Babamın ölümünün evimizde ortaya çıkardığı yeni yaşam modeli.

KÜLTÜR

Pipisiz Aile

Alabileceğimiz en kötü haberle yüzleşmemizden sonra, annem arka arkaya Marlboro Light’ları köklemiş, bense yapmayı çok istesem de pakete elimi sürmeye bile cesaret edememiştim. Gece yarısına doğru eve dönmüş, büyük ihtimalle kendi odalarımızda uyumaya çekindiğimiz için oturma odasındaki çekyata koyun koyuna kıvrılmıştık. Ertesi sabah bilumum can sıkıcı akrabayla karşılaşmaya hazırlanmak adına evin karşısında bulunan ve salçalı tostlarına bayıldığımız büfeden eve kahvaltı söylemiştik. İşte bu, hayatımızda -en azından evimizde, cânım yuvamızda- artık bir fallusun olmayacağı ilk güne tekabül eder. O tostlar, şu sıralar beşinci yılını dolduran erkeksiz yuvamızın günlük akışı hakkında harika bir işaretti: Beş yılda gittikçe daha az yemek pişirmeye, daha az silip süpürmeye başladık, sütyenler ve diğer “babasavar” objeler yavaş yavaş odalarımızdan çıkıp salona, antreye yayıldı ve ev içerisinde konuşulmadık – ya da konuşulması yasaklı olan- hiçbir konu kalmadı. Her zaman “bırak evi bok götürsün” mottosu’nun hayranıydım; ne mutlu ki azıcık direnç göstermesine rağmen annem de hayat duruşu olarak evin temizliğinin, mutfakta her gün taze yemek bulunması gerekliliğinin önüne kendi keyfini koymayı benimsedi.

 

Bu yazıda bahsetmek istediğim, babamın ölümünün evimizde ortaya çıkardığı yeni yaşam modeli. Güldüğünde sevimli bir ifadesi olan adamın bir daha asla şeftali yiyemeyecek olmasına üzülsem de, evimizin ve bir anlamda hayatımızın kavuştuğu dişil karakterin aşığıyım. Evet, Orkid paketlerinin girişteki sehpanın üstünde durmasının hiç mi hiç sakıncası yok.

 

Tabii, dişil aile örgütlenmemiz -buna aile demek uygun düşerse tabii, bence yeni bir ismi hak ediyoruz- gökten zembille inmedi; neredeyse her anı kendini yeniden tanımlama, hayatına bir nirengi noktası belirleme çabasıyla geçen yaklaşık 2000 günden bahsediyoruz. Evdeki güç odağının ortadan kalkmasından, ‘konsensüs ile karar alan dayanışmacı ev örgütlenmemiz’e gelene kadar geçtiğimiz aşamaları yas sürecini tanımlayan Kübler-Ross modeli ile açıklamak isterim. Bu modelin yasla yaşamayı öğrenirken geçtiğimizi iddia ettiği aşamalar sırasıyla, inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabulleniş. Bu aşamalar açık seçik ayrışamazlar çoğu zaman ve aşağıdaki sıranın kronolojik olduğunu zinhar söyleyemeyiz.

 

İnkâr

Türkiye’de yetişmiş, hayatının ilk yıllarında babası ve varsa ağabeyleri, erkek kardeşleri, amcaları ve saire ile yontulmuş, daha sonra biraz şanslıysa kendi rızasıyla seçtiği adam tarafından bir cendereye sıkıştırılmaya gönüllü olan, bahtsızsa mecbur kaldığı adama boyun eğme zaruriyeti taşıyan bir kadının hayatının tek referans noktası olan evdeki erkeği, kendisini adeta bir sopayla disipline eden fallusunu kaybetmesinin zorluğu tahmin edilebilir. Bu kadın, toplumu eğitim, gelir seviyesi, yaşam tarzı gibi kriterlere göre değerlendiren gruplara göre “makbul” de sayılsa, bu şartların hiçbirini sağlamayıp hor da görülse, durum aynı: Erkek yoksa, yaşamanın anlamı yok.

 

Annem ve ben de böyle olduk. Düşünsenize, bir sabah uyanıyorsunuz ve sabah kahvaltısını hazırlamak için kalktığınız, gün boyu paşa beyim neyi ister diye düşündüğünüz, akşam ona yemek yetiştirmek için arkadaşlarınızdan, kendi zevkinizden kıstığınız, sevişirken memnun etmek için uğraştığınız herif ortada yok. Bir daha geri gelmeyecek? Bir yanda sınırsız bir özgürlük potansiyeli, bir yanda dipsiz bir kuyu gibi kendine çeken bir korku. Annem, tüm gününü kendisine göre ayarladığı kural, kriter ve “deadline” koyucusunu yitirdi. Ben de, evdeyken yaptığım her hareketime karışan, hayattaki her aksiyonumu yargılayan, ne yaparsam yapayım yaranamadığım, hayatımın ilk 18 yılını sınırsız ve sonsuz bir eleştiri kuşatması altında geçirmeme sebep olan figürü. Daha dün annem aldığı bluzu babam görmesin diye benim dolabıma saklıyordu. Şimdi kendisi çok çok uzaklarda, tüm finansal kaynaklar annemin elinde, bütün mali kararlar onun iradesine bağlı. Annemin nasıl bir an bile, Her Şey Çok Güzel Olacak filminin havai başkahramanı Altan gibi hezeyanlara kapılmadığını hâlâ anlayabilmiş değilim. Bir, barı açıyorum. İki, “ex”imle aramı düzeltiyorum. Üç, yatla dünya turuna çıkıp beş-on yıl dönmüyorum.

 

Düzenimiz aynı babam yaşıyormuş gibi devam etti bir süre. Evdeki bozuk ampulü yenilemekten, babamın tazminatıyla ne yapacağımıza kadar geniş bir skalada hiçbir karar alamadık. Evimizde bir hayalet dolaşıyordu, babamın hayaleti. İki kadın olarak serbest piyasa ekonomisine tüketici olarak bile katılmaktan korkuyorduk. Babam öldükten sonra bana öğrenci evi açmaya karar vermemiz ve ev bulma sürecimiz zorluydu. Uzun sayılabilecek araştırmalar sonucunda, bir ev bulundu. Kontrat yapılacak, ev sahibiyle tanışıyoruz, kendimizi anlatmamız gerek. Ev sahibi ve emlakçının gözlerinden çıkan sessiz soruyu ikimiz de damarlarımızda duyduğumuzdan olsa gerek, ben annem babamın öldüğünü söylemese şimdi diye içimden geçiriyorum; annem içimi okumuş gibi kocasının Suudi Arabistan’da çalıştığını bu sebeple bu yüce amaç için (kontrat) orada bulunamadığını söylüyor. Birkaç ay sonra, bezdirici trafikte muhabbet açmaya kalkan taksicinin ilgisini babamın Ziraat Bankası’nda müdür olduğu yalanıyla dolar kuruyla faiz oranlarına doğru öteliyorum.

 

Neden bilmiyorum ama, babasız olma gerçeği o zaman ağır geliyordu. Annemi kaybetsem de aynı şekilde hissederdim belki, insanların bilmesini istemezdim, arkadaşlarıma yine çok geçiştirerek anlatırdım. Ama baba kaybında öne çıkan bir nokta var, yaşadığım toplumda hayatımı bir şekilde yönlendirecek bir erkek, bir pipili olmazsa aldığım kararların, isteklerimin, arzularımın, korkularımın hiçbir değeri yok, kimsenin gözünde. Bu yüzden, kendi inisiyatifimin erkek onayı olmadan da değerli olacağını anlayana kadar babamın artık hayal olan varlığının arkasına sığındım: Gece taksiye binince annemle konuşurken babamın uyuyup uyumadığını sordum, babamın konusu geçince bilerek di’li geçmiş zamanı tercih etmedim, babamın fiziken uzakta olsa da aldığım kararlardan, attığım adımlardan haberdar olduğu illüzyonunu yaşattım diğerlerine ve kendime tabii ki. Bu inkâr nasıl son buldu derseniz, sadece aradan zaman geçti diyebilirim. Herhangi bir ufuk açılması, artık babamın ölümü hakkında herkese açık olacağım kararını bir anda aldırtan bir olay olmadı. Ama zaman geçtikçe, araya hayat girdikçe, hayatın akışı içerisinde kararlar almak gerektikçe ve bunu hızlı bir biçimde, bir ölüye danışmadan yapmak gerektikçe kendi kendime yetmeyi öğrendim, bir erkeğin beni sınırlandırmasına, önümde güvenli bir oyun alanı açmasına ihtiyacımın olmadığına karar verdim. Bir anlamda kendi özgürleşme, bireyleşme anlatımda önemli bir aşama kaydetmiş oldum.

 

Öfke

Hanemizdeki dişil örgütlenme avantajını bir an için kenara kaldırırsak, başıma gelen, herkeste olan şeyin, baba figürünün, ortadan kalkmasıydı. İlk zamanlarda, öfke içimde burulurdu. Hem bir kaybın var ve bunla başa çıkmak yeterince zor. Hem insanların seni anlaması, böyle bir acı yaşamış olsalar bile o kadar mümkün değil. Hem de o anlayamayacağını kavrayamayan insanlar büyük bir cesaret ve aymazlık örneği göstererek senin nasıl hissetmen gerektiğine ve dahası bunu nasıl dışarıya aktarman gerektiğine karışabiliyorlar. İnsan kendini çaresiz hissediyor, burulan öfkesi sakinleyene kadar.

 

Üniversiteye yeni başlamışım, kıpır kıpır olmak istiyorum. Açık konuşayım, hayatımda pek mutlu heyecanlarla baktığım bir figür olmasa da, aynı evi paylaştığım birini kaybetmişim. Acı yaşamam gerekiyor, ama acı nasıl yaşanır? Toplum tarafından bana sunulan şablona uyarsam kederden gebereceğim. Hayatın keyfini sürsem ayıplanıyor. Hakkıyla üzülsem melankolik olduğum gerekçesiyle azar işitiyorum. Öfkeliydim o zamanlar, hissetmek zorunda bırakıldıklarıma, babamın ölmek zorunda olduğuna, diğerlerinin bunu yaşamadığına.

 

Annemin öfkesini de sunmak gerekiyor aile örgütlenmemizin evrimini kavrayabilmek için. Annem, yaptıklarımdan dolayı bana sinirleniyor; eve geç gelmem, şehrin ‘tehlikeli’ bölgelerinde dolaşmam, sarhoş olmam, onun sözünü dinlememem, kadınlarla da romantizm yaşıyor olmam, üzerime yürüyen adama bağırmam ve daha nicesi. Bunların çoğu da temelde, başımızda erkek olmadığı nedeniyle kendimizi koruyamama, aile şerefimizi iki paralık etme, sahipsiz gözükme kaygılarına dayanıyor. Korkularında ve öfkesinde haklı olduğu noktalar da var tabii, bir erkek tarafından sahipsiz algılandığımız için hayatımızın tehlikeye girmesi, manyağın birinin dadanması, trafikte sıkıştırılmak… Yaşadığımız yer Türkiye, sene de 2017 olunca, annemin korkuları meşru gözüküyor gözükmesine ama bunu geleneksel yöntemlerle çözmek o kadar kolay değil. Neticede, başımızda erkek olmadığı için tüm bunlar başımıza geliyorsa eğer, eve bir cici baba veya damat gelene kadar bu korkuları kaynağından temizlemek mümkün değil. İkimiz de evliliğe karşı olduğumuza göre, resmi yollardan bizi koruyabilecek bir erkeğin varlığı hayâl oluyor.

 

İçinde bulunmaya mecbur bırakıldığımız koşullar birbirimize de öfke duymamıza sebep oluyordu annemle. Başında erkek bulunmayan iki kadından oluşan ailemizin aksiyonlarına yönelen yargılayıcı bakışlar bir Fetret Devri yaşatıyordu bize. Bir yerden sonra, birbirimize, topluma ve hayata olan öfkemizi aşıp var olan sistem içerisinde hayatta kalma, üzerimize çullanan ataerkiye minik, sevimli gedikler açma ve bu alanlarda kendimizce direniş gösterme taktikleri oluşturmaya başladık. Bu da bizi, modelimizde yer alan üçüncü aşamaya taşıdı.

 

Pazarlık

Siyasete kafa yormaya başladığımdan beri güç kavramını içermeyen, kimsenin birbiri üzerine hakimiyet kurmaya çalışmadığı ilişkilenmelerin hayâlini kurdum. Tahakküm kurma hevesini sezinleme gibi bir süper gücümün olduğunu söyleyebilirim, çoğu zaman kamusal etkileşimlerimin yanında özel ilişkilerimde de köşeye sıkıştığımı, boyun eğmeye zorlandığımı hisseder, isyan bayrağını çekmem, kendimi uzaklaştırırım. Bir yandan da, güç dediğimiz kavramın bir kavram olarak var olabilmesine imkân tanıyan sahiplenme hevesimize söverim. Sahip çıkma, kendine katma gibi hırslarımız olmasa, ‘güç-süz’ bir dünyada ilişkilenmek pek mümkün.

 

Annemin beni çocukluğumdan beri en yakın arkadaşı olarak görmesinden olacak, onu hiçbir zaman otorite figürü olarak benimseyemedim. Daha çok bir yoldaş oldu benim için. Babamdan sonra gerçekleşen otorite boşluğunu doldurmaya çalıştığında, çok direndim. Annemin, babama benzememesini sağlamak için. Bir muktedir ve tebaa ilişkisine girecek olsak ona olan yoldaşlık sempatimi kaybederim diye korktum. Düşününce, annelerin kızlarıyla olan ilişkileri küçük ölçekli feminist örgütlenme laboratuarı olabilir, arada penisten kaynaklanan bir sınıf farkı veyahut ast-üst ilişkisi yok. Dengi dengine iki muhatap.

 

Babamın ölümünden hemen sonra, toplumun genç kızını -babasız kalmış olsa bile- en iyi şartlarda, ülkemize yaraşacak şekilde yetiştirmelisin baskısına kapılan annem, hem bir anne, hem de bir baba -aman ne saadet!- olma hevesiyle üzerimde baskı kurdu, beni kısıtlamaya çalıştı, her işime karıştı. Yüzlerce kavga gürültünün sonunda yavaş yavaş konsensüs temelli karar alan, birbirimizi birey olarak kabullenen ve sahip çıkmayı erkek bir noktadan yapmayan bir yaşantıya geçtik. Bu yeni örgütlenme tarzımız ev işlerinde mükemmel bir işbölümünü yakalamayı (iki ev arkadaşı arasındaki hatasız görev paylaşımına yakınsayan bir şekilde), mali konularda beraber karar almayı, o zamana kadarki anne-kız ilişkimizin kalıplarının dışına çıkarak birbirimize romantik ve seksüel konularda tavsiyeler vermeyi ve bunu çoğu zaman müstehcen bir dille yapmayı içeriyor. Örneklerle somutlaştırmak gerekirse, terlik giymeyi reddederek anneme ‘yavrusu’nun ayaklarının sıcaklığı hakkında endişelenmemeyi öğretmeye çalışıyorum. Annemse, moralim bozuk olduğu her durumda ona kedi gibi sırnaşamayacağımı, flörtüyle yazışmak gibi öncelikleri olabileceğini, bunun da çok doğal bir durum olduğunu gösteriyor. Babanın kural koyucu rolü olmadan kan bağı temelli bir ilişkilenmeye yeni ufuklar katmaya çalışıyoruz kendimizce. İki yetişkin kadın olarak var oluyoruz, birbirimizi sahiplenmeden, kısıtlamadan, özgür bırakarak…

 

Pazarlık kavramı tam da bu noktada devreye giriyor işte. Bu ilişkilenmenin tarafları olarak annem ve ben, birçok kez isteklerimizi, arzularımızı, sınırlarımızı müzakere etmek durumunda kaldık. Toplum tarafından anne-kız ilişkisine atfedilen ebedi sevgi yükü, büyük bir engel oldu başta. Bu ebedi sevgi, benim anneme azalsa da asla tamamen bitmeyecek bir muhtaçlık duymamı (kendi işimi, gücümü, evimi, barkımı kursam bile mesela torun olunca anneanne bakmaz mı çocuğa bizim illerde?), annemin de benim için sonsuz bir sorumluluk hissetmesini gerektiriyor (kazık kadar kadına ‘Git çorap giy’ demek abesle iştigal değil de nedir?). Oysaki, bu karşılıklı yükün müsebbibi olarak gösterilen sevgi bana göre tamamen zorlama. Annemin beni sevmesinin tek sebebi kendi ailesi tarafından aile kurmanın kutsallığı ve insanın kendi genetik materyalini taşıyan bir minik insanı ne kadar da içten ve sınır tanımaksızın sevebileceği çerçevesinde yetiştirilmiş olması. Annemin annesi ve onun annesi ve bilmem kaç kuşak herkesin böyle yetişmiş olduğu gerçeği, bu sevginin bir üretim olduğunu kavramamızı zorlaştırıyor. Ben, annem beni sadece onun amından çıktım diye sevsin istemem ki. Doğduğumdan beri aynı evi paylaşıyoruz mesela, konforsuz durumlarda kalınca nasıl saçma sapan espriler yaptığımı da sevsin isterim. Ben anneme sırf anam olduğu için yemek yapmayayım mesela, humus sevgisinde birleştiğimiz için akşamdan nohut ıslayayım. Derdim, annem Ayşe ile olan sevgi bağım bildiğimiz anlamdaki çekirdek ataerkil aile örgütlenmesi üzerinden gerçekleşmesin. Aynı evi paylaşmak, bir ilişkilenme, sevgi bağı başlangıcı olabilir. Gerçi ataerkil aile yapımız olmasaydı, en başta aynı evi paylaşır mıydık, pek zannetmiyorum. Ama aynı eve düşmeyi önceden verili ve değiştirilmesi mümkün olmayan bir faktör olarak aldık diyelim. Aynı evi paylaşmanın yanı sıra, Ayşe’nin siyasi duruşunu beğendiğim için ona sempati duyayım, Ayşe gece dışarı çıktığımda beni endişelendiği için değil de de, anahtarımı unutma aptallığını gösterdiğim için söylene söylene beklesin mesela. Ama belirttiğim gibi, aynı evde yaşama olgusu bildiğimiz anlamda aile olmasaydı gerçek olmayacak bir kavram. Belki de hepimiz doğumumuzda biyolojik ebeveynlerimizden ayrılmalı ve rastgele veyahut uyuşabileceğimiz önceden kestirilmiş insanlarla aynı hanelere yerleştirilmeliyiz (teknoloji çok gelişti neticede).

 

Şimdilik, kan bağı ve ataerki temelli olmayan aile/kadın örgütlenmesi fantezilerimin erişilebilir olmadığını ancak bu fanteziye yakınsayan ilişkilenmelerin yakalanabileceğini söyleyebiliriz. Kolay değil tabii, gözünü kapatıp çukurlarla dolu bir yolda yürürken düşmemeye benziyor. Yıllardır kesinkes doğru diye öğretilen davranış kalıplarına karşı çıkarken içinde halâ -bir nebze azalmış olsa bile- bulunan yavruna/anana duyduğun sorumluluk hissine yenilmemen gerekiyor. Ayşe, şehirlerarası yolda araba kullanıyorum diye uyumamasının bana hiçbir faydası olmadığını kavrayacak. Ben de Ayşe’nin komşularıyla olan sorunlarını tek başına çözebileceğini göreceğim. Önce biraz korkacağız pek tabii, kolay değil alnının yazısı olmuşları savunmasız bırakmak. Ama sonrası… Sonrası, iyilik, güzellik. Özgürlük.

 

Yeni bir ‘aile örgütlenmesi’ ortaya çıkarmaya çalışırken gerçekleşen kişilerarası pazarlık kadar, sisteme karşı yapılan pazarlık da hayati bir önem taşıyor. Evet, Ayşe ve ben sınırlarımız üzerinde, sevgimiz üzerinde, tahakkümümüz üzerinde pazarlıklar yürütüp memnun olduğumuz bir ilişkilenme ortaya çıkardık. Peki ya bundan sonra?

 

Bu yeni ilişkilenmemiz, buradan itibaren Bıdık adıyla anabiliriz belki, her biri kendi koşullarına sahip Bıdıkların ya da bildiğimiz anlamda ailelerin birbirine karşı var olma yarışı verdiği toplumun içine girecek ve Bıdık olarak hayatını devam ettirmeye, üyelerinin kimliklerini korumaya çalışacak. Para ve bütçe yönetimi, diğer aileler ve Bıdıklarla olan sosyal ilişkilerin yürütülmesi, devletle olan ilişkilenmeler… Bunların hepsi büyük bir bilgi birikimini ve zaman ve kaynak yönetimini gerektiriyor. Bu süpergüçler de genellikle erkeklere atfedildiğinden kadınlar sistemle ilişkilenmeyi beceremezmiş algısı oluşabiliyor. Sistemle olan pazarlık bu noktada başlıyor: erkeksiz kalan kadın olarak para kazanma yolları bulunmalı, sorumluluğu üstlenilen bireylerin mutluluğu için uğraşılmalı, bir yandan şahsi mutluluk için de çaba gösterilmeli. Ayşe’nin muhasebe uzmanı kesilmesi bundan mesela, anneannem Nurcan’ın kocası evden gidince para kazanmak için dikiş dikmeye başlaması, Gülbahar ablanın memleketinden getirdiği reçelleri konu komşuya satması, Ayten’in bahçesindeki ağacı kesmeye çalışan adamla amansız bir mücadeleye girişmesi… Sisteme kafa tutan kadın örneği bulabilmek için etrafa şöyle bir göz ucuyla bakmamız yeterli. İdeal samimi örgütlenmemizi, Bıdık’ımızı kurmak için kendi içimizde ve sistemdeki diğer aktörlerle ve pek tabii sistemin kendisiyle pazarlık masasına oturuyoruz, kendi yolumuzu çizmeye uğraşıyoruz, kimi zaman hezimete uğrasak da istediğimizin peşinden gitmekten vazgeçmiyor, eninde sonunda arzularla somut kısıtlayıcıları aynı çizgiye çekerek ulaşılabilecek maksimum mutluluğu elde etmeye çalışıyoruz.

 

Depresyon

Zannedersem hakkında bir şeyler söylemesi en zor evre bu: seni sahipleneceğine, koruyup kollanacağına inandı(rıldı)ğın figürün kaybıyla gelen terk edilmişlik hissi, karanlık bir odada cenin pozisyonunda yatma arzusu. Günlük hayatın akışında kaybolmana ket vuran eylemsizlik. Kan bağından kaynaklanan sevgiyi ya da sevgisizliği göz ardı etsek bile, aynı evi paylaştığın bireyin yitimi insanın varlık amacını sorgulamasına, her şeyi boş bulup soyutlanmasına sebep olabiliyor. Benim ve Ayşe için de, uzunca bir süre, böyle oldu: ‘hayattaki küçük kararlar zor, e büyük kararlar zaten zor’ düsturu hakim anlatımızdı. Dışarı çıkıp hava almaya karar vermek, ‘piknik mi yapsak?’ fikrini dillendirmek, kırılan sehpayı tamir ettirmek… hepsi dış kuvvetlerin iteklemeleri sonucu gerçekleştirilen gönülsüz eylemlerdi, o zamanlar.

 

Bu aşamayı geçmek için, bana göre, yabancıların leap of faith dedikleri naneyi yapmak gerekiyor sanırım. Bütün o yalnız kalmışlık, sahipsizlik, değersizlik, anlamsızlık, boşluk hislerine rağmen ileri doğru bir adım atmak, o en çok zorlayan gündelik kararları alıp kendini dışarı atmak gerekiyor. Acı, benim eyleme gücümü elimden alıyor; çaba göstererek, acının felç edici etkisine karşı koyarak kendimi tekrardan eyleme kabiliyeti olan bir özne olarak inşa etmem gerekiyor. Korkutucu, kabul. Zorlama eseri olacak, en azından ilk birkaç sefer, bu da kabul. Ancak o adım benden gelmezse, hiç gelmeyebilir. Acının dışına atacağım ilk adım, benim eserim olmalı. Gülmeyi yeniden öğrenmeliyim, rüzgârlı bir havada deniz kenarındayken yüzüme çarpan dalga partiküllerini memnuniyetle karşılamayı da. Bu hususta, kendi motive edici konuşmamı da kendim yapabilmeliyim, her ne kadar kötümser bir tondan olsa da: ‘Hayatımın en kötü günü değil, hayatımın şu ana kadarki en kötü günü.’ (Homer Simpson’a teşekkürler) Ayrıca, ‘en azından hayattayız be abi!’ (Teşekkürler Her Şey Çok Güzel Olacak)

 

Kabullenme

Evimizin geleneksel yasa koyucusunun artık yasa koyamayacak bir forma geçişinin üzerinden 1938 gün geçmiş. Yukarıda bahsettiğimiz aşamalardan geçtiğimiz, aşamanın gereklerini tamamlayıp ilerlediğimiz, sonra tekrar gerileyip tekrar devam ettiğimiz, eninde sonunda kendi konsensüse dayalı, yatay örgütlenmiş, ‘enabling’ Bıdık’ımızı oluşturmaya çalıştığımız, birbiri ardına dizilmiş günler. Babamla iki yetişkin olarak ilişkilenme şansım olmadı, Büyük Düzen (!) tarafından annem olarak atanmış Ayşe ile böyle bir şansım var. Ne kadar süreceğini bilemediğimiz bu şansı iyi değerlendirip Türkiyeli ailemizi bir Bıdık’a çevirmeye çalışmaktan vazgeçmeyeceğiz gibi duruyor. Ortak iradeyle, birbirimizin bireyselliğine saygı duyarak aldığımız kararları uygulayacak, birbirimizle dayanışıp beraber özgürleşeceğiz. Hem kendi içimizde, hem dış dünyaya karşı. Toplumun üzerimize yığdığı baskıları bir de birbirimize, kendi içimizde, yüklemeden. Bir kadınla el ele tutuşmama el alem ne der kaygısı gütmeyerek, o kadını da kendi bireyselliği içinde tanımayı arzu ederek. Alınan ceketi arka odaya saklamadan, bankayla kavga etmek gerektiğinde argümanları beraber oluşturarak. Koza Han’da sigara tüttürüp çay içerek. Erguvanları birbirine göstererek. İki kadın olarak dış dünyaya gösterebileceğimiz direniş örneğinin bilincinde olarak, bunun neşesi içerisinde. Ayşem ve ben, tüm dünyaya karşı. Kendimizi gerçekleştirerek. Bunu erkeksiz yapabiliyor oluşumuzun hazzıyla.

 

Gerçi, daha öncede belirttiğim gibi Ayşe’nin rahminde 10 ay yaşamış olmam, 23 kromozomumuzun ortaklığı, 20 küsür yıldır aynı mekanı paylaşıyor olduğumuz gerçekleri, bahsettiğim bireyselci-yatay ortaklığı biraz gölgelendiriyor olabilir. Sonuçta “ama arkadaşlar iyidir” diyerek hepimiz kendi demokratik arkadaş ailemizi oluşturabiliyoruz. Bu noktada kast ettiğim, elimizdeki toplumsal şartlar, kısıtlamalar uyarınca en temel alanımızda ulaşabileceğimizin en iyisine ulaşmak. Elimde piyangodan çıkan bir Ayşe var, en başta mecburiyetten sevmeye başlamış olsak da birbirimizi, neden birbirimizinin özgürleşmesine katkıda bulunmayalım? Bu mecburi başlangıç Bıdık’laşmamız için bir engel olmamalı, bulduk bir kere bunun üzerine çalışalım, diyebilmeliyiz.

 

Bir bakıyoruz, birkaç yıla Bıdık’lar birbirini izler olmuş, aile dediğimiz, hiç kimsenin kendisine ait olanından o kadar da memnun olmadığı mecburi temel örgütlenmenin yerini pıtrak gibi Bıdık’lar kaplamış. Toplumsal geleneğin bizi mecbur kıldığı gerçeklikten iyilikler, güzellikler çıkmış. Türkiye en sonunda kocaman bir Bıdıkland olmuş.

 

Görsel: Bojack Horseman, aile kavramının üzerimizdeki yıkıcı etkilerine dair mükemmel bir tablo sunuyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Makaralardaki Hikayeler: Kasetin Son Kalesi
Bebeğinizi Nasıl Alırdınız?
Ben de mi Sezar?

Pin It on Pinterest