelen göç, sürgün, asimilasyon politikalarına dair hafızanın da canlandığını, nesilsel travmaların böyle bir afet anında ortaya çıkan izlerini ve yükünü görebilmek mümkün. Özellikle çok kültürlü yapısıyla bildiğimiz depremin yaşandığı illerin geçmişi düşünüldüğünde, halkta bu konuda kimi kaygıların da baş gösterdiğini görüyoruz. Bu durum nasıl okunabilir acaba? Bu kaygıları gidermeye ve bir tür iyileşmeye kapı aralayabilmek için sizce hangi yol ya da yollar izlenebilir?

 

Betül: Ev hakkında konuştuğumuzda temel olarak insanın aklına gelen evin bizi dışarıdaki birtakım tehlikelerden ya da kaçmak istediğimiz şeylerden koruyor olması, görece güvenli alan olarak algılanması ama elbette ki biz kadınlar, lubunyalar biliyoruz ki evlerde de güvende değiliz ama en azından bizi dışarıdaki bir şeylerden koruduğu gibi bir algımız var, ev bir yandan bir çok yatırımımızı yaptığımız da bir yer. Eve bir eşya almak, evdeki bir şeyleri değiştirmek gibi. Burada bizi koruyan, çevreleyen yerin gerçekten bizim bütünüyle dahiliyetimiz dışında yerle bir olduğu bir durum var. Mesela bir sakinleşme ve gevşeme egzersizi var. Eğer karşıdaki kişi çok kaygılıysa ve gerçeklikle bağı kopamıyorsa, şu anda olamıyorsa ellerinizle ayaklarına bastırırsınız ki zemini hissetsin, burada olabilsin. Bak buradasın, güvendesin biçiminde zemini hissetmesi önemli. Depremde ise gerçek anlamda zemin yarıldı, zemin kaydı. Bizi koruyacak dediğimiz evlerimiz yıkıldı ve bütünüyle hiçbir şeysiz kaldık hissinin kendisi zaten ağır bir his. Özellikle yaşlılarda evlerine olan bağlılığı daha çok gördük, çünkü evin kendisi dört duvarın yanında birçok anının da var edildiği bir yer. Maraş’ta 90 küsur yaşında bir kadınla karşılaşmıştım, sadece ağlıyordu, bir kriz halinde sürekli ağlıyor. Bir şeye ihtiyacı olup olmadığını anlamaya çalıştık. Kürtçe konuşuyor ve tek bir şeyi söylüyordu: Evimin içinde her şeyim vardı ama evim yıkıldı. Sürekli bunu tekrarlıyordu. Yine insanlar deprem bölgesinden başka şehirlere gitmek zorunda kaldı. Birçok insan geri dönememe, döndüklerinde şehirlerini bıraktıkları gibi bulamama kaygısı yaşıyor. Deprem bölgesinde bir inşaat sürecine gidileceğini biliyoruz, bu toplumsal koşullar içinde kültürlerin, inançların izlerinin yok edilmeye çalışılacağını da. Örneğin, Maraşlıların hafızasında Maraş Katliamı gibi travmatik bir olay var. Depremin ardından o karmaşanın içinde bir arkadaşımız “bizi yine öldürmeye gelecekler” dediklerine şahit olmuş. Bunlar sadece hezeyan değil. Bu noktada deprem bölgesine giderek kurmaya çalıştığımız şey, birbirimizi görüyoruz, demekti aslında, gelin özneleşelim, demekti.

 

Yaşlılar meselesine belki geri dönersek, yaşlılar başka yerlere gitmek istemiyordu, çünkü oralarda var olmuşlar ve oralarda bir saygınlıkları olmuş. Biz bunu kıyafet konusunda da çok yaşadık. Giyim çadırında daha genç işi bir mont giydirmeye çalıştığınızda karşı çıktılar, çünkü saygınlıkları belki de ellerinde kalan tek şeydi ve o montları almadılar. Üşüyen kimi yaşlılar da almadılar, bizi rezil mi edeceksiniz, dediler o renkli montlar için. Bu ihtiyaçlarını görmek, hakikaten onları tatmin edecek, iyi edecek bir yöntem aramak gerekiyor. Eğer başka yere gitmeleri gerekiyorsa da belki daha sosyal bağlantılar kurabilecekleri yerlere gitmelerini sağlamak gerekiyor. Bir gün geri dönmelerini sağlamak şu şartlar altında belki bizim yapabileceğimiz bir şey değil ama gerçekten yeniden inşa süreçlerini takip etmek önemli. Antakya’da Arap Alevilerin kültürünün, Maraş’ta Kürtlerin kültürünün yaşayacak olması önemli, bunun için süreci takip etmemiz gerekiyor.

 

İyileşme meselesiyle ilgili olarak, Samandağlı kadınların 40. gün yürüyüşü önemliydi. Gönüllülükle kurduğumuz ilişki de öyle. Koordinasyon merkezlerinde depremden etkilenen kişilerin de çalışmalara katılması ya da koordinasyon merkezlerinin kurucusu olmaları yıkımın karşısında bir varlık göstermek, edilgen konumdan çıkabilmek bakımından çok önemli. Tabii ki kişiden kişiye değişir de bu durum, bir kişi çok uzun süre harekete geçemeyebilir. Bu durumda neye ihtiyaç varsa ona alan açmak gerekir. 40. gün yürüyüşünde, Samandağlılar “Yıkım var, bize yapılanları biliyoruz, görüyoruz ve bunun karşısında biz söz söylemek istiyoruz. Ölülerimizi istediğimiz gibi gömmemiz mümkün olmadı, belki cenazelerimizi bulamadık ama neyse bizim ritüelimiz onu gerçekleştireceğiz. Öfkemizi de üzüntümüzü de söyleyeceğiz.” diyerek bir öznelik koydular ortaya. Özneleşebilecek güvenli alanlar yaratmak önemli. Sosyal dayanışmayı artırmak, güven duygusunu da artıran bir şey olacak.

 

Aslı: Sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi orada Aleviler, Museviler, Ermeniler var ve her bir halkın geçmişinde ulus-devlet anlayışının bazı değerleri yok ettiğine dair bir bilgi hafızalarda var. Peki bu endişeleri ne giderebilir? Betül’ün bıraktığı yerden, özne olarak o kişilerin kentlerinin inşasına dahil edilmeleri. Bunu kamu kurumları yapmak zorunda. Şu anda yapıyorlar mı yapmıyorlar mı; bundan sonraki süreçte ne yapıp ne yapmayacaklarını takip etmekle mükellefiz hepimiz. Siyasi kuruluşlar, inisiyatifler vb. adı ne olursa, orada olan bitene oranın insanını, oranın öznelerini dahil ettiğinizde, oranın insanları bu sürece karar verici olarak dahil olduklarında bu kaygı azalacaktır. Buradaki mevzu o yüzden öznelik. Birilerinin onlar adına karar verdiği bir süreç değil. Bu sadece depremden etkilenenlerin vereceği bir mücadele değil, bizlerin de vereceği, güçlendireceği bir mücadele, inisiyatif almamız gereken yer burası.

 

Bilge: Raporumuzda da yer verdiğimiz gibi, depremden etkilenen şehirlerin özgün durumları var. Maraş’ta Maraş katliamı hafızası var ve bu hafızanın da getirdiği tutulamamış bir yas var ve ruhsallık alanından düşününce onun etkilerini görüyoruz insanlarda. “Yine bizi öldürecekler,” “Yine bizi bırakacaklar,” “Yine terk edecekler” gibi ifade ediliyor. Antakya’nın çok kültürlü yapısı içinde de keza öyle. Bu yasın hem bireysel olarak hem de kültürel olarak tutulmasını sağlamamız gerekiyor. Yasın üzerine onlarca TOKİ dikerek bunu yapamayız. O yasın üstünü daha da kapatmış ve gömmüş oluruz ve yine nesiller boyu aktarılmaya devam edebilir bu bastırılmışlık. Dolayısıyla konuştuğumuz bu çokkültürlü yapıyı korumak, oradaki insanların öznesi oldukları bir yeniden inşa sürecine girilmesi iyileşmenin en önemli adımı olacaktır. Bir de ruhsallık alanından şunu eklemek istiyorum: Anadilde sosyal destek sağlamak önemli çünkü ben bunu yaşadım. Bir kadınla görüşmem gerekiyordu. Arapça konuşamadığım için doğrudan görüşemedim, yanındaki kardeşinin çevirisiyle bunu yapmak zorunda kaldım ve olmadı, çünkü orada kadını özel olarak dinleyebilmem gerekiyordu. Oranın yaygın dilini konuşamamak benim yetersizliğim ama bu dili konuşan insanlara orada çok daha fazla alan açılması, Kürtçe, Arapça, bu dillerde çok yaygın bir şekilde psikososyal destek yürütülmesi gerekiyor.

 

Buradan son sorumuza geçmek isteriz. Bu denli ihmallerin, yanlışların, kamu kurumlarının yetersizliklerinin olduğu travmatik bir toplumsal düzeyde; gönüllülerin, kendiliğinden örgütlenmelerin ortaya çıkardığı dayanışma ağlarını ve bu dayanışmayla birlikte örgütlenen ya da inşa edilen bir umudu da görmek mümkün sanırız. Tüm toplumsal kesimleri yatay kesen, üzerine çaba sarf edilmiş bir umut da söz konusu. Tüm bu karanlık tabloda çıkış ya da “normalleşme” olasılığı belki de burada saklıdır. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir? 

 

Bilge: Deprem bölgesinde devlet nerede dendiği zaman benim içimden “Devlet budur zaten” diye geçiyor. Buradan doğan yeni söylem de “Devlet yoksa biz burdayız ve dayanışmayı birlikte öreceğiz, kentlerimizi de kendimizi de yeniden kuracağız ve biz burada size eşlik ediyoruz” oldu. Bir döviz asmıştık, “Yaşamın kırıntılarını değil, kendisini istiyoruz” diye Kadın Savunma Ağı’nda. Bunu birlikte yapacağız, ilk adım bu. İktidarın baskılarının ötesinde halkın kurduğu dayanışmanın ve direnişin çok daha güçlü olduğunu bize yeniden hatırlatan bir deneyim oldu bu. Tam olarak buradan yeşeren bir umut var. Zaten insan çok dayanıklı bir varlık. Şu an hâlâ orada zor koşullarda hayat devam ediyor. Yerel halkı yalnız bırakmayarak, onlara -yardım eden değil- eşlik eden bir konumda dayanışmayı örmek umut veren bir şey. Bunun kendi deneyimimde en somut örneğini deprem bölgesinde İstanbul’da olması beklenen deprem üzerine konuşurken yaşamıştım. Bu konuşmalar sırasında oradaki kadınlar, “O zaman biz de size yardıma geliriz” dedi. Deprem sonrasında kurulan dayanışmanın ve birlik halinin önümüzdeki dönemde politik bağlamlara da taşınacağını görüyoruz. Mesela feminizmle daha önce hiç tanışma fırsatı olmamış kadınlarla kadın kahvesi kurup kadınların sosyalleşebileceği, kendilerini açabilecekleri bir alan sağlamak, feminist mücadelenin içinden hep birlikte bir dayanışma kurabilmek ve bu dayanışmayı büyütebilmek…

 

Aslı: Son on yıldır yaşadığımız katliamlar, patlamalar, pandemi, ekonomik kriz.. Zaten umutsuzlukla çok haşır neşirdik ve deprem travmatik etkisiyle birlikte bu umutsuzluğu derinleştirdi. Bir yandan hepimiz ekran karşısında donakaldığımız bir zamanda kamu kurumlarının yokluğuyla yüzleşirken, bir yandan da Türkiye’nin her yerinden karşısındaki kişinin kim olduğunu önemsemeyen birçok insanın dayanışmayla neler yaptığını gördük. Bu deprem kendi gücümüzü hatırlatan bir şeye dönüştü. 11 ilde deprem var ve insanlar yapabildiği her neyse onu yaptı. Depremzedeleri davet etti, ısınmaları için odun gönderdi, kayyum atanmasını engellemeye çalıştı. Yapılmayan şeyi yaptım ve başka insanlarla beraber yaptım demek ki o kadar güçsüz değilim. Tabii bir yandan da yaptıklarına, ördüğün dayanışmaların kazanımlarına el konulması durumuyla da karşılaştık. Bir yandan bu kadar güçlüsün bir yandan da gücün devlet eliyle senden alınabiliyor. Her ne kadar bizi böyle bir ikilemde bırakmış da olsalar bunu yapabilirim, zaten halihazırda yapabilecek güce sahipmişim duygusu onca yıkımın ve acının içinde güçlü hissettirdi. O yüzden umut hakikaten birbirimizde var.

 

Betül: Dört koldan insanlar deprem bölgesine gidiyor, çeşitli çalışmalar yürütüyor. “Bu halktan bir şey olmaz”cılarla karşılaşmışızdır dönem dönem ama gördük ki insanlar herhangi bir eğitimleri olmadan komşularını tırnaklarıyla kazarak enkazdan çıkardı ya da bölgeye giden birçok kişi, buna biz de dahiliz, bu kadar travmatik bir olayla yüz yüze kalmayı göze alarak gittik. Birçok insan birçok iş yapıyor. En basitinden birçok gönüllü psikolog depremden etkilenen birçok kişiyi görüyor. O yüzden ben inanıyorum. Umut da ediyorum.

 

Bilge: Bana da İstanbul’da yaşanması beklenen depremin korkusu ve kaygısı içinde örgütlü çalışmalar yapmak güç ve umut veriyor. Aslı söyledi, gördük ki depremde ben komşumu çıkaracağım, komşum da beni çıkaracak. İşte şimdiden bunu örgütlemek, dayanışmayı örmek gerekiyor.  Keşke bu şekilde başlamış olmasaydık ama bir şekilde örgütlenerek, mücadele ederek hem orayı yeniden kuracağız hem de buranın olabildiğince az yıkılmasını sağlamaya çalışacağız.

 

 

Psikososyal Dayanışma Ağı (PSDA) İzmir, Ankara ve İstanbul

Fotoğraflar: Aslı Aydemir
YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YYa Deprem’den Sonra?: S.O.S – Sosyal Oyun ve Sokak Sanatları Topluluğu İle Röportaj
Ya Deprem’den Sonra?: S.O.S – Sosyal Oyun ve Sokak Sanatları Topluluğu İle Röportaj

Bir sahne sanatları türü olarak sosyal clownların deprem bölgesinde yürüttükleri çalışmaları ve sanatın zor zamanlardaki birleştirici, dönüştürücü gücü üzerine söyleştik.

MEYDAN

YYa Depremden Sonra?: Türk Tabipleri Birliği Halk Sağlığı Kolu’ndan Prof. Dr. Mehmet Zencir ile Röportaj
Ya Depremden Sonra?: Türk Tabipleri Birliği Halk Sağlığı Kolu’ndan Prof. Dr. Mehmet Zencir ile Röportaj

Biz sağlığın sadece sağlık emekçilerine daralan bir tartışma olmasından öte bunun dışına çıkmasının çok kıymetli olduğunu, toplumun her ferdinin yani gıda taşıyandan dağıtana kadar herkesin bu süreçte yer almasının çok anlamlı olduğunu düşünüyoruz.

MEYDAN

YYa Depremden Sonra?: Dört Ayaklı Şehir’den Mine Yıldırım ile Röportaj
Ya Depremden Sonra?: Dört Ayaklı Şehir’den Mine Yıldırım ile Röportaj

Depremin yalnız insanlar için değil tüm canlılar için yıkıcı etkilerini ve sonrasını Dört Ayaklı Şehir: Kent, Doğa, Hayvan Çalışmaları Derneği’nden Mine Yıldırım ile konuşuyoruz.

Bir de bunlar var

Afsaneh Najmabadi’yle İran’da Trans Hakları ve Çeviri Belası Üzerine
28 Şubat, Helalleşmek ve Unutmak Üzerine: Henüz Sona Ermemiş Tarihlerin Üstesinden Gelmeye İstekli Değiliz
5Harfliler Kurmacadışı Yaratıcı Yazarlık Atölyesi Başlıyor!

Pin It on Pinterest