Tam öyle değil tabii. Booker ödüllü yazar Hilary Mantel Kate Middleton'ın parlayan dişleri üzerinden kraliyet sorgulaması yapıyor, olaylar olaylar çıkıyor.

KÜLTÜR

İngiliz Yazar, Kate Middleton’a Kişiliksiz Deyince…

 

 

Booker ödülünü iki kere kazanmış olan İngiliz yazar Hilary Mantel’in 21 Şubat tarihli London Review of Books’da yayınlanan ‘Royal Bodies’ yazısı ortalığı bayağı bir salladı. Yazı İngiliz monarşisini kral ve kraliçelerin bedenleri üzerinden okuyor. Yalnız, yazı Kate Middleton’a kişiliksiz diyerek açılınca tartışmalar almış başını gitmiş. Bu dev tartışmaların içinde Mantel’in yazısıyla ilgili inci gibi parlayan eleştiriler de oldu tabii. Maalesef onları da çeviremeyeceğiz ama bizim yorumlarımızı yazıdan sonra bulacaksınız. Yazı biraz uzun ama harika yazılmış; derin nefes alıp dalın, değecek.

 

 

Kraliyetin Bedeni

 

Hilary Mantel

 

Geçen yaz Hay-on-Wye’da bir festivalde ünlü bir kişi ve o kişiye hediye edilecek bir kitap seçmemi istediler. Bu soruların kurşuni sıkıcılığından nefret ederim: hayalinizdeki akşam yemeğinde misafirler kim olurdu, hayatınızı değiştiren kitap nedir, en çok hangi kurgu karaktere benziyorsunuz? Ama gene de bir cevap vermem gerekiyordu ve ben de Cambridge Düşesi Kate’i seçtim. Kate’e tarihçi Caroline Weber’in 2006 yılında yayımlanan Modanın Kraliçesi: Marie Antoinette Devrime Ne Giydi? adlı kitabını verecektim. Bir devrime doğru gittiğimizi filan düşündüğümden değil. Kate’in üzerine çeşitli paçavralar atılmakta olan bir oyuncak bebeğe dönüştüğünü gördüğümden. O günlerde Kate kendine ait bir kişiliği olmayan bir vitrin mankeniydi ve sadece kıyafetleri tarafından tanımlanıyordu. Bugünlerde kendisi bebek bekliyor ve gene iğne iplikten oluşan sıfatlara sarınmış halde. Mide bulantıları geçtiği anda, medya onu ışıltılı bulacak. Bu genç kadının bu zamana kadarki hayatının bir hiç olduğunu ve hayattaki tek amacının çocuk doğurmak olduğunu keşfedecekler.

 

Marie Antoinette kendi kıyafetleri tarafından canlı canlı yenmiş bir kadındı. Görüntünün kölesi oldu, giyim zevki yüzünden de kurban edildi. Politika, onun bedeninde kişiselleşti. Kendini tatmin etmeye duyduğu ihtiras, halkla olan ilişkilere olur olmaz karışması Fransızların parasız ve sefil olmasının sebebi olarak görülüyordu. Bu varsayım gülünçtü tabii ki. Antoinette, etkisi ve gücü oldukça sınırlı bir kişiydi ve kadın düşmanlığına bir hedef görevi görüyordu. Ne yapsa kazanamayacaktı. İyi kumaşlar giydiğinde müsrif oluyordu. Basit kumaşlar giydiğinde Lyon ipek ihracatını çökertmek istemekle suçlanıyordu. Ama gerçekte Antoinette ruhtan yoksun, sadece bir bedendi: ruhsuz, mantıksız, hissiz. Görüntüsüyle öyle bir aşkla evliydi ki kraliyet ailesi kılık değiştirip Paris sınırından kaçma hazırlıkları yaptığında hem önceden bir kaç bavul dolusu kıyafet göndermiş, hem de kuaförünü yanına almıştı. Dağ gibi topuzlarının ağırlığının altında dingildeyip duran kafasının farkında bile değildi. Bu seyahatten kısa süre içinde kendisi için bir hapishaneye dönüşecek Paris’e döndüğünde, saçının bir gece içinde beyazladığı söylenmişti.

 

Bir kraliyet bireyi olarak Antoinette kayıp giden ve devamlı gülümseyen bir felaketti, aynı Diana’nın başka bir zaman ve ülkede bir zamanlar olduğu gibi. Ama Kate Middleton, olduğu haliyle, bir komite tarafından tasarlanmış ve ustalar tarafından yapılmış gibiydi: Mükemmel, plastik bir gülümseme ve elle inşa edilmiş, cilalı eklemler. Diana’nın kraliyet ailesine katılacağı ilan edildiğinde Edinburgh Dükü’nün onayını “Aileye biraz uzun boy getirir” diyerek verdiği söylenir. Bu mantıkla Kate de aileye biraz kibarlık getirmek için tasarlanmıştı. Ağzından “Teşekkürler” ve “Lütfen”i eksik etmeyen, çok iyi yetiştirilmiş genç bir kıza benziyor. Fakat Paul Emsley tarafından yapılan ve ilk defa Ocak ayında görüşe çıkan ilk resmi portresinde gözleri ölü ve yüzünde ressama küfretmek isteyen gergin bir kadının gülümsemesi var. Eleştirmenlerden birisi resimdeki Kate için çok yerinde bir tasvirde bulundu: “Sanki bakılmaktan yorulmuş gibi” Başka bir eleştirmen de portrenin bir Catherine Cookson kitap kapağından fırlamış gibi olduğunu söylüyordu. Ben bu fikri epey düşündürücü buldum çünkü Cookson’ın kendilerini olumsuz koşullardan kurtaran kadınları anlattığı basit hikayeleri, istatistiklere göre son yirmi yıldır ülkenin en sevilen kitapları. Sue Townsend Diana’nın “ölümcül bir cahil” olduğunu söyledi. Kendi hikayesinin sonunu görememişti. Tek düşkünlüğü Barbara Cartland romanlarındaki romantizmdi. Ben Cartland okumak için biraz fazla snob sayılırım, fakat bu kitaplarda mutlaka bir düğün olduğunu ve herkesin ilelebet mutlu yaşadığını varsayıyorum. Diana, anlatıdaki dönemeçleri görememişti. Peki Kate ne görüyor? Bu da bir soru.

 

Kate Middleton’ın Paul Emsley tarafından yapılan resmi portresi…

 

Kate prenses rolüne eleştirilemez olduğu için seçilmiş gibi görünüyor: Herkesin olmayı dilediği kadar ince, gariplik ve hatalardan arındırılmış, bir karakterin ortaya çıkması gibi bir riski yok. İnsani gariplikleri her halinden belli olan Diana’nın aksine, makine keskinliğinde yapılmış gibi. Diana kendisini utanan okul öğrencisinden buz kraliçesine, hayaletten bir amazona dönüştürme yeteneğine sahipti. Kate ise arada saçaklı bir geçiş dönem olmadan mükemmel gelinden mükemmel anneye dönüşebilecekmiş gibi duruyor. Hamileliği ortaya çıktığında eski okulunu ziyaret etmekteydi ve kameralara elinde bir hokey sopasıyla koşarak gülümsemişti. BBC News hamile bir kadının topuklularla koşmasının güvenli olup olmadığına dair bir tartışma düzenledi. Akıllı insanların kendilerini bu konuya samimi bir endişeyle vakfettiklerini düşünmek üzücü, ama kraliyet ailesi hakkındaki tartışma hep gelip buraya dayanıyor: konuşmak yerine ağız oynatılan bir yorum yapma dürtüsü, içerikten azade bir tartışma. Aynı şekilde insan onlara bakmadan, neden yapıldıklarını sormadan edemiyor: Bizimle aynı maddeden mi yapılmışlar?

 

Ben eskiden ilginç olan konunun bir monarşimiz olup olmaması gerektiği olduğunu düşünüyordum. Fakat şimdi soru kafamda şöyle bir şeye dönüştü: Pandalar olmalı mı, olmamalı mı? Şimdiki kraliyet ailemizin pandalar gibi bir üreme sorunu yok, ama pandalar da kraliyet bireyleri de bakımı oldukça pahalı ve herhangi bir modern çevreye alışmakta oldukça başarısızlar. Ama ilginç de değiller mi? Onlara bakmak güzel değil mi? Bazı insanlar onları sevimli buluyor; bazıları hassas durumları yüzünden onlara acıyor; herkes gözünü dikip onlara bakıyor ve alanları ne kadar havadar olursa olsun, gene de kafesteler işte.

 

Bir kaç sene önce Galler Prensi’ni halka açık bir ödül töreninde gördüm. Onu daha önce hiç yakından görmemiştim ve ilk düşündüğüm şey şu oldu: Ne kadar güzel bir takım elbise! Ne biçim terzilik! Bir prensin kalbine değmek Shakespeare’in, kol düğmelerini incelemek ise benim işim. Kıyafetlerin içindeki adamı görmekte zorlandım; ve romanlarımdaki Thomas Cromwell gibi kumaşı ruloya tekrar sarıp onu metresi üzerinden fiyatlandırdım. Dikkatle planlanmış bu resmi törende prens, sahneye gömleğinin kolları sıvalı halde çıkan genç bir yazara ödül verdi. Genç yazar muhtemelen özgür bir ruh olduğunu göstermeye gelmişti ama gene de ödül çekini istiyordu. Bir anlığına mesleğimden çok utandım. “Bugün kraliyet ailesi bununla yetinmek zorunda” diye düşündüm, “Gerçek ve prensipli bir muhalefet değil de, kendini kutlayan bir ukalalık.

 

Sonra sahneden uzaklaştığımız an başka bir şey gördüm. Ana alanın yanına baktım ve üst üste katlanmış bir sürü sandalyeyle dolu olduğunu farkettim. Can sıkıcı, kurumsal ve bürokratik bir manzaraydı. “Charles bunu devamlı görüyor olmalı” diye düşündüm. Sahnedeyken iki yana, kanatlara doğru bak ve bu muzaffer ödül töreninin bayağı hazırlıklarına şahit ol. Üzerindeki takımın çözülmeye başladığını, terzinin sabunla çizdiği yerleri, gevşemiş teğelleri farkediyorsun. Hayatının bir oyun ve arkandaki manzaranın bir karton olduğunu, boyanın döküldüğünü ve kırmızı halının solduğunu görüyorsun. Üstelik yeterince beklersen tebaanın yüzündeki yağlı sadakatin yok olduğunu, bir süre sonra hepsinin yakalarını kaldırıp gittiklerini ve normal hayata döndüklerini de görüyorsun.

 

Bundan kısa süre sonra bir kitap etkinliği için Buckingham Sarayı’nda yapılan büyük bir partiye katıldım. İnsanların kraliçeye ulaşmak için birbirlerini kibarca ezeceklerini düşünüyordum, ama tam tersi oldu. Kraliçe resepsiyonun ortasından tanışmak için birilerini arayarak, ritmik adımlarla geçti ve davetli grupları da önünden akıntıya kapılmış gibi çekildiler. Yakalanıp sohbet etmeleri gerekirse bu onlar için korkunç bir utanç olacakmış gibi davrandılar. Havalılar iyice garipleşti, konuşkanlar susup kaldılar. Davetliler duvarlara, yere, Majestelerinden başka her yere baktılar. Camekanlardaki sergilere ve duvardaki resimleri inceleyip durdular. Resimler tabii incelemeye değerdi ama bakışlarında bir gariplik vardı, sanki gözleri duvarlara uhulanmış gibiydi. Vermeer o dönem çok popülerdi, davetliler ressamın küçük bir eserinin etrafına doluşup odaya sırtlarını tamamen döndüler. Topluluğa katılıp ben de resme baktım fakat şimdi hangi eseri olduğunu hatırlamıyorum bile. Herhalde resimde ışıklı bir sima olmalıydı, yuvarlak ya da oval, sıradan bir ev eşyasına dalıp gitmiş, ya da dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle mektup okuyan bir kadın, örtülü bir anlama işaret eden bir perde de olabilirdi pekala, ve muhtemelen de bir gizem vardı resimde. Yüzünde cesur bir gülümsemeyle etrafımızda dolaşan asıl gizeme arkamızı dönüp, resmi dikkatle incelemiştik.

 

Daha sonra kraliçe bana doğru yaklaştı ve ona bakakaldım. Şimdi bunu söylemeye utanıyorum ama ona bir yamyamın yemeğine baktığı gibi, bakışlarım etini kemiklerinden sökecekmiş gibi baktım. Obur merakım o kadar güçlüydü ki etrafımdaki parti çözündü, duvarlar eridi ve kocaman odanın ortasında ikimiz kaldık, bakışım o kadar kuvvetliydi ki Majesteleri biri omzundan dürtmüş gibi dönüp bana baktı; ve küçük bir saniye boyunca yüzünde kızgınlık değil, incinmiş bir şaşkınlık göründü. Birden gençleşti: bir ikondan, monarşi kendisini dondurup bir “şey”e, ancak açıktayken anlamı olan, sadece bakılmak için var olan bir “şey”e dönüştürmeden önce olduğu genç kadına dönüştü.

 

İşte o zaman ona acıdım. Özür dilemek istedim. “Kişisel bir şey değil,” demek istedim, “bakıp durduğum siz değil, monarşi”. Zihnen davetlilerin arasına tekrar katıldım. Uşaklar kanepe dolu tepsilerle etrafımızda dolaşmaya başlamışlardı ve bu ikramlar kraliçenin intikamıydı. Kanepeler minik et şişlerden oluşuyordu, hadi kibarca anlatmayalım, ikram edilen kebaptı. Çiğnemesi uzun sürüyordu ve bittiği zaman da elinizde minik bir şişle kalakalıyordunuz. Davetliler boş şişleri uşaklara geri vermeye kalktılar ama uşaklar gülümseyerek kafalarını salladılar ve geri çekildiler. Böylece misafirler de gecenin geri kalanını ellerinde maytap taşıyan bayram çocukları gibi şişlerle dolu geçirdiler.

 

Bu noktada parti bana biraz fazla gelmeye başladı. Şiddetli sayılacak kadar ilginçti. Gidip bir kanepenin arkasına saklanıp yere oturdum ve partinin geri kalanını orada geçirdim. Davetliler ayrılmaya başladığı ve odalar boşaldığı zaman ben de onlara katıldım, ve tam eşikteyken dönüp arkama baktığımda her kolonun üzerinde öbek öbek toplanmış minik şişleri gördüm: çiğnenmiş ve terkedilmiş. Ayrılırken kraliçenin bakışları odayı süpürüp geçtiyse gördüğü son şey bu olmalıydı: Arkamızda bıraktığımız. Üstüste katlanmış sandalye manzarasının aynısıydı; çırılçıplak gerçeğin iskeleleri, büyünün üzerine vuran gün ışığı.

 

Kraliçenin benim bakışımdan travmatize olmadığından emin olabiliriz, çünkü bir sonraki karşılaşmamızda bana bir madalya verdi. Saraya gitmeye hazırlandığımda insanlar “Gerçekten kraliçe mi? Kraliçenin kendisi mi?” diye sordular. Kutsanmış ele dokunmanın insanı değiştireceğine mi inanıyorlardı? Saraydaki davette misafirlerin korktuğu da bu muydu, nasıl olduğunu anlamadan kraliyetin büyüsü tarafından değiştirilmek? Hayranlığa karşı yargı olduğu gibi duruyor, çünkü kraliyet hikayeleri özellikle son yıllarda rezil bir hal aldı. Geçmiş yüzyıllarda da Katherine Howard’ın küçük sinsi aldatma hikayelerinden Bayan Simpson’ın günümüzdeki yaramazlıklarına yeteri kadar skandal vardı zaten. Fakat bence gene de 1980’de, müstakbel Galler Prensesi Diana’nın bacaklarının olduğu keşfiyle yeni bir dünya doğdu. Diana’nın her hafta bir kaç saatliğine Genç İngiltere adlı bir kreşte öğretmenlik yaptığını, kendisinin Charles’ın seçilmiş karısı olduğu ortaya çıktığında gazetecilerin Diana’yı bahçede, çocukların ortasında, eteğinin ortasından geçen günışığıyla yakaladığı fotoğrafını hatırlarsınız. İşte o fotoğrafla bütün ülkeye bir azgınlık ve ağız şapırtdatma hakim oldu. Diana’nın uzun eklemleri, izni olmadan, biçimsizce ortaya dökülmüştü. Bu, ilk tecavüzdü.

 

 

Diana St. Paul kilisesine geldiğinde camın arkasında bakire bir beyazlık hülyası biçimindeydi. Halk gelinliği görmeye can atıyordu, ama bu bir “moda anı”ndan çok daha fazlasıydı. İçeri tıkıştırılan sıradan bir kızdı, ama arabadan inen bir tanrıça oldu. Arabadan sıradan bir biçimde inmedi, sanki yumurtadan çıkmıştı. Bir medyumun gözeneklerinden fırlayan sihirli ışıklar ya da gürül gürül akan bir sıvı gibi, olağanüstü gelinliği göründü önce. Diana’nın indiği araba gerçekten de bir medyum, iki alem arasında gidip gelen bir kurye ya da bir haberleşme biçimiydi, umumi ve mahremi, bayağı ve asili hem ayırıp, hem birleştiriyordu. Gelinliğe verilen ilk tepki dehşet oldu. Bir milletin bütün kadınlarının hayranlık değil korkuyla nefesini tutmasını duydum: Gelinlik kırışmıştı, bunu nasıl gözden kaçırmışlardı? Milyonlarca ütü tahtasının gıcırdayarak açıldığını ve titremeleri duydum: Hepimizin gördüğü o rüya, sokakta yanlış giyindiğimiz ya da daha kötü, tamamen çıplak olduğumuz o rüya gerçek olmuştu. Ama gelinlik Diana’nın etrafında açıldığında dünya rahat bir nefes aldı, prenses doğmuştu.

 

 

 

Diana sonradan katıldığı aileden daha asildi. Bunun aile ağaçlarıyla filan hiç ilgisi yoktu. Karakterinde bir şey, pasifliği, açıklığı, bir mitin taşıyıcısı olması için çok uygundu. Bir kere neredeyse eski bir kraliyet özelliği olan şifalı elin kendisinde olduğunu söyleyecek gibi oldu. Şifalı el, beyaz eldivenlerin içinden işe yaramaz. Diana halkın içinde eldivensiz ve korunmasız dolaştı: ironiden uzak, tarihten habersiz. Trajedisi normal insan becerileriyle doldurması istenen üstün insan rolünün arasındaki boşlukta yatıyordu. Diana’yı düşündüğüm zaman, Stevie Smith’in Lorelei Kayası hakkında yazdığı şiir aklıma gelir:

 

There, on a rock majestical,

A girl with smile equivocal,

Painted, young and damned and fair,

Sits and combs her yellow hair.

 

Orada heybetli bir kayanın üzerinde

Bir kız, müstehzi gülüşüyle

Boyalı, genç ve nalet ve alımlı,

Oturup tarar sarı saçlarını.

 

Kısa süre içinde Diana’nın saç modelleri de Marie Antoinette’in ki kadar önemli olmuştu, ve kopyalaması da çok daha ucuzdu. Hikayesinin bir sonraki bölümünde ve dünyanın ellerinde bir sürü sınavdan geçti. Bir dönem boyunca halk Diana’nın kanını açıkça talep etmekten çekinince kol ve bacaklarını keserek kendi kanını kendi döktü. Ölümünü düşündüğümde hala içimi bir titreme alır çünkü bir kaza olduğunu bildiğim halde, olan bir kaza değildi. Diana’nın ölümü kaderin çarpık gülümsemesi, kaderin ta kendisiydi. Diana sonuyla buluşmak, yoluna devam etmek ve ışıkların şehrinden ötedeki karanlığa ulaşmak için dünyadaki kentlerin en kadınsı olanına gitti. O tünele yeniden doğmak, ama bu sefer nesnel bir bedeni olmadan doğmak için girdi: binlerce fotoğrafın saydam öznesi, gözün kenarında titreyen bir ışık, rüzgarda bir iç çekiş.

 

Birkaç zaman Diana’nın ülkeyi değiştirdiği umudu değişim korkusuyla beraber kol gezdi. Cenazesi bir pagan töreni, kanunsuz bir keder ziyafetine dönmüştü. Ölülerimizin yasını tutmakta kötüyüz. Acımızı yaşamak için ne yeterli zaman ne de alan yaratıyoruz. Dünya bizi hemen sıkı nizamının içine çekiştiriveriyor, hem de daha hiç hazır değilken, bu kaybın acısı içinse doktorlar ilaç yazıyorlar. Doğamızla savaş halindeyiz ve doğa yenecek; tüm bu bastırılmış ıstırap, set çekilmiş acı, nezaketin, resmiyetin ve dizginlenmişliğin duvarlarını delip geçti, özel olanla kamusal arasındaki duvarı alaşağı etti ve insanlar sokaklarda ağladı, Diana’yla hiç tanışmamış kimseler onun ardından asimetrik bir hararetle ağıtlar yaktı, böylece hepimiz gizli acımızı hatırlayıp zincirlerimizden boşanırcasına karnaval edasıyla kitlesel yasa boğulduk. Ancak sonunda hiçbir şey değişmedi. Kısa zamanda yavanlığımıza geri döndük: gömlek kolları, üst üste katlanmış sandalyeler ve şişler. Bunu yaşamış hiç kimse, dünyanın derisinin kalktığı, içgörümüzün berraklaştığı, arketipleri tüm yalın ve açık halleriyle gördüğümüz, kitlesel tinin nasıl çalıştığına şahit olduğumuz ve Allahların bizden kuklalar yaptığı o sarsıcı zamanı unutmayacak. Yeniden Steve Smith’ten alıntılayacak olursam:

 

An antique story comes to me
And fills me with anxiety,
I wonder why I fear so much
What surely has no modern touch?

 

Eski bir hikâye gelir aklıma

Ve kuşatır beni kaygıyla,

Acaba niye beni korkutur bu kadar

Çağdaşlıkla alâkası olmayanlar?

 

Kraliyete bakarken hep arkaik olana, doğası gereği gizemli olana bakıyoruz aslında ve öyle sanıyorum ki kendini sadece kısmen açığa vuracak. Bu tarihçilere ve geçmişi yaratılarına alet eden bizlerin önüne ciddi zorluklar çıkarıyor. Soylu insanlar hem Allahlaşmış hem de canavarlaşmışlardır. Bu kimseler kişiselliğin üstünde, soylarını devam ettirmeye çalışan taşıyıcı konumundadırlar: en temelde, üremek için var olan organlar topluluğudurlar.

 

*
Bu beni saltanatlı vücutlara, yani son zamanlardaki esas ilgim olan Anne Boleyn ve 8. Henry’nin bedenlerine getiriyor. Kate’in büyük haberi anons edilmeden çok önce, gazeteler onun içini görmeye, hamile olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı. Tarihçiler hala Tudorlar’ınkini görmeye çalışıyorlar. Sağlıklılar mı, hastalar mı, üreyebilirler mi? Henry ve karılarının hikayesi zamanının en tuhaf hikayelerinden biri olmakla beraber zamansız ve evrensel bir boyutta da anlaşılmıştır: son derece siyasi ve ileri derecede kişiseldir. Bir kere uzuvlarla alakalıdır, ne nereye ne zaman oturuyor: işlevini görebilen uzuvlar mıdır bunlar yoksa hastalıklı mıdırlar? Henry ve karılarının hakkında çok fazla senaryo üretilmesinde şaşılacak bir şey yok. Tarihte kadınlarla ilgili yazmak isterseniz, sıklıkla tarihi eğip bükmeniz, gerçekler yerine fantezi aleminden öğeler yerleştirmeniz gerekir; bazı kadınlar için olduklarından daha önemliymişler gibi ya da onlar hakkında bildiğimizden daha fazlasını biliyormuşuz gibi davranmamız icap eder.

 

Ancak Kral Bluebeard’ın hüküm sürdüğü dönem için, mış gibi davranmaya lüzum yoktur. Kadınlar, vücutları, üreme kapasiteleri, hayvansı doğaları zaten hikayenin merkezindedir. Saltanatının tarihi jinekolojik anlamda o denli grafiktirki, sadece aşk hakkında yazmaları gereken hanım yazarların seks hakkında yazmalarına ön ayak olmuştur; böylece okuyucular, coşkun bir hevesle kraliyet yatak odalarında neler döndüğünü, onları tarihsel, dolayısıyla öğretici olduğu kadar ahlaken de eğitici anlatılar olarak yücelterek takip edebilmişlerdir. Örneğin, Tudor hanedanı hakkındaki popüler kurgu kadınlar için ahlaki bir öğretiye dönüşmüştür, tabii donemin ahlaki trendlerine uyum sağlayarak. Şimdiye kadar Anne Boleyn bir yuva yıkan olarak gözden çıkarılmıştı hikayede. Sonunda alınan ders de, Aragon’lu Katherine’in biraz daha cilveli ve sinsi olsaydı kocasını kaptırmayacağı oldu. Bu hikayelerde Anne bir fırsatçı ve seks avcısı olarak feminizmin amacına hizmet eder. Yazarların her zaman altını çizdiği husus, metresiyle evlenen adamın yeni bir iş pozisyonu açtığıdır. “Kadınlar, aman kadınlara dikkat” uyarısının modası asla geçmez.

 

Özellikle Anne Boleyn, cehaletten olduğu kadar ona duyulan empatiden ötürü de çok fazla yoruma malzeme olmuş bir figürdür. İnternette onunla ilgili hikayeler her yerdedir, sanki olanlar bugün oluyormuşçasına. Gerçek kimliği bizim onu içine sürüklediğimiz dramlarda gizlidir. Etrafında şehvetli, Wallis Simpson’i çeken türden bir merak halesi vardır. Henry onunla evlenmek için tacından vazgeçmedi ama ülkesinin tarihine yeni bir biçim verdi. Öyleyse ondaki bu özel çekiciliğin kaynağı neydi? Seksi bir sırrı mi vardı? Yoksa gizli bir taktiği mi? Güzel miydi yoksa çirkin mi? Sözde sahip olduğu altı parmak hayatı boyunca hiç görülmemişti, bedenini parçalayan sözde siğiller, urlar ve fazladan meme ucu Katolik propagandacıların kara fantezisinin ürettiği cadı izleriydi. Boleyn’in çağdaşları onun güzel olduğunu düşünmüyorlardı. Venedikli bir diplomat “vasat bir görünümü var” diye yazmıştı. “Esmer tenli, uzun boyunlu, geniş ağızlı, dik olmayan bir göğsü var, kısacası, kralın iştahı ve harika siyah gözleri dışında özel bir şeye sahip değil.” Önyargılı gözlemcilerin belirttiğine göre evlendikten sonra da hızla yaşlanmış ve cılızlaşmıştı. Eğer bu doğruysa, boğazındaki şişlikle ilgili raporlarla beraber çağdaşlarından birinin “pörtlemiş gözlü kaltak” tarifini de göz önünde bulundurursak, muhtemelen, hipertiroidi olan, asabi ve huysuz, sinirlerinin ucunda yaşayan bir kadınla karşı karşıyayız demektir. Şimdiye kadar onaylanmış çağdaş bir portresi olmaması insanları şaşırtıyor. Sırf bilinmeyen bir el bir resme “Anne Boleyn” ismini yazdı diye bu onun hayatından bir imge, ya da Anne’e ait bir imge demek olmuyor. En aşina olduğumuz görselin-­hani inci bir kolyeden B harfinin sarktığı portresi­­-binbir farkli çeşidi var ve zaten ilk olarak Anne’in ölümünden elli sene sonra ortaya çıkıyor.

 

Anne Boleyn’in, Hans Holbein imzalı portresi

 

Bunca ince eleyip sık dokunuyor ancak gelecek nesillere pek de faydası olmadan. Anne cıva gibi değişken, hala kendisi hakkında yazanların izdüşümüne maruz kalan biri. Kraliyet bedeni ölümden sonra değişime uğrar, bu sadece ölüm sonrası yaşanan evrensel kanundan ötürü değildir. Artık biliyoruz ki, Leicester otoparkında bulunan beden gerçekten 3. Richard’a ait, sahip olduğu düşünülen eğreti omurgası yalnız bir Tudor propagandası değilmiş. Tabii bu Richard’ın iki senelik bir hamilelik sonucunda dişlerle doğduğu söylencesine inanmamızı gerektirmiyor. Neden hepimiz bir kralın kazıyla ortaya çıkması konusunda bu kadar sevinçliyiz? Belki de şimdiki zaman geçmişe olan borcunun bir kısmını ödüyor ve bilim tarihin yardımına yetişti diye. Galip gelenlerin soyduğu kral yeniden gerçek kimliğine bürünüyor. İşte bu, dikkatlice resmedilmiş, esas olan tarihi süreçtir: kayıp ve telafi.
8. Henry’ye dönersek: saltanatının neredeyse ilk otuz yılı tamamen erkek varis ihtiyacıyla şekillendi. Hem dini hem siyasal aktiviteler bunun çevresinde toplandı. Etrafında pervane olan bakanlar ne denli akıllı ve gayretli olurlarsa olsunlar, ona en çok ihtiyaç duyduğu şeyi veremediler. Sadece bir kadın verebilirdi: ama hangisi? Henry’nin ilk iki karısı da gebe kalmakta sorun yaşamadı. O günlerde kraliyet gebelikleri anons edilmiyordu ama haberler dışarı sızıyor ve yalnızca doğuma yaklaşıldığında halk heyecanlanmaya özendiriliyordu. Aragon’lu Katherine’in en az altı hamilelik geçirdiğini, çoğunun sonlara doğru gerçekleşen düşük sonucu veya doğumdan hemen sonra öldüğünü biliyoruz. Oğullarından biri yedi hafta kadar yaşamayı başardı ama yalnızca biri bebeklik dönemini atlatabildi, o da bir kız çocuğu olan Prenses Mary idi. Anne‘in ilk hamileliği başarılı geçmiş ve bir kız çocuğu daha dünyaya gelmişti, Prenses Elizabeth. Sonra en az iki defa düşük yaptı. Henry ancak üçüncü evliliğinde yaşamayı başaran bir oğlan çocuğuna kavuşabildi. İki kız çocuğu da oldukça kabiliyetli, farklı tarzlarda hüküm sürmüş kadınlardı. Tabii Henry’nin kendi durumunu idare edişinde bir yanlışlık vardı demek istemiyorum. En büyük korkusu soyunun tükenecek olmasıydı. Elizabeth kimle evlenebileceği karmaşasını bir türlü çözemedi, bu sebeple onun saltanatı boyunca halefiyet krizleri yaşandı ve en nihayetinde gerçekten Tudor’ların sonuncusu oldu. Soy tükenmişti, sadece Henry’nin öngörebildiğinden çok daha sonra.

 

Anne Boleyn doğuştan kraliyet ailesine mensup değildi. Şehirli ve tüccar olan ailesi soylular mertebesine yükselmiş, babası güçlü ve asil Howard ailesinin damadı olmuştu. Anne altı aylık hamileyken kraliyet ailesine katılmış, taç giyme töreninde Westminster Abbey boyunca cennet mavisi bir kumaşa sarmalanarak yürümüştü. Söylenenlere göre Henry’nin kalbini, ona bir oğlan vereceğini söyleyerek kazanmıştı. Anne güç oyunlarının tam ortasında, zeki ve azimli bir kadındı. Ancak eninde sonunda o da uzuvları için değerliydi, aklı ya da ruhu için değil; hikayesinin odak noktası rahmiydi. Esas soru, varis yarışını kazanıp kazanamayacağıydı; yoksa biyoloji onun karşısında mıydı? Davası görülürken Anne’in ağabeyi George Boleyn Henry’nin yatakta beceriksiz olduğunu söylemişti. Doğurganlığın kadının orgazmıyla ilişkilendirildiği bu zamanda George, sorunun Henry’nin ‘beceri’ksizliğinden kaynaklandığını ileri sürüyordu.

 

Ancak, açıkça görülüyor ki Henry karılarını hamile bırakabiliyordu. O zaman hata neredeydi? Henry’nin frengi olduğu fikri çoktan çürütüldü. Buna dair modern hiçbir kanıt bulunamadı. Bu teori 19. yüzyılda, Henry’nin cinsel bir canavar olduğu ve önüne gelenle yattığı için cezalandırıldığı anlatısıyla ortaya çıkmıştı. Gerçekte, Henry cinsel iştahını dizginleyen biriydi. Zamanının diğer soylularıyla karşılaştırıldığında Henry’nin metresleri sayıca oldukça azdı. Sanırsam Henry için iyi olmak, iyi biri gibi gözükmek, cinsel becerileriyle ortaya çıkmaktan daha önemliydi. Aslında bu yaşlı canavarın romantik olduğunu bile söyleyebiliriz. Hayatının ilerleyen dönemlerinde, Cleve’li Anne ile evlendiğinde aşık olmadığı bir kadınla seks yapmayı reddetmişti; bu türden bir vicdan çağdaşlarını allak bullak etmişti.

 

Yakınlarda Henry’yle ilgili yeni bir hipotez ortaya atıldı. 2010’da Catrina Banks Whitley ve Kyra Cornelius Kramer, ‘8. Henry’nin Üreme Sıkıntıları ve Orta Yaş Düşüşüne İstinaden Yeni Bir Açıklama’ adıyla Historical Journal‘da yayınlanan bir yazı kaleme aldılar. Henry’de Kells pozitif diye adlandırılan bir kan hücresi olduğunu ileri sürüyorlardı. Kells pozitifli insanlarda kırmızı kan hücrelerinin üzerinde fazladan bir antikor bulunur. Bu az görülen bir kan türüdür. Bu sebeple, Henry’nin karılarının Kells negatif olduğunu ve üreme sorunlarının bu uyuşmazlıktan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Eğer Kells negatif bir kadın Kells pozitif bir adamdan hamile kalırsa ve cenin Kells pozitifse, hamile kadın hassaslaşır ve bağışıklık sistemi bebeği reddeder. Diğer her şey eşitse, ilk hamilelik iyi gider. Ancak mesela kan uyuşmazlığı varsa kadında daha ilk hamilelikte bu hassaslık oluşur. Doğumdan hemen önce veya hemen sonra çocuk ölür.

 

Bir noktaya kadar bu anlatı Henry’nin hikayesine uyuyor. Elizabeth Blount’tan dünyaya gelen sağlıklı bir oğlu oluyor: kadının birinci hamileliği. Anne Boleyn’den olan ilk çocuğu sağlıklı bir kız ve Jane Seymour’dan olan ilk bebek ise sağlıklı bir erkek. Jane, Edward’ı doğurduktan hemen sonra ölüyor. Bu yüzden daha sonra ne olurdu bilemiyoruz. Aragon’lu Katherine ile bu döngü muğlaklaşıyor. İlk hamileliğinin etrafında, belki de düşük yaptığını itiraf etmek istemediği için kraliçenin kendisinin de parçası olduğu büyük bir gizem var. Hamileliğin başarılı olmadığını biliyoruz ama esasen neler olduğunu bilmiyoruz.  Katherine’in doktorlarından biri ikizlere hamile olduğunu ama bir çok sebepten ötürü başarısız olmuş olabileceğini düşünüyor. Katherine’in sağlıklı çocuğu Mary ilk bebek değildi. Ancak Henry’nin babası olduğu her bebeğin Kells negatif olma ihtimali vardı. Yazarlar da Mary’nin bu sebeple hayatta kaldığı fikrini öne sürüyorlar.

 

Eğer bu doğruysa, Henry’nin saltanat devri farklı bir trajediye bürünüyor: ahlaki değil de biyolojik, vücuduna yazılmış bir trajediye. Karılarının, politikacıların ve papazların tüm çabalarının nafile kalmasının sebebi aslında genetik bir piyango olabilir. Bu hipotezi bazıları için güçlü kılan, Henry’nin ilerleyen zamanlarda oluşan tıbbi karnesi. Kells pozitifli bazı kimseler daha sonra McLeod sendromu denen bir dizi semptom belirtileri gösterebiliyorlar. Gençliğinde Henry zamanının tüm kriterlerine göre sonsuz güzellikte bir yaratıktı. Bütün sporlarda başarılıydı. Hep sorarız, karşısındaki kral olduğu için karşılaşma adil olabilmiş midir diye. Ancak güzel sözleri sevmesine rağmen Henry bu türden basit iltifatlara kanacak bir budala değildi; örneğin, tehlikeli bir düello olan iki zırhlı adamın zırhlı atların üzerinde birbirlerine doğru koştukları atlı mızrak dövüşünde sonucu belirlemek oldukça zordur. Sanırım bir yıldız olduğunu söylemek abartılı olmayacak. Aldığı yaralar sebebiyle bu dövüşü bırakmak zorunda kalır, orta yaşında yağız, yapılı bir adamdır ve devamındaysa iyice tombul ve çirkin bir hal alır. Bacaklarında bir zayıflık başlar ve hayatının sonlarına doğru tamamen hareketsiz duruma gelir. Bazı otoritelere göre orta yaşlarında karakter değişikliğine uğrar. Genç Henry tatlı ve yumuşak bir mizaca sahiptir, gerçi tahta geçer geçmez idam ettirdiği, babasına hizmet etmiş olan Richard Empson ve Edmund Dudley buna pek katılmazlardı herhalde. Ancak inkar edilemez olan, Henry’nin ilerleyen yaşıyla iyice sinirli, mantıksız, inatçı ve kontrolsüz biri haline geldiğidir. McLeod sendromunun tasvirine oldukça uyuyor: sürekli artan kas zayıflığı, vücudun alt yarısında sinirlerin harap olması, depresyon, paranoya ve kişilik erozyonu.

 

Öldüğünde Sekizinci Henry’nin eninin boyunu geçtiği, göbeğinin çapının bir buçuk metreyi buduğu söylenir.

 

Bazı tarihçiler 1536 senesini Henry’nin kişisel ve politik hayatında bir dönüm noktası olarak görürler: Bu, Anne Boleyn’in kafasının uçurulduğu senedir. Devam eden seneler bu denli haşmetli ve muhteşem bir adam için çok üzücü olmuştur. Bir tür patoloji görülmektedir ama hangi türden? Bana göre sağlıksızlığının ve karakterini yitirmesinin ardında daha bariz, bahsettiğim bilimsel yazıyı kaleme alan araştırmacıların Henry’nin üzerindeki dış baskıları anlamadıklarını düşündürten sebepler var. Henry atlı mızraklı dövüşlerde aldığı yaralardan ve bir bacağının tamamen ülserli olmasından muzdaripti. Muhtemelen kemik iliği iltihabı vardı. Bacağında oluşan kronik bir ağrının insanın sinirlerine neler yapabileceğini, karakterini ve akli melekelerini ne denli kötü etkileyebileceğini sanırsam ne tarihçiler ve maalesef ne de doktorlar anlayabilmiştir. Ona paranoyak dediğimizde, her ne kadar kim olduklarını aktarmakta zorlansa da, düşmanlarının gerçekten her yerde olduğunu unutmamamız gerekir.

 

Depresyona gelince, depresif olmak için birçok sebebi vardı: dünya sahnesindeki yalnızlığı değil sadece, yaşadığı zayıflık ve çürüme de bunlara dahildi. Şahane portrelerini yaptırıp, onları birer vekil gibi odalara astırdıkça kendisi daha ufak, daha samimi mekanlara çekildi. Ancak bedenine olanları gizli tutamıyordu. Saltanatlı vücut bakılsın diye vardır. Dünyanın uzuvlara gösterdiği bu ehemmiyetin en uç noktası Henry’nin üçüncü karısı olan Jane Seymour örneğinde görülebilir. Kimse Henry’nin Jane’de ne bulduğunu anlayamadı; ne güzeldi, ne de genç. İmparatorluk elçisi alay ederek, ‘şüphesiz harika bir esrarı olmalı’ derken kadının gizli kalmış organına işaret eder. Nihayet meselenin özüne geldik: kraliyet hanımı aslında kraliyet vajinasıdır. Soylu kimselere duyulan hürmet ve huşuyla beraber, hükümdarın bedeni kamu malı addedilir. Her an saygı örtüsünü çekip atmaya, soylulara insan değillermiş gibi davranmaya, onları bize yaklaştırmaktansa iyice uzaklaştırmaya, insanlıktan tamamen çıkarmaya hazırızdır.

 

Monarşi artık yetişkin olan bir ülke için uygun bir kurum mudur? Bilmiyorum. Bende uyanan sempatiyi ve basit fikirlerimin nasıl değişikliğe uğradığını anlattım. Bu tartışma şu an gündemimizde önemli bir yer teşkil etmiyor. Striptiz ve kucak dansı yapılan klüplere lisans verdiğimiz gibi monarşinin de bir eğlence kaynağı olmasına mutlulukla izin veriyoruz. Yaltaklanma kolaylıkla zulme dönüşebilir, birkaç saat içerisinde aynı haber raporunda görülebildiği gibi; yakınlarda Prens Harry’nin başına gelen de buydu. Anlaşılacağı üzere, bu şekilde davranılan herhangi bir kimse dengesini kaybeder ve Prens Harry’nin yaşadığı gibi bir ‘birey miyim yoksa prens mi’ kafa karışıklığına yol açar. Medyanın onu rahat bırakmayacağı düşünülürse, Diana en azından spotlar altında yaşlanmaktan kurtuldu. Bütün monarşi fenomeninin saçma olduğunu düşünmek, monarşiye baktığımızda tımarhanede insanları izliyormuşuz gibi davranmayı haklı kılmaz. Neşeli bir merak rahatlıkla gaddarlığa kesebilir. Kolaylıkla ölümcül bir hal alabilir. Bugünlerde kraliyet hanımlarının kafalarını uçurmuyoruz ama onları kurban ediyoruz, ölüme sürdüğümüz bir tanesi daha hala taze sayılır. Tarih defalarca bizi budalaya çevirir, kuklamızı yapar. Ancak bunun tekerrür etmesi şart değil. Bugünün koşullarında artık birçok şey elimizde. Sansürü desteklemiyorum. Dindar bir üçkağıtçılık ya da yalaka bir saygı kastetmiyorum. Geri çekilmemizi ve zulümden vazgeçmemizi istiyorum. Süslü pembe kıyafetlerinizi ortaya çıkarın, platin rengi buklelerinizi tazeleyin. Artık hepimiz Barbara Cartland’iz. Kalem bizim elimizde. Yazılacak mutlu son da bizde.

 

***

 

Eh. Daha bismillah diye lafa öyle girmek istemedim ama, yazıda rahatsız edici noktalar çok. Mantel’in Kate Middleton’ın ince ayarlanmış bir proje olduğuna dair sunduğu kanıtlar, Middleton’ın mükemmel olduğunu düşünen insanlarınki kadar cüretkar ve anlamsız. Kendisine “Acınacak kadar ince, karaktersiz” derken kamerasını Kate Middleton’ın bikinisinin içine sokan paparazzilerle aynı acımasız makamdan çalıyor kemanını. Aynı şekilde Diana’nın kendini ne biçim değiştirmeye kabil olduğunu söylerken kullandığı ölçü de bir o kadar muğlak. Yazı ne kadar iyi yazılmış olursa olsun kendini her şeyden, İngiliz olmaktan azade gören bir büyüklenme de var elbet. Şu durumda Mantel’in yargılayıcı tonlamalarını kendi kimliğinden ve fizikselliğinden ayrı okumak zor maalesef. Hem kraliyet ailesi hem de edebi otoriteler tarafından onaylanmış, ödüllü, entelektüel bir kadın olarak kendini böyle ‘dışarda’ ya da ‘yukarda’ konuşlandırması cidden can sıkıcı.

 

Kate Middleton’ın yeni, yepyeni bir muzafferlik biçiminin sembolü olduğu aşikar. Prensesliği, yani Tanrı tarafından kutsanmış o geleneksel basamağı paralı, işsiz güçsüz sosyetik rolüyle mükemmel biçimde birleştirdiği, tam olarak bir “modern kadın hayali” olarak konumlandırdığı da gerçek. Yine de, Mantel, tarihsel figürlere gösterdiği hassasiyeti Kate’e neden göstermiyor? Bir de Türkiye bağlamında çok sorduğumuz bir soruyu burada da sorabileceğimizi görüyoruz: Bu tartışma neden Kate üzerinden dönüyor, Prens William bu denklemde nerede?

 

Mantel’in yazıda tarihle yaptığı hesaplaşma içersinde kendi bakışlarını analiz edişi yazının tavan yaptığı yerlerden biri. Sorduğu sorular tek kelimeyle şahane. Sanırsam yazının ustalığının başka bir yüzü, Mantel’in neyi görünür/eleştirilebilir ve neyi görünmez kıldığı üstündeki kontrolle alakalı. Mantel neleri söylemiyor, sorusu kafamızda dönerken yazıyı değerlendirmek çok daha verimli olabilir.

 

Mantel’in bu yazı yüzünden “vatan haini ilan edilmesi tabii ki tam bir gerizekalılık. (Gazeteci ve yazarların vatan haini ilan edilmesi bizde her sabahın güneşi tabii, onlarda biraz olay çıkmış) Kendisinin bir İngiliz vatandaşı olarak tatillerini ödediği kraliyet ailesinin fonksiyonunu sorgulamak sonuna kadar hakkı, ama sözkonusu kadınların nasıl görüldükleri üzerinde pek kontrolü olduğunu düşünmemesi de biraz haksızlık bence. (Bu arada genç yazarı da para peşinde sahneye kolları sıvalı çıktığı için eleştirmiş ama, acaba Booker ödül çekini Mantel ne yaptı?)

 

Görsel: Duygu Aytaç

 

Stevie Smith çevirileri: Emrah Serdar

 

Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Gülistandan Boş Çıkanlar: Bir Derleme
Her Şey Her Yerde Oscar’da
Biscolata’dan Komünist Atak

Pin It on Pinterest