Ben içimden geldiği gibi konuşurum. Derdimi anlatmak için. Biz hep dert anlatmak zorunda kalıyoruz. Kürt olmak, Alevi olmak, kadın olmak, bunlar hep seni bir dert anlatmak zorunda bırakan kimlikler.

MEYDAN

Sebahat Tuncel’le Röportaj II. Bölüm: “Hepsi 3 kelime: Özgürlük, Eşitlik, Adalet.”

 

Sebahat Tuncel’le röportajımıza dün kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bugünün satırbaşları: Cezaevi deneyimleri (“içeride” bakılan fallar ve yapılan tartışma programı provaları dahil), BDP grubunun meclise girmesiyle mecliste değişen siyaset yapma biçimi ve değişmeyenler; “her konuda uzman vekil” olmak, sıradan bir günün nasıl geçtiği, meclis kulisleri, “eril/iktidarcı bakıştan arınarak siyaset yapabilmek…

 

(Tuncel’in “hayalindeki kent”, Gezi , HDP ve onanan 8 yıllık hapis cezasıyla ilgili düşünceleri, vakit bulur bulmaz yapmak istedikleri, severek okudukları, aşkın politikasına dair söyledikleri için yarınki son bölümü kaçırmayın!)
Politik mücadeleyi yüzleşme, kendini deşme, kendini değiştirme/oluşturma süreci olarak anlatıyorsunuz. Ama eş zamanlı olarak 20’li yaşların başında büyük siyasi sorumluluklar da üstlenmişsiniz. İkisi bir arada nasıl gitti?

 

Hep nasıl oldu biliyor musun? İlk kadın komisyonuna geldiğimde “gençlik”te çalışsaydım keşke diyordum. Ama kadın komisyonu oldu. Sonra HADEP döneminde kollaşma sırasında “ben yönetimde kalayım” dedim ama kadın kol başkanı oldum. Sonra ilçe yönteminde yine yanaşmamıştım ama ilçe başkanı oldum. “Kararlaşma” diye ifade ettiğimiz bir şey var bizim, bir ayağın düzende bir ayağın özgürlük mücadelesinde olması. Düzenin hep kendine çeken bir yanı oluyor siz kendinize başka bir yaşam da kurmaya çalışsanız. E tabi değiştirmek için bir noktada veriyorsunuz kolunuzu. Sonra ilçe başkanlığından sonra parti değişti, HADEP DEHAP oldu. Sonra genel merkeze gittim. O dönem çok yoğun tartışmalar yürütüyorduk. Yeni bir dil, yeni bir söylem, demokrasiyi yerelleştirme, meclislerimizi oluşturma, bütün bunları yaparken iktidarcı söylemden vazgeçmek gerektiği tartışmalarımız vardı. “Başkanlık” yerine “sözcülük” ilk o zaman oluştu işte. Bu arada benimsediğimiz bu yeni tarz siyasetle yeni bir parti kurmaya karar verdik. Seçimde DEHAP’la istediğimiz sonucu da alamayınca yeni parti kurduk: DTP. DTP’nin ilk kurucularından biriyim. Kadın komisyonunda çalıştım. Kadın kolları genel sözcüsü oldum. Böyle yani. Ben bir yandan kendi farkındalığımla uğraşırken diğer işler de beklemiyor tabi. Sonra sözcülük sırasında tutuklandım zaten. 8-9 ay cezaevinde kaldım.

 

Hangi cezaevinde kaldınız?

 

İlk Paşakapısı Cezaevi’ne gittim. Orada adli tutuklular var. Gardiyanlar bana şöyle bir baktı, dediler ki “sen eli yüzü düzgün birine benziyorsun, seni iyi bir koğuşa verelim.” Ben hiç ses etmedim tabi. Sonra ellerindeki dosyada hangi suçtan geldiğin yazıyor ya, dosyaya baktılar, “örgüt üyeliğini” görünce bir bana baktılar, bir kâğıda, bir daha bana, dediler ki “bir müdüre soralım biz senin koğuşunu”. Sonra aldılar revire götürdüler.

 

Paşakapısı’nda ne kadar kaldınız?

 

Orda sadece bir hafta kaldım. Hem de revirde. Ama benim için çok ilginç bir deneyim oldu. Yıllardır kadın mücadelesiyle uğraşıyorum. Kadınları tanıdığımı düşünüyorum. Orda kocasını ya da sevgilisini öldürmüş kadınlarla, çocuğunu öldürmüş kadınla, uyuşturucu, hırsızlıktan yatan kadınlarla tanıştım. Kadınlar arasındaki hiyerarşiyi, ayrımcılığı görüyorsun orada da. Mesela çek senet davasından gelmiş kadınların konumu farklı, kimsesi olmayanların farklı. Hepsiyle sohbet ediyorsun, aralarındaki ilişkiyi görüyorsun. Oradaki adli tutuklu kadınlar arada bir gelen siyasi kadınları izlemişler. Diyorlardı ki buraya gelen siyasi kadınların hepsi çok çay içiyor, çok sigara içiyor, bir de hepsi haberleri izliyor. Ben gittim, haberleri izliyorum ama sigara içmiyorum, çayı da normal içiyorum. Dediler ki “sende pek siyasi tipi yok” . Ama sonra televizyonda haberlerde izlemişler “DTP sözcüsü tutuklandı” diye. Tabi cezaevinin temel gündemi “af çıkacak mı, çıkmayacak mı?” Benim de partiden geldiğim duyulmuş ya, hemen bana sormaya başladılar “af gelecek mi?” Ben de ne yapayım, bozuntuya vermiyorum, “çalışırsak olur arkadaşlar”, “her şey mücadeleyle olur” filan diyorum. Ama içimden de diyorum “kelin ilacı olsa başına sürer”. Böyle yani. Değişik bir deneyimdi. Orada kadınlardan biri çay falı bakmıştı bana. Dedi ki “üzülme, seni çiçeklerle karşılayacaklar dışarıda.”. Sonra gerçekten çiçeklerle karşıladılar. O fal çıktı. Ama biraz geç çıktı. Paşakapısı’nda bir hafta kaldıktan sonra Gebze’ye gittim. Orada diğer siyasi tutuklu kadınlarla 8-9 ay kaldım.

 

Cezaevindeyken nasıl milletvekilliğine aday oldunuz?

 

Arkadaşlar cezaevine gelip adaylık meselesini gündeme getirdi. Tabi ben arkadaşlara o zaman söyledim: “Ben cezaevindeyim. Nasıl olacak? Benim bu konuda bir şey söylemem uygun değil. Siz karar verin” diye. Kadın meclisinden arkadaşlar “siz bizim sözcümüzsünüz. Sizin burada bulunuşunuz da siyasi bir mesele. Biz de buna böyle bir siyasi cevap vermek istiyoruz” dediler. Adaylığım böyle oldu yani. Ama aday olduktan sonra da milletvekili seçildikten sonra da bunun sorumluluğunu çok taşıdım “acaba hayır mı deseydim, hakkını verebilecek miyim” diye. Aday gösterildim ama içerdesiniz, kampanyayı siz yürütemeyeceksiniz, kaybederseniz bu kadın örgütünün başarısızlığı sayılacak. En güçlü olduğumuz bölgeden adaydım gerçi ama kadın mücadelesi açısından başarısız olmamanız gerekiyor. Neyse işte, sonra cezaevindeki arkadaşların hepsi o havaya girdi. Bir ben onlara uyamadım. Birlikte mektuplar yazıyorduk kampanyaya destek için. Seçilirsem televizyon programlarında nasıl konuşmam lazım diye bana paneller düzenliyorlardı, hatta miting bile düzenliyorlardı. Ama ben hiç konuşamıyordum o provalarda. Tabi arkadaşlar da endişe ediyor, nasıl konuşacak bu mitinglerde, televizyonda diye. “Sen milletvekili olacaksın ama daha bizim yanımızda bile konuşamıyorsun”, “çalışmamız lazım” diyorlardı. Sonra milletvekili seçildiğim gün açık görüştü, aileler filan gelmişti. Orada ben bir konuşma yaptım. Bizim birlikte kaldığımız arkadaş döndü bana dedi ki “Sebahat, sen konuşabiliyormuşsun”. Dedim ki “tabi konuşabiliyorum. Ben yıllarca kitle çalışması yaptım halkın içinde.” Dedi “ama bizim provalarda hiç konuşmuyordun”. “Onlar bana fazla tiyatro gibi geliyordu, kusura bakmayın” dedim. Gülüştük öyle. Öyle şaşırmışlardı.

 

Aslında mitinglerin öyle bir yanı yok mu, tiyatro gibi? Bir performans tarafı yani?

 

Bazıları için var tabi. Ama ben içimden geldiği gibi konuşurum. Derdimi anlatmak için. Biz hep dert anlatmak zorunda kalıyoruz. Kürt olmak, Alevi olmak, kadın olmak, bunlar hep seni bir dert anlatmak zorunda bırakan kimlikler. Çünkü insanların seni anlamadığını düşünüyorsun. Ha bire derdini anlatmaya çalışıyorsun. Kimliklerinden dolayı bu kadar ayrımcılığa, baskıya maruz kalınca her ağzını açtığında kendini en iyi şekilde anlatmaya bakıyorsun. Performans kimliğiyle ilgili derdi olmayanların işi.

 

Cezaevinden çıkışınız gerçekten çiçeklerle oldu. Ama oradaki zaman nasıl geçmişti?

 

Kolay değildi tabi. Kimseye kolay değil. Ama cezaevinden çıkıp çiçekleri görünce Paşakapısı’ndaki o kadın arkadaşın falı aklıma geldi hemen. İki şey söylemişti zaten, biri buydu. Düşünürüm bazen, şimdi ne yapıyor o arkadaş diye. Cezaevi zor ama ilginç bir deneyimdi benim için. Kapalı mekânda olmayı, insanların iradesine nasıl müdahale edildiğini yaşıyorsunuz. Siyasi tutuklu olduğunuz için orası da bir mücadele alanı oluyor tabi. Mekânın kapalı ya da açık olması sizin için fark etmiyor. Daha örgütlü davranıyorsunuz. O dar alanda politika üretmeye devam ediyorsunuz. Çok okuyorsunuz. Kendinizi gözlemliyorsunuz. Orada yine bir dışarıdan kendime bakma durumum oldu. O kadar yoğun bir pratik içinden gitmiştim ki cezaevine, bazen çok daraldığım, zorlandığım oluyordu. Cezaevi benim için kendime farklı bir gözle dışarıdan bakma, kendimdeki eksiklikleri fark etme, bende iktidarcı yan var mı yok mu, erkek egemen sistemden ne kadar arınabildim, hangi yönlerimi değiştirmem lazım diye düşünme süreci oldu. Şimdi böyle anlatınca, ben hep kendimle uğraşmışım galiba. İyi yapmışım, vakit vardı o zaman. Cezaevinden çıktığım gün ilk Esenler’de konuşmuştum, ondan sonra da hiç durmadım neredeyse. Kendimi dinleyecek vakit çok az şimdi.

 

O kadar farkındayız ki hiç durmadığınızın… Bununla ilgili bir sorumuz var zaten. 2007’den beri her yerdesiniz, her eylemde, her toplantıda, panelde. Mecliste sürekli soru önergesi, araştırma önergesi, kanun teklifi veriyorsunuz. Komisyonlarda çalışıyorsunuz ayrıca. Nasıl yetişiyorsunuz? Günlük rutininizi çok merak ediyoruz. Kaçta uyanıyorsunuz ya da hiç uyuyor musunuz? Sıradan bir gününüz nasıl geçiyor?

 

Valla bazen kendim de şaşırıyorum nasıl yetiştiğime. Şöyle bir hissiyatım hep oldu: Benim diğerlerinden daha çok çalışmam gerekiyor çünkü sorumluluk çok fazla. İnsanlar sizi oylarıyla almış cezaevinden çıkarmış, hizmet etmeniz gerekli, hakkını vermeniz gerekli. İkincisi halkın içerisinden geliyor olma hali var. Biz siyaseti sokakta, mahallede, halkın içersinde yapıyorduk. Benim sonuçta milletvekili olmadan önce de bir siyasi geçmişim var. Sürekli yereldeydim. Sesimizi duyurmaya çalışıyorduk. Meclise gidince benim için ilk soru şu oldu: burada, bu binanın içinde neler yapabilirim, nasıl olanaklar var burada? İlk gittiğimde çok yabancıydık, yabancıydı bize. Nasıl yapılır, nasıl söz alınır, nasıl konuşulur, hiç bilmiyoruz. Öncesinde bir deneyimimiz yok. Hatta bazen yanımızdaki gruplara bakarak “aa, bu böyle yapılıyormuş” dediğimiz zamanlar olmuştur. O pratik başka bir şey. Zamanla öğreniyorsun. Biz meclise ilk gittiğimizde 8 kadın arkadaşla başladık. Çok önemli bir deneyimdi. Grup başkan vekilimiz kadındı. O kürsüyü en çok kadınlar kullandı. Araştırma önergesi, soru önergesi, kanun teklifi verdik de verdik. Bunlar bir şekilde denetim mekanizması oluyor. O yüzden önemli. Ama bizim için halkın olduğu yerde olmak, orda politika yapmak en önemli şey oldu hep. E tabi normal bir vekilden on kat daha yoğun oluyorsun o zaman. Mesela sabah 8 gibi kalkıyorum, 9 gibi evden çıkıyorum. Gece en erken 12-1’lerde eve geliyorum. Bütün gün oradan oraya, o şehirden bu şehre, eylemden toplantıya, toplantıdan meclise koşturuyorum. Yollarda gündemi yakalamak için okuyorum, hazırlığımı yapıyorum. Her gün böyle. Bazen arada bir boşluk olunca, “Allah Allah, bugün hiçbir iş yapmadım” diye böyle tuhaf, suçluluk gibi bir hissiyat oluyor. “Bir şeyi mi unuttum acaba?” diyorum. Bir de çalışma tarzının dağınıklığı insanı daha çok yoruyor. Benim çalışma tarzım fazla dağınık. Aynı anda birkaç tane iş değişebiliyor. Sabah evden başka planla çıkıyorum, gece döndüğümde başka işler yapmış oluyorum.

 

Bir öncelik belirliyor musunuz işler arasında?

 

Gücüm yettiği kadar her yere yetişmeye çalışıyorum. Daha çok hak mücadelesi, özgürlük mücadelesi, insanların emeğinin/çabasının görünür olması, sesini duyurmaya çalışanın yanında olmayı tercih ediyorum. Çünkü kendi yaşadığım deneyimden bunun ne kadar zor olduğunun farkındayım. İnsanlar bir yerde haksızlığa itiraz ediyor, isyan ediyor ve kendisini birilerinin duymasını istiyor. Türkiye’de ne yazık ki anca vekil olunca sesinizi daha çok duyurabiliyorsunuz ya da sokakta dayak yemeniz lazım. O yüzden ben de elimden geleni yapıyorum vekilliği doğru kullanmak için. Tek başıma değilim tabi. Ben kolektif çalışmayı seviyorum. Danışman arkadaşlarımız var. Bir yanda başka bir iş yaparken bir yanda kanun teklifi ya da soru önergesi hazırlayabiliyoruz. Yerelde kendi sorunun gündemleşmesini isteyen arkadaşlardan alıyoruz isteklerini, önerilerini. Bu çok faydalı. Daha çok kişiyle çalışmış oluyorsunuz. Hem insanlar bu sürece katılmış oluyor. Hem de siz insanların sorunlarını gündeme getirmiş oluyorsunuz.

 

Bu siyaset yapma tarzı, sizin siyaset biçiminiz ve varlığınız mecliste bir şeyleri değiştirdi mi?

 

Biz parlamentoda çok şey değiştirdik. Biz ilk gittiğimizde şöyle diyordu insanlar diğer vekiller için: “İşte bunlar vekil, sadece seçimden seçime gelirler, oy isterler.” Ama biz bu kadar sokakta ve halkın içinde olunca diğer vekiller de sokağa çıkmak zorunda kaldı. Eminim bize öfkeleniyorlardır. Çünkü şimdi her partinin seçmeni diyor ki “şu partinin vekili her gün şurda, her gün sokakta ama sen yoksun.” Seçmen onlara “niye yoksun?” diye soruyor artık. Onlar da gitmek durumunda kalıyor.

 

BDP’deki kadın kotası ve kadınların aktif siyaset tarzı da mecliste etkili oldu, değil mi? Sizden sonra, diğer partilerdeki kadın sayısının azlığı daha göze batar oldu galiba.

 

Bir faydamız da o oldu. Biz meclise gidene kadar hiçbir grup başkan vekili kadın olmamıştı. Divanda hiç kadın yoktu. Kimse bunun derdinde değildi. Ama bizde sürekli kadınlar konuşunca, kadınlar kürsüde etkin olunca hepsinde şimdi grup başkan vekilleri kadın oluyor. Belediyeye aday gösterirken kadın aday göstermek zorunda kalıyorlar. Biz aynı zamanda meclis komisyonlarında aktif çalıştığımız için oradaki sözümüzün de çok önemli olduğunu düşünüyorum. İnsanlar yeni bir dil öğreniyor. Mesela kadın-erkek meselesinde eskiden herkes “bayan” derken şimdi bazıları kadın diyor. Gerçi zihniyet olarak ne kadar değişiyor bilmiyorum. Ama bu dilin değişmesi de önemli.

 

Meclis kulisleri nasıl? Televizyonda izlediğimiz bağrış çağrış, kavgalar arka tarafta da devam ediyor mu?

 

Ekranın dışına çıktığında bazı şeyler normalleşiyor. Ben mecliste şunu gördüm: Muhalefet etme tarzı bağrışarak, sertleşerek yapılıyor. Böyle olunca medyaya yansıyor. Ve bu her şeyden önce biz kadınlar açısından çok kötü. Bu küfür üreten, lafını bağırarak dinleten, cinsiyetçi söylem üreten siyaset biçimi dönüp dolaşıp kadınları etkiliyor. Ama mecliste salonun dışına çıkınca böyle değil insanlar. O zaman da o ikiyüzlülüğü fark ediyorsunuz. Çünkü dışarıda insanlar bir şekilde karşılaşıyor, selamlaşıyor, bir araya geliyor, çay içiyor, komisyonlarda çalışıyor. Kamera girince herkes kendi “potansiyelini” gösterme çabasına giriyor. Erkekler bu konuda daha, nasıl desem, “ilginç” diyeyim bari. İçerde bağrış çağrış kavga ediyorlar, dışarıda çay içip sohbet ediyorlar. Kadınlar o konuda kendi durdukları noktada daha ilkeli duruyor. Ben mesela iki dönemdir milletvekiliyim. İlk dönem ters bir yaklaşım vardı. Bakıyor, “bu cezaevinden çıkmış meclise gelmiş” diyor. Ama zamanla insanlar seni tanıyınca, düşüncelerini, fikirlerini ifade etme biçimine bakınca yumuşuyor. Dışarıda karşılaşınca da sohbet edebiliyorsunuz bazılarıyla. MHP’lilerle genelde diyalogumuz olmuyor. Ama şu parti, bu partiden daha önemlisi, genel olarak Kürt sorununu çözme, demokratikleşme süreci derken, insanların da kendilerini sorgulayabildiklerini, önyargılarını kırabildiklerini gözlemliyorsunuz. Mesela ben çözüm komisyonunda çalışmaya ilk başladığımda bana “nerden geldi bu” diye bakıyorlardı. Hissettiriyorlar bunu. Ama mücadele ediyorsunuz bu bakışa karşı. Siz konuştukça, tartışmalara katkı sağladıkça, onlar da bakışını değiştirmek zorunda kalıyor. Bazıları takdir etmeye bile başlıyor. Yeni bir muhalefet etme biçimi öğreniyorlar.

 

Meclis içinde sözünüz kime daha çok/daha iyi ulaşıyor? Yani “öğreniyorlar” dediniz ama herkes eşit derecede açık değil galiba “öğrenmeye”?

 

Değil tabi. Ama bizim mecliste konuşmadığımız konu yok. Kürt sorununa, demokrasiye, kadınların özgürlüğüne, LGBT haklarına, Alevilerin haklarına, engellilerin sorunlarına, hak ve özgürlüklerine kadar her şeyi dile getiriyoruz. Dile getirdiğimiz her şeyi dinliyorlar. Bu çok önemli. Çünkü biz orada aslında bütün muhalefetin sesini yansıtıyoruz. Ekoloji mücadelesi, kadın mücadelesi, kent mücadelesi, LGBT mücadelesi… Hayvan haklarıya, su hakkıyla ilgili de politik sözümüz var barışın nasıl inşa edileceğiyle de, kadınların özgürleşmesi, ekonominin şeffaflaşmasıyla da.. Ama burada sözümüzü dinletebilmemizle ilgili çok önemi bir durum var. Bir, kullandığınız dil ve üslup. İki, konuya hakim olmanız. Bizim için hep şöyle düşünüyorlar: “Çok iyi danışmanları var”. Kendilerinin hep danışmanları çalışıyor çünkü. Oysa biz kendimiz üretiyoruz. Geldiğimiz yerden, siyasi birikimden getiriyoruz. Özellikle kadın hareketinden gelen arkadaşlar olarak aldığımız eğitim, kendi tartışmalarımız ve altyapımız bizi besliyor. Mesela biz hepimiz, kendimiz, serbest konuşuyoruz. Çok zor bir iş aslında. Canlı yayında ağzınızdan çıkacak bir tek laf sizi rezil de edebilir vezir de. Ama kendimize güvenerek konuşuyoruz. Diğerleri mutlaka yazılı konuşuyor dikkat ederseniz. Bu sizin konuya hâkimliğinizle alakalı bir şey. Ben kendime her konuda uzman vekil diyorum artık. Ekoloji olunca beni çağırıyorlar, kadın olunca beni çağırıyorlar, LGBT olunca beni çağırıyorlar, kent olunca, çocuklar olunca…

 

Soru ve araştırma önergelerinize baktığımızda da ilgilenmediğiniz bir konu yok gibi. Kaynaklarınız neler? Neleri okuyor, takip ediyorsunuz?

 

Bir konuda o alanda çalışma yürüten örgütlerle doğrudan bağlantımız oluyor. Öncelikle onlar bilgilendiriyorlar bizi, bazen konuyla ilgili dosyalar veriyorlar. Tabi benim sosyalist feminist bir perspektifim var, bu perspektifle okuyor, değerlendiriyorum. Kendi birikimim bir farkındalık ve bütünsel bir bakış açısı yaratıyor ister istemez. Mesela kente bakarken sadece binalar görmüyorsun. O kentin ekolojik bir perspektifle inşa edilip edilmediği, kentin insanlarının nasıl yaşadığını, kentin insanları sınıflara ayırıp ayırmadığını, kentteki yoksullarla zenginlerin yaşayışlarının, kullandıkları mekanların nasıl farklılaştığını düşünüyor, böyle görüyorsun doğal olarak. Halbuki iktidardakiler bir kente bakarken buraya nasıl daha çok bina yaparım, ne kadar para kazanırım, rant elde ederim diye bakıyor. Siz aynı yere burayı nasıl yaşanılır hale getiririm diye bakıyorsunuz. E tabi okuyor, öğreniyorsunuz da. Genelde sisteme daha muhalif sosyal bilimcileri takip ediyorsunuz doğal olarak. Mesela Bookchin’in kitaplarını okuyorsunuz, Wallerstein’i, Chomsky’yi okuyorsunuz. Kürt hareketinin kendi kaynakları var, oradan besleniyorsunuz. Feminist perspektiften besleniyorsunuz. Bu çok, çok önemli. Meselelere kadın bakış açısıyla bakabilmek, eril, iktidarcı bakıştan, tarzdan kurtulabilmek çok önemli.

 

Gerçek bir kadın bakış açısıyla birlikte o üstten bakan, iktidarcı bakan, kendini her şeyin merkezine koyan, kendinden başka kimse bilmiyor/anlamıyor sanan, o sürekli dikte eden bakış değişiyor, eşit bir ilişki kuruyorsun. Mesela insanlar size kendi sorunlarını anlatıyor. Bugünlerde kentsel dönüşüm çok ciddi bir sorun, o konudaki bir mağduriyetini anlatıyor biri. Orada önce o insanları dinliyorsun, yani o sorunun, derdin gerçek muhatabını. Sonra orada çalışma yapanlarla konuşuyorsun, daha büyük bir çerçeveye bakıyorsun. Mimar mühendisler odalarıyla vs. tartışıyor, bir araştırma yapıyorsun. Ona göre bir soru önergesi veriyorsun. Ya da su hakkı mesela. Kapitalist modernite biliyorsunuz suyu bile ticarileştirmiş ve aslında insanların en doğal hakkını bile bir pazara dönüştürmüştür. Bu konuda zaten politik bir duruşunuz var ama bunun politikasını nasıl geliştireceksiniz? Düşünüyorsunuz, nasıl olabilir, bu su hakkı mücadelesi nasıl verilir, ücretsiz nasıl yaparız, koşulları neler. Kadın özgürlüğü zaten muzaaam bir alan. Kürt meselesinin zaten içinde doğmuşsunuz. İnanç özgürlüğü de öyle. Bir insan aynı anda birkaç kimliğinden dolayı ayrımcılık ve baskı yaşayabiliyor. Hepsinin politikasını ortak bakış açısıyla, ortak biçimde üretebilmelisin. Bütün her şeyi üç kelimeyle ifade edebilirsin aslında: Özgürlük, eşitlik, adalet. Bu kadar. Herkes bu üçünü istiyor. Kadın da genç de Alevi de LGBT birey de Kürt de Ermeni de Çerkez de Laz da daha özgür olmak istiyor, herkesle eşit olmak istiyor, adalet istiyor.
Röportajın ilk bölümü için buraya, üçüncü ve son bölümü için buraya tıklayınız.

 

Duygu Aytaç hem Sebahat Tuncel’in fotoğraflarını çekti, hem de çok güzel sorular sordu. Bir de buradan teşekkürler.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YMaskeler, Ruhlar ve Dışarıda Kalanlar
Maskeler, Ruhlar ve Dışarıda Kalanlar

Ruh yittiğinde mi bürünülür maskeye? Yoksa ruhu örten, donduran, giderek yok eden şey midir maske? Ya da arkasında yarattığı sahicilik efektiyle beraber hakikatin kendisi mi?

SANAT

YTanınmamış Çocuklar, Hayaletimsi Kıpırtılar ve Eksilten Yazı
Tanınmamış Çocuklar, Hayaletimsi Kıpırtılar ve Eksilten Yazı

Halide Edib’in 1920’lerdeki metinlerinde, Türk edebiyatının Türklüğünü tesis eden birçok başka yazarınkinde olduğu gibi yaldızlı büyük anlatının gerisinde yazının sildiğinin, örttüğünün, karaladığının okunmasını bekleyen bir şeyler var.

SANAT

YHarap Mabetler, Ruhu Eşyaya Karışan Kadınlar ve Zamansız Parmak Uçları
Harap Mabetler, Ruhu Eşyaya Karışan Kadınlar ve Zamansız Parmak Uçları

Halide Edib’in kırılmış bir kadınlığın içinden, duyuşun tazyikiyle yazdığı mensur şiirleri, "kadınlığın biçareliği” ile yaşamsal ve yazınsal mücadelesine ışık tutuyor.

MEYDAN

YJules Gleeson’dan Judith Butler ve Guardian sansürüyle ilgili açıklama
Jules Gleeson’dan Judith Butler ve Guardian sansürüyle ilgili açıklama

"Maalesef Guardian editörleri Judith Butler’ı sansürleme kararlarını hayata geçirmeyi seçtiler."

Bir de bunlar var

Direncimiz düşmesin!
Polonyalı Kadınlar: “Bu Kirli Bir Oyun Ama Kolay Kolay Sinmeyeceğiz”
Cumhur İttifakına Kadınsız Camiler Lütfen

Pin It on Pinterest