Bergen-olmayan ses tam da o olmadığını bile isteye sahiplenerek -ve görsel olanın tersine- bir benzemeyişe açılarak çerçevenin dışına, imgenin boşluğuna işaret eder.
Basê’nin tanıklığındaki hatırlayışlar/hatırlatışlar sesin saklayan, yola sokulamayan, bastırılsa da geri dönen boyutuyla ilişkilidir.
“Aile, bir kazadır.” Lütfi Akad’ın Gelin’i ve Fikret Reyhan’ın Çatlak’ı, belki de en çok bunu hatırlatıyor.
Bu sesleri, içinden çıktığı dönemin ses perdesinde derin izler bırakan, delikler açan bir karşıt-ses, bir karşıt-bellek gibi duyduğumdan önemsiyorum.
Pezzettino dönüştürücü. Bir şekillenişe doğru götürmüyor da bizi, şekillenişin ne demek oluşunu tanımaya götürüyor. Feminizm de böyle değil mi?
Bir kez kaçmadan, kaçmanın gücünü hissetmeden eve tekrar tekrar yakalanışını da fark edemiyor insan.
Ev bir yanıyla hep anneye işaret ediyor. Sığındığımız kadar kaçtığımız bir yere, bedene. Ne kadar geride bırakmaya çalışsak da hep yanımızda taşıdıklarımıza.
Konu mültecilik olunca dünyanın tüm coğrafyalarının ne kadar aynılaşabildiğini, insanların aidiyetleri, varlıkları sayılara, kodlara endekslendiğinde en iyi denilen sistemlerin bile ne kadar yozlaşabildiğini anlatıyor Stateless.
Affedememenin, suçluluğun, öğretilerin, öğretilerden kurtulmanın çetrefilliğinin, cevap aramanın ve cevap bulmanın bir tezahürü The Lost Daughter.
Ruh yittiğinde mi bürünülür maskeye? Yoksa ruhu örten, donduran, giderek yok eden şey midir maske? Ya da arkasında yarattığı sahicilik efektiyle beraber hakikatin kendisi mi?