Arkeolojinin feminizmle, feminist teori ve politikayla ilişkisi nedir? Dünyada ve Türkiye'de arkeoloji alanının toplumsal cinsiyet dinamiklerine bir bakış...

TARİH

Adımları atlamak: Türkiye’de arkeolojiyi feminizmle buluşturmakta neden “geç kaldık”?

 

Bir süre önce, feminist arkeolojinin ortaya çıkışını tarihsel bir arka planda ele alarak başladığım ve adı unutulan feminist arkeolog Sally Rosen Binford’ın hikayesini odağa alarak arkeolojide feminist yaklaşımların önemini tartıştığım bir yazıyı, Türkiye arkeolojisinde eleştirel bir feminist yaklaşımı neden inşa edemediğimizi sorgulayarak bitirmiştim. Bu yazı aslında iki yazıdan oluşan bir serinin ilki olarak kurgulanmıştı fakat ikinci yazıyı yazmak, Türkiye arkeolojisinde feminist teorinin eksikliğini, “kadın odaklı” çalışmaların hangi teorilerden ya da politik akımlardan beslen(me)diğini ve neden çeşitliliklere odaklanan, kesişimsel ve politik olmaktan çekinmeyen bir toplumsal cinsiyet arkeolojisinin Türkiye’de şimdiye dek gelişemediğini tartışmak çok daha zor oldu. Var olmayan ya da görünmeyen bir şeyi yazmak zormuş. İlk önce Mayıs 2021’de düzenlediğimiz üçüncü Teorik Arkeoloji Grubu-Türkiye toplantısında “Geç olsun ‘güç’ olmasın: Türkiye arkeolojisinde toplumsal cinsiyet çalışmaları neden geç kaldı?” sorusuyla bu konuyu ele almaya çalıştım. Halen devam etmekte olan bir çalışmanın parçası olan bu yazı da bahsi geçen bildiriye dayanıyor.

 

Arkeolojide toplumsal cinsiyet araştırmaları ve feminizmin arkeolojiye etki etmeye başlaması, disiplinde cinsiyet eşitsizliğine yönelik eleştirilerin artışıyla paralel bir şekilde gelişiyor. Arka planda 70’li ve 80’li yıllarda dünyada esmeye başlayan özgürlük hareketlerinin rüzgarı var. Tarihçi Joan Scott, politik arka planın sosyal bilimlere etkisini “Feminist Tarihin Peşinde” kitabında şöyle açıklıyor: “Bizler yalnızca yeni bir siyaset icra etmiyor, aynı zamanda yeni bilgi de üretiyorduk (…) Bilginin üretimi, sorunların kavramsallaştırılmasını ve önceden görünmez olan öznelerin ortaya çıkmasını mümkün kıldı” (Scott 2013: 36). Burada bahsi geçen “görünmez özneler” kadınlardı. Uzun bir süre boyunca tarih yazımında ya görünmeyen ya da ikincil rollere hapsedilen kadınları odağına alan, dünya tarihinin farklı kesitlerinde kadınların deneyimlerini görünür kılan feminist tarih yazımı bu dönemde gelişmeye başladı. Fakat bu yaklaşımın eksenini genelleyici bir “kadın tarihi” anlatısından çeşitlilik sahibi ve kapsayıcı bir “toplumsal cinsiyet” anlayışına çevirmesi biraz daha zaman alacaktı. Kökleri 19. yüzyıla dek uzanan ve ana akım gelenekleri beyaz üst sınıf erkeklerce temsil edilen bir disiplin olarak arkeolojide de kadınların görünür olmaya başlaması ve daha sonra bu geleneklerin sadece feminist arkeologlarca değil, kesişimselliği ön plana çıkaran siyah feminist arkeoloji ve kuir arkeoloji gibi yaklaşımlarla birlikte adeta bir yapıbozuma uğratılması ancak politik mücadelelerin etkisi sonucu oldu. Bu yazıda politik alanda feminist hareketlerin gelişimine ve feminist ve kuir teorilerin sosyal bilimleri etkilemesine paralel şekilde arkeolojide toplumsal cinsiyet araştırmalarının seyrine ve disiplinde cinsiyet eşit(siz)liğine dünyadan farklı örnekleri karşılaştırarak bakmaya ve bu arka planda Türkiye’de toplumsal cinsiyet arkeolojisinin neden “geç kaldığını” politik bağlamlarıyla ele almaya çalışacağım.

 

 

 

Arkeolojide toplumsal cinsiyet ve feminizm: sayılar, bariyerler, kişisel hikayeler

 

Avrupa’da kadınların yüksek öğrenime katılımı, 19. yüzyıldan itibaren başlayan uzun erimli bir süreç. İlk ülkelerden biri olan Danimarka’da kadınlar yüksek öğrenime 1875 yılında hak kazanmış. 20. yüzyılın ilk yarısında ise yoğun endüstrileşme dolayısıyla kadınların ücretli emek üretimine daha sık katıldığını görüyoruz. Bu dönemde, kadınlar arkeolojide de daha yaygın şekilde yer bulabilmeye başlıyorlar ve arkeolojinin gittikçe profesyonelleşen bir alan haline gelmesiyle birlikte kadınların arkeoloji yapabilmek için eğitim alması önemli hale geliyor (Diaz-Andreu ve Sorensen 1998). Eşitsiz geçen uzun yıllardan sonra, yükselen ikinci dalga feminizm ve kadın kurtuluş hareketi 1970’lerden itibaren arkeolojiye de etki etmeye başladığında üniversitelerde akademik kadroların arttığını, daha çok kadın arkeoloğun akademide iş bulabildiğini görmekteyiz. Ancak bu dönemde de kadın arkeologların neredeyse tümü erkeklerden daha düşük pozisyonlarda çalışmaktaydı. Yükselen feminist hareket, bu arka planda disiplinde cinsiyet eşitliği tartışmalarının önünü açtı. Aynı zamanda arkeolojik yorumlamada kadınların ikincil ve pasif rollerle ilişkilendirilmesi de feminist arkeologlarca eleştirilmeye başlamıştı.

 

İskandinav ülkelerinde 1970’li yılların başından 80’lerin ortasına dek arkeologlar yeni bir paradigma arayışındaydı ve özellikle genç kadın arkeologlar feminizmin, arkeolojiyi kişisel hikayeleri ve tecrübeleriyle daha yakından ilişkili bir hale getirme potansiyelini merak etmekteydiler (Dommasnes 1992). Bu meraktan doğarak disiplin içerisindeki cinsiyet eşitsizliğine odaklanan ilk çalışmalar elbette eleştiri ve şüpheyle karşılandı. Kadınların ve erkeklerin rollerini ele almak için yeterince veri bulunmadığını söyleyen eleştirilerin yanı sıra bu tür yaklaşımların politik bağlamları da eleştiri sebebi olmuştu. Bu nedenle, toplumsal cinsiyet üzerine çalışan araştırmacılar toplumsal cinsiyeti “makul” bir araştırma kategorisi olarak gösterebilme ve kanıtlanabilir veriler ve yöntemlerle analiz edilebilir olduğunu ortaya koyma çabası içerisine girdiler.

 

1975’te çok az sayıda kadın arkeolojide düzenli ve kalıcı bir işe sahipti. 1985’e gelindiğinde, bu sayının ve akademide kadın arkeologların erkeklere oranının arttığını görüyoruz. Fakat halen çoğu yarı zamanlı ya da kısa süreli işler bulabiliyordu ve hiçbiri idari pozisyonlarda değildi. 1991 yılının istatistikleri, dokuz profesörden dördünün kadın olduğunu gösteriyor (Dommasnes 1992: 8). Tümü 1988-1991 yılları arasında profesörlük kadrosu almıştı. 1988-1991 arasındaki ivmenin arkasında birkaç neden vardı: 1980’den itibaren daha fazla kadın arkeoloğun doktorasını bitirmiş olması, akademide bir jenerasyon değişimi yaşanması ve bu süreçte feminist politikanın akademiye ve arkeolojiye etkisi (Dommasnes 1992; Dommasnes ve Monton-Subias 2012). 1985-90 yılları arasında, İskandinav ülkelerinde toplumsal cinsiyet üzerine çalışan arkeologlar artmaya ve bir araya gelmeye başlarlar. Bunun sonucunda Norveç’te K.A.N. adında, “Norveç Arkeolojisinde Kadınlar” olarak çevirebileceğimiz bir organizasyon kurulur. Temel soru, “uzak geçmişimizi kimin yarattığı ve yeniden-yazdığı” sorusudur (Mandt ve Næss 1986).

 

Arkeolojide toplumsal cinsiyet araştırmaları ve feminist teori-arkeoloji ilişkisinin ilk tartışmaları İskandinav ülkelerinde başlasa da İngiltere, arkeolojide yeni kuramsal yaklaşımların geliştirildiği ülke olması bakımından toplumsal cinsiyet, feminizm ve arkeoloji tartışması için önemli bir örnek. 1982’de Durham’da gerçekleştirilen Teorik Arkeoloji Grubu (TAG) toplantısında ilk kez toplumsal cinsiyet arkeolojisi üzerine bir oturum düzenlenir ve 1988’de önemli bir süreli dergide “Arkeolojide Kadınlar” başlıklı bir özel sayı yayınlanır (Arnold vd. 1988). Bundan 20 yıl sonra, 2008’de, British Women Archaeologists Association kurulur. Bu dönemde İngiltere’de arkeoloji bölümlerinde profesörlerin halen sadece %9’u kadındır (Dommasnes ve Monton-Subias 2012). Bu zaman aralığında arkeolojide yeni teorik yaklaşımlara, paradigma değişimlerine ve disiplinin “demokratikleştiği” görüşlerine rağmen, yeni teorik yaklaşımların da aslında disiplinin içine işlemiş cinsiyetçilikten azade olmadığını ve bunun feminist politikaya mesafeyle doğrudan ilişkili olduğunu Rachel Pope’un (2011) “Processual archaeology and gender politics. The loss of innocence” başlıklı makalesinden bir alıntıda görebiliriz:

 

2006 yılında Cambridge’de ‘Süreçselcilik ve 1960’larda Yeni Arkeoloji’ üzerine düzenlenen etkinlikte otururken tarihin nasıl oluşturulduğuna tanıklık ettiğimi fark ettim. Önümde çoğu takım elbiseli, biri lord olan sekiz erkek otururken İngiliz arkeolojisinin tarihinin nasıl kurgulandığını izliyorduk. Hem hikâyenin hem anlatım biçiminin nasıl çarpıcı bir şekilde eril olduğuna şaşırmıştım. 2000 yılında TAG’da bir erkek profesörün bir doktora öğrencisini nasıl aşağıladığını seyrettim. Bu tür tecrübeler, birlikte lisansüstü eğitim aldığım dört kadının neden akademiyi bıraktığını sorgulamamı sağladı. Zaman geçtikçe, akademik etkinliklerde daha fazla kadın görmeye başladım ama ne kadar azının konuştuğunu gördükçe rahatsız oluyordum. Şimdiye dek dört farklı kurumda çalıştım ve üçünde kadınların nasıl örtük şekillerde susturulduğunu gözlemledim. Çoğu zaman yalnızca cesaretini toparlayabilen kadınlar konuşabiliyor. Konuştuğu zaman çoğunlukta alay ediliyorlar. Bu ‘zor’ kadınları kaşları kalkık şekilde dinleyenler belli ki bu durumun arkasındaki cinsiyet politikası dinamiklerinden bihaberler. (Pope 2011: 60)

 

Feminizmin arkeolojiye teorik etkilerine baktığımızda, 1980’lerin ortalarından itibaren Kuzey Amerika’da toplumsal cinsiyet arkeolojisinde bir dönüm noktası yaşandığını söyleyebiliriz. Bu dönemde araştırmacılar arkeolojide toplumsal cinsiyet dinamiklerini ve bunun arkeolojik yorumlamaya etkisini eleştiren feminist söylemler üretmeye başlarlar (Conkey ve Spector 1984). Sosyo-politik eleştirilerde de feminizmin etkisi açıktır. Araştırmacılar toplumda “özel alan” yani ev ile ilişkilendirilen kadınların, arkeolojinin de “ev işi” olarak görülen alanlarla nasıl ilişkilendirildiklerini ve cinsiyet eşitsizliğinin arkasındaki toplumsal, politik ve ekonomik dinamikleri vurgularlar. Kuzey Amerika’daki bu gelişmeler, Kanada ve Avustralya’ya da etki eder. 1990’lı yıllarda Avustralya’da ilk kez “Women in Archaeology” başlıklı bir konferans düzenlenir (De Leiuen 2014). İlerleyen yıllarda, Avustralya’da akademik arkeolojide kadınların yükselmesinin önünde “ikili cam tavan” olarak tanımlanan sistematik bariyerler bulunduğunu tespit eden çalışmalar (Smith ve Burke 2006), kadınların akademiye girişte ve ardından kalıcı pozisyon bulabilme konusunda erkeklere göre sistematik olarak daha dezavantajlı olduklarını ortaya koyar.  Tüm bu örnekler aslında arkeolojide cinsiyet eşitsizliğinin tek bir ülkeye özgü olmayan sistematik bir sorun olduğunu göstermektedir:

“Profesyonel arkeologlar içerisinde kadınlar genellikle azınlıkta: İngiltere ve Avustralya’da arkeologların yaklaşık olarak %35’i kadın. ABD’de bu sayının %20 civarında olduğu tahmin ediliyor. Arkeolojide kadınların yoğun yer aldığı Norveç’te bile profesyonel arkeologların yalnızca %49’u kadın. Kadınlar ve erkekler arasındaki bu sayısal dengesizlik üretilen arkeolojik bilginin doğasını etkiliyor mu? Kadınlar, erkekler için olduğu gibi eşit imkanlara sahip olsaydı ve sayısal eşitlik sağlansaydı arkeoloji daha farklı bir disiplin mi olurdu?” (Gilchrist 1999: 23)

 

90’lı yılların sonlarındaki istatistikler üzerinden sorulan bu soruya aslında doğrudan “evet” cevabı verebiliriz. Türkiye’deki güncel durum da buna benzer. Ama önce zamanda biraz geriye gideceğiz.

 

 

 

Türkiye’de feminist politika, akademiye etkisi ve arkeolojiyle ilişkisi(zliği)

 

1930’lu yıllarda Türkiye’de ilk arkeoloji bölümleri kurulur. Bu dönemde yurtdışına giden ve arkeoloji eğitimi alarak Türkiye’ye dönen arkeologlar da ülkede ana akım arkeoloji geleneğinin iskeletini oluşturan bu bölümlerde çalışmaya başlar. Bu arkeologlar içerisinde ilk kuşağı erkekler oluştururken, ardından kadınlar da profesyonel olarak akademik arkeolojide yer alırlar (Çevik 2013). Ancak, akademik üretimin arka planına Batılılaşmanın yerleştirildiği ve Türklüğün kökenleri gibi soruların arkeolojik araştırmaları şekillendirdiği bu dönemde arkeolojide “öncü” kadınların varlığı, üretilen bilginin niteliğini ve sorulan soruları değiştirmeye yetmemiş gibi duruyor. 70’li yıllardan itibaren, dönemin de ruhuna uygun şekilde “evrensel bir kategori olarak kadınlık” temasını ele alan çalışmalarda artış görürüz. Bu çalışmalarda kadınların rolleri “eş, anne, tüccar” gibi evrensel modeller ve kalıplarla ele alınır, hatta bu tür özcü ve normatif yaklaşımlar halen görülüyor. 2000’li yıllarda Türkiye’de arkeolojide ilk kez derinlikli teorik tartışmaların başlamasına paralel olarak arkeolojinin toplumsal cinsiyet ve feminist teoriyle ilişkisine baktığımızda, son 15 yılda tekil çabalar dışında toplumsal cinsiyet arkeolojisinin görünmez bir konu olduğunu, ikili cinsiyet sistemine eleştirel yaklaşan feminist çalışmalarınsa daha da az olduğunu söylemek mümkün. Bu durum, arkeolojide kuram ile mesafe sorunu yerine aslında feminizme dair politik ve ideolojik bir mesafe olduğunu düşündürüyor. Bunun bir nedeni, arkeoloji bölümlerinin müfredatlarında eleştirel sosyal teorilerin ve özellikle feminist teorinin hiç yer almayışı. Elbette müfredatı, araştırma sorularını ve üretilen bilgiyi etkileyen, birbiriyle ilişkili iki faktör var: araştırmacıların teorik ve politik eğilimleri ve akademik kadrolarda istihdamda cinsiyet dinamikleri.

 

 

 

Türkiye’de akademik arkeolojide cinsiyet dinamikleri: “cam tavanlar”

 

“Türkiye arkeolojisinde feminist toplumsal cinsiyet çalışmaları neden geç kaldı?” sorusuna geçmeden önce, teorik ve politik eğilimlerin istihdamda eşitlikle ilişkisini anlamak adına kısaca Türkiye’de akademik arkeolojide cinsiyet dinamiklerine bakmak istiyorum: 56 arkeoloji bölümünün akademik kadro listelerine ve YÖK atlasına göre 215 kadın akademisyen ve 323 erkek akademisyen 2021 yılı itibariyle üniversitelerde farklı akademik pozisyonlarda istihdam edilmekte. Yani üniversitelerin arkeoloji bölümlerinde istihdamda erkeklerin %60’a %40’lık bir karşıtlıkla daha büyük bir yüzde ile temsil edildiğini görüyoruz. Bu dağılıma kadro hiyerarşisini eklediğimizde, akademiye girişte ve akademik yükselmede çifte bariyer görmekteyiz. Bu durum tam da Avustralya örneğinde gördüğümüz “cam tavan” terimine uyuyor.  Birinci cam tavan, akademiye girişte: kadın araştırma görevlilerinin oranı (%38) erkek araştırma görevlilerine (%62) kıyasla çok daha az. İkinci cam tavan ise akademik yükselmede karşımıza çıkıyor. Bölüm başkanlığı, profesörlük ve doçentlik gibi kademelerde de erkekler daha yüksek bir oranla temsil ediliyorlar. Bu durumda, kadınlar arkeolojiyi akademik olarak sürdürebiliyor gibi dursa da erkeklere göre daha dezavantajlılar demek mümkün. Eğitime baktığımızdaysa, 2018-2019 YÖK istatistikleri, kadın öğrencilerin lisans mezuniyet oranının erkek öğrencilere kıyasla daha fazla olduğunu ancak lisansüstü eğitime devam etme oranlarının daha düşük olduğunu gösteriyor. Belki de ilerde akademik yükselmede karşılaşabilecekleri dezavantajları gören pek çok kadın+ öğrenci arkeolojiyi bırakmayı tercih ediyor.

 

 

 

Türkiye arkeolojisinde feminist toplumsal cinsiyet çalışmaları neden geç kaldı?

 

Dünyada toplumsal cinsiyet arkeolojisini doğuran teorik yönelimlere, sosyo-politik dinamiklere ve bunların sonuçlarına kısa bir bakış, ikinci dalga feminist politikanın akademiye etkisinin erkek merkezli bakış açılarının eleştirisini sağladığını fakat genellemelere ve karşıtlıklara dayanan yaklaşımlar doğurduğunu gösteriyor. Üçüncü dalga feminist politika ve kuir hareketle birlikte genelleyici bakış açıları aşılmaya başlıyor. Bu süreç, karşıtlıklar yerine farklılıklara odaklanan, kendi ürettiği bilginin doğasına eleştirel bakabilen bir arkeoloji anlayışı da meydana getirmiş. Sosyo-politik açıdansa, bu sürecin sonunda arkeolojide cinsiyet, ırk ve sınıf eşitsizliklerinin görünür hale geldiğini ve açıkça eleştirilmeye başladığını söylemek mümkün. Bugün kadınların ve LGBTİ+ların arkeolojiye daha aktif katılımı ve toplumsal cinsiyet araştırmalarının artışıyla birlikte disiplinde cinsiyetçilik, taciz ve mobbingin de belgelenmeye başladığını ve mücadele mekanizmalarının önerildiğini ya da mümkün olduğunca oluşturulduğunu da görmekteyiz (Voss 2021). Siyah feminist arkeoloji gibi, heteropatriyarkanın yanı sıra ırkçılığa ve kolonyalizme karşı da eleştiri sunan kesişimsel yaklaşımların artışı (Battle-Baptiste 2011), transları ve kuirleri de kapsayan örgütlülüklerin oluşturulması, dünyada feminist arkeolojiye yeni bir yön veriyor.

 

Peki dünyada durum buyken, Türkiye arkeolojisinde toplumsal cinsiyet çalışmaları neden “geç kaldı”? Türkiye’de politik ve akademik gelişmelere baktığımızda arkeolojinin iki temel başlık altında toplayabileceğimiz bazı sorunlarını görüyoruz. Bunlardan ilki, arkeolojideki teorik yönelimler. Kültürel antropoloji ile arkeoloji arasındaki kopukluk, bazı araştırma sorularının arkeolojinin gündemine geç girişi ile sonuçlanmış. Arkeolojinin kültür-tarihçi ve milliyetçi kökeni aslında bu sorunun nedeni. Bu ilk sorunun başlangıcını 1923 sonrasına tarihleyebiliriz. 68 sonrası Türkiye’de yaşanan siyasi gelişmeler ve iki askeri darbe ise yükselen sosyalist hareket içerisinde cinsiyet eşitsizliklerinin tartışılmasını ertelemiş ve bu durum feminist politikanın “gecikmesiyle” sonuçlanmış. Bu dönemde akademi üzerindeki baskıyla da birlikte arkeolojinin iyice apolitik bir karaktere büründüğünü düşünebiliriz. Son 15 yılda artan kuramsal arkeoloji çalışmalarının toplumsal cinsiyeti görmeyişi, gördüğü durumlarda da toplumsal cinsiyeti sıklıkla ikili cinsiyet sistemi üzerinden kurgulama eğilimiyse feminist teorinin akademiye ve sosyal bilimlere geç etkisi ile ilişkili olabilir.

 

Türkiye’de feminist bir toplumsal cinsiyet arkeolojisinin eksikliğini tartışma çabası, aslında bilgi üretiminde “objektifliği” tartışmayı ve arkeolojinin alternatif bir tarihçesini yazmayı gerektiriyor. Dünyada arkeolojide toplumsal cinsiyet dinamiklerine baktığımızda, arkeolojinin tarih yazımında Batı odaklı, beyaz ve erkek merkezli bir bakış açısı görmemiz kaçınılmaz. Arkeolojide metodolojik ve teorik dönüm noktalarını oluşturan paradigma değişimlerinin öncüleri, birçok arkeoloji tarihçesi çalışmasında yalnızca erkekler olarak resmedilmiş. Dolayısıyla, arkeolojide toplumsal cinsiyet çalışmalarının bir tarih yazımına ya da arkeoloji disiplininin bir feminist tarih yazımına teşebbüs etmek, aynı zamanda arkeolojinin alternatif, görmezden gelinen tarihçelerini de ele almamızı sağlayabilir. Arkeolojinin politik ve ideolojik kullanımlarını düşündüğümüzde, bunun ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu anlayabiliriz.

 

Feministler, özellikle sosyal bilimlerde, bilimsel bilgi üretiminde “objektifliğin” üretilen bilginin politik bağlamlarına uzak bir “nötrlük” olarak yanlış bir şekilde algılandığını ve bunun, disiplinlerin köklerini oluşturan geleneksel değerlerin yeniden üretiminden başka bir şeye hizmet etmediğini uzun yıllardır vurguluyor. Aslında “objektiflik”, üretilen bilginin toplumun hangi kesimlerini ilgilendirdiği ve hangi kesimler için “faydalı” olabileceği hakkında özdüşünümsel, eleştirel, hatta provokatif ve kesinlikle politik bir yaklaşım gerektiriyor. Toplumsal arkeolojinin de tam anlamıyla “toplumsal” olabilmesi için feminist olması gerektiğini öne süren Rachael Kiddey (2020), arkeolojinin politik köklerine eleştirel bakabilmesi ve daha provokatif olabilmesi için feminizmi (yeniden) benimsemesi ve yeniden kavramsallaştırması gerektiğini belirtiyor. Bu da bilimin demokratikleşmesiyle birebir ilişkili ve politik toplumsal hareketlerle içerden doğan bir ilişki kurmadan bunların hiçbirini başarmak mümkün değil. Türkiye’ye döndüğümüzde, arkeolojide feminist yaklaşımların eksikliğinin sebebinin de teoriyle olan mesafe değil, apolitikliğin bilimsel objektiflikle birbirine karıştırılması olduğunu söylemek mümkün.

 

Arkeolojinin feminizmle ve doğal olarak teori ve politikayla ilişkisine dair bu tartışmayı bitirirken, “nasıl devam edeceğiz?” diye sormak istiyorum. Türkiye arkeolojisi açıkça uzun yıllar boyunca politik ve akademik alandaki feminist mücadeleyle arasına bir mesafe koydu. Ancak son yıllarda artış gösteren çalışmalar, “feminist arkeologlar” (twitter ve instagram) gibi yeni kurulan örgütlülükler ve yeni, genç kuşak arkeologların feminist mücadeleyle tabandan gelen bağı bu mesafeyi kapatmak adına umut veriyor. Peki geldiğimiz noktada, geçmişte ve günümüzde arkeolojinin görünmez öznelerine ikili cinsiyet sistemine uygun, “makbul roller” atayarak feminist arkeolojiyi “makul bir araştırma alanı” olarak kabul ettirmek gibi bir zorunluluğumuz var mı sahiden? Bunun yerine, çeşitlilikleri, farklı deneyimleri, olasılıkları, farklı bilgi üretim biçimlerini görünür kılmak ve daha toplumsal, politik ve kapsayıcı bir feminist arkeolojiyi inşa etmek mümkün mü? Bunun yolu belki de “adımları atlamaktan”, çok kimlikli, normları aşmış, kendi tarihini eleştiren ve kendi içinden doğan bir feminist arkeoloji pratiği oluşturmaktan geçiyor. Sloganlarla konuşmayı sevmesem de güzel bir sloganla biraz idealizm yaparak bitirmenin sakıncası olmadığını düşünüyorum. Preciado (2018), Countersexual Manifesto’da “bu kitap devrime bir çağrı ile değil, hepimizin zaten anda olmakta olan devrimin ta kendisi olduğunun farkındalığıyla başlıyor” der. Ben de hepimizin, aynı anda önce kendimize sonra Türkiye’de arkeolojinin ve tarih yazımının uzun geçmişine ön kabulleri ve normları aşarak bakmayı başarabilirsek bu ufak devrimin aslında ta kendisi olabileceğimiz düşüncesiyle bitirmek istiyorum.

 

 

 

 

Kaynakça:

Arnold, K., Gilchrist, R., Graves, P., Taylor, S. 1988. Women and Archaeology. Archaeological Review from Cambridge 7(1): 2-8.

Battle-Baptiste, W. 2011. Black Feminist Archaeology. Routledge, London and New York.

Conkey, M.W., Spector, J. 1984. Archaeology and the Study of Gender. Advances in Archaeological Method and Theory 7: 1-38.

Çevik, Ö. 2013. Türkiye Arkeolojisinde Öncü Kadınlar. O. Tekin, M.H. Sayar, E. Konyar (Ed.), Tarhan Armağanı, Ege Yayınları, İstanbul: 131-141.

De Leiuen, C. 2014. Gender, Feminist and Queer Archaeologies: Australian Perspective. Smith, C. (Ed.), Encyclopedia of Global Archaeology: 2961-2968.

Diaz-Andreu, M., Sorensen, M.L.S. 1998. Excavating Women. A History of Women in European Archaeology. Routledge, London and New York.

Dommasnes, L.H. 1992. Two Decades of Women in Prehistory and Archaeology in Norway. A Review. Norwegian Archaeological Review 25(1): 1-14.

Dommasnes, L.H., Monton-Subias, S. 2012. European Gender Archaeologies in Historical Perspective. European Journal of Archaeology 15(3): 367-391.

Gilchrist, R. 1999. Gender and Archaeology. Contesting the Past. Routledge, London and New York.

Kiddey, R. (2020). I’ll Tell You What I Want, What I Really, Really Want! Open Archaeology that is Collaborative, Participatory, Public, and Feminist. Norwegian Archaeological Review. https://doi.org/10.1080/00293652.2020.1749877

Mandt, G., Næss, J.-R. 1986. Hvem skapte of gjenskaper vår fjerne fortid? Struktur og innhold i norsk arkeologi i perspektivet: “Hvor mannlig er vitenskap?” K.A.N. Kvinner i arkeologi i Norge 3: 3–28.

Pope, R. 2011. Processual archaeology and gender politics. The loss of innocence. Archaeological Dialogues 18(1): 59-86.

Preciado, P.B. 2018. Countersexual Manifesto. K.G. Dunn (çev.), Columbia University Press, New York.

Scott, J. (2013). Feminist Tarihin Peşinde. BGST Yayınları, İstanbul.

Smith, C.E., Burke, H. 2006. Glass ceilings, glass parasols and Australian Academic archaeology. Australian Archaeology 62: 13-25.

Voss, B. 2021. Disrupting Cultures of Harassment in Archaeology: Social-Environmental and Trauma-Informed Approaches to Disciplinary Transformation. American Antiquity: 1-18. https://doi.org/10.1017/aaq.2021.19

 

 

 

 

Ana görsel: 1. yüzyıla tarihlenen “Kungsåra Bankı”nda, sırtları bize dönük şekilde oturan dört kadın: Sigrid Leijonhufvud, Rosa Norström, Märta Leijonhufvud ve Fanny von Hartman. 1998 yılında yayınlanan, “Excavating Women. A History of Women in European Archaeology” başlıklı kitabın kapağında da yer alan fotoğrafın ve dört kadının hikayesini Elisabeth Arwill-Nordbladh (1998) anlatmaktadır. Fotoğraf 1908’de Stockholm Doğa Tarihi Müzesinde çekilir. Bankta yüzleri hafifçe aşağı eğik ve öne dönük şekilde adeta “konu mankeni” gibi tasvir edilen dört kadın o dönemde müzede çalışan yedi kadın arkeolog içerisindedir. Ancak, birçok bilimsel arkeolojik çalışmada yer almalarına, bilimsel yayınları bulunmasına rağmen kadınların tümü, arkeolog olarak anılan erkek meslektaşlarından farklı olarak, kayıtlarda “kütüphaneci” ve “asistan” olarak geçer. Bu hikaye de kadınların arkeolojinin tarih yazımında nasıl görünmezleştirildiğinin örneklerinden biridir.

Arwill-Nordbladh, E. 1998. The Cover Picture: Kungsåra Bench. M. Diaz-Andreu, M.L.S. Sorensen, (Ed.), Excavating Women. A History of Women in European Archaeology. Routledge, London and New York: v-vii.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

Y“Üzgünüm, buraya yemek yapmaya değil kazı yapmaya geldim!” : Cinsiyetçilik, erkek egemen mitler ve feminist arkeoloji
“Üzgünüm, buraya yemek yapmaya değil kazı yapmaya geldim!” : Cinsiyetçilik, erkek egemen mitler ve feminist arkeoloji

Bir araştırmaya göre kadın arkeologların %68’i saha çalışmalarında çeşitli biçimlerde cinsiyetçiliğe maruz kalmış; kadınların %71’i taciz edildiğini, %26’sı ise hakarete uğradığını belirtmiş.

Bir de bunlar var

Çözülmemiş Ölümlerin Minyatür Yaşamı
Yuri Gagarin, Uzaya Gitmeden Dakikalar Önce
Sylvia Pankhurst’ün Açlık Grevi ve Zorla Besleme

Pin It on Pinterest