Bence bu bölgenin kadınları tarihin öznesi olmak açısından çok büyük önemde bir rol oynayacaklar.

MEYDAN

Bölge elden gitti mi? Şehrazad Mojab’la “Ortadoğu” üzerine Söyleşi

 

Marksist feminist literatürde önemli çalışmalarıyla tanınan İranlı akademisyen Şehrazad Mojab‘la “bölge”deki gidişat üzerine söyleştik.

 

Filistin’de gittiğimiz her yerde bölgenin geneline dair sohbetler hep aynı cümleyle bitti. Filistin, İran, Irak, Suriye, Türkiye, Lübnan, nereyi konuşursak konuşalım sonuç bu cümleydi: “Bölge elden gitti”.  Senin de sıkça söylediğin bu cümlenin anlamını sormak istiyorum önce. “Bölge elden gitti” ne demek?

 

Ben “bölge elden gitti” dediğimde, şunu beyan etmeye çalışıyorum: elimizdeki alternatifler alternatif değiller. Ya bir taraftan ya da diğerinden daha büyük ve kitlesel acılara ve yokluklara çekiyorlar bizi sadece.

 

Bunu biraz açar mısın? Alternatif gibi görünenler, taraflar, bizi çektikleri yerler hangileri?

 

Uzun zamandır şöyle düşünüyorum: son otuz-kırk yıldır meydana gelen bazı çok büyük olaylar Ortadoğu adı verilen (ve son zamanlarda sıklıkla popüler medyada İslami toplumlar diye adlandırılan) bu coğrafyayla, dünyanın bu kısmıyla ilgili hayalleri ve umutları değiştirdi.  Bu olayların birincisi 1979 İran devriminin yenilgisiydi. Çünkü 1979 İran devrimi “modern zamanın” en büyük ve geniş kitleselliğe sahip, anti-emperyalist ve demokratik devrimiydi. Çok hızlı bir yenilgiye uğratıldı. Ve sonrasında İslami rejim iktidara geldi. Küresel düzlemde de pek çok önemli olay yaşanıyordu eş zamanlı olarak.  1960’ların toplumsal hareketlerinin yenilgisinin ardından, küresel olarak neo-liberal ve sağ bir dönüş. Bu nedenle dünya çapında devrimci hareketler açısından çok önemli bir dönemi işaretliyor bu tarih. Bunu Avrupa’da, Kuzey Amerika’da da görüyoruz. Feminizmde, ırkçılık karşıtı harekette, sosyal haklar hareketinde radikal politikadan kültüre doğru bir dönüşüm. Bütün bu yoğun siyasi ilişkilenmelerden ve özellikle dünyanın Ortadoğu denen bu bölgesinde özgürlük, bağımsızlık, sömürgecilik karşıtı hareketlerden sonra dünya çapında milli burjuvazilerin iktidara gelişi.

 

İkinci olay?

 

Birinci dönemi ve onun belirlediği gidişatı garanti altına alarak destekleyen ikinci büyük olay 11 Eylül 2001. Dünyadaki politik eğilimlerin yeni baştan gruplaşmasına yardım etti. Ve bence 70’lerden 2001’e kadar olan bu süreçte, Afganistan’dan Türkiye, İran, Pakistan, Mısır ve Irak’a kadar İslami hareketlerin yeniden gruplaşması en önemli gelişmelerden biriydi. 11 Eylül sonrası güvenlikleştirme projesi bağlamında küresel güçler yeniden düzenlendi. Sadece militarist anlamda bir güvenlikleştirme değil, politikalarla gündelik hayatın güvenlikleştirilmesi, yani bütün hayatın bu güvenlik nosyonu etrafında yeniden organize edilmesi. Afganistan’dan Irak’a ve Amerika Birleşik Devletlerine ve Avrupa’nın tamamına, kamu politikaları, ekonomi politikaları, toplumsal cinsiyet politikaları, sınır politikları, tamamı yeniden şekillendirildi. Güvenlikleştirme, terörizme karşı savaş meşrulaştırması altında kurulan bu yeni modelin ana lokomotifi oldu. Küresel yönetim ve güçlerin düzenlenmesi, köktencilik olgusuyla yeni bir hal kazandı. Ortadoğu’da  İslamcı köktencilik ve emperyalizm ve dünyanın geri kalanında, mesela Amerika’da,  Kanada’da bizlerin maruz kaldığı Hıristiyan köktencilik. Ama ortak noktamız aynı. Hepimiz neo-liberalizmle karşı karşıyayız. Bu yaşanan agresif, talancı, kapitalist neo-liberalizm, başka bir şey değil. Köktencilik bu projenin bir parçası.

 

Üçüncü bir olay var mı?

 

Üçüncü büyük olaya bugünlerde şahit oluyoruz. Gidişatı belirleyen üçüncü büyük olay İŞİD’in bölgedeki yükselişi. Köktenciliğin hudutlarını yeniden çiziyor (aslında emperyalizmin de) ve insanların hayatlarına yıkım getiriyor. Maalesf daha da fazla getirecek gibi duruyor. Bütün bunların aralarında tabiî ki umut anları oldu, halklar için umutlandığımız anlar. 2009’da İran’daki büyük halk ayaklanması ve 2011’de Arap Baharı adı verilen Arap ayaklanmaları -ki bence bunlar son derece liberal ve yanlış olarak devrim olarak adlandırıldı-. Büyük ayaklanmalardı, Türkiye’deki Gezi ayaklanması da öyle. Ama hiçbiri devrim filan değildi, devrimci de olamadılar. Bütün bu ayaklanmaların sonucuna baktığımızda, -ki bence en çok üzerinde durup düşünmemiz gereken durum bu- her birinde gençlerin ve kadınların çok ön planda olduğu bu büyük ayaklanmaların ardından daha da sağcı ve dindar gruplar başa geçti ya da zaten güçlü olan konumlarını güçlendirdiler. Bu nasıl oldu? Bu çok ciddi bir soru.

 

Sence nasıl oldu?

 

Bu konuda söyleyecek çok şeyim ve pek çok teorim var. Ama en önemlisi tabiki solun yenilgisi ve şu anda tarih sahnesinde olmaması. Solun büyük fedakarlıklar yapan ve yapmaya hazır olan kitlelere hitap edecek, bir yön çizecek ya da alternatif sunacak bir gücünün, sesinin olmaması. Ne milliyetçi projeler ne de köktenci dinci projeler, hiçbiri aslında bu ayaklanmaların temelinde yatan şeye, kitlelerin gerçek dertlerine yanıt verme potansiyeline sahip değiller. Bu bölgede hangi ülkeye adımını atsan diktatör ve çürümüş, yolsuzluğa bulaşmış rejimlerle karşılaşıyorsun. Farklı gibi görünenler de milliyetçi, ulusal idealler peşinde kendilerini yok ediyorlar. Filistin hükümeti de buna dâhil. Bana kalırsa Kürt bölgelerinde de bu geçerli. Kitleleri organize etme, yol gösterme, hat çizme gücüne ve yetisine hiçbiri sahip değil. Bunun için işleyebilecek, gerçek bir plan yok. “Bölge elden gitti dediğimde” köktenciliğin karşısında çok net ve akıllı bir şekilde duracak, retorik olarak değil, anlamlı olarak anti-emperyalist, ilerici ve demokratik bir solun yokluğunu kastediyorum.

 

Ve böyle bir yoklukta İslami köktencilik tek direniş imkanı olarak mı görülüyor sence? Başka ihtimaller yok mu?

 

Tek tek ülkelere bakarsak farklar var elbette. İran devleti bölgenin en güçlü ve istikrarlı devleti ve bu sayede İslami teokrasi nosyonunu çok güçlü bir şekilde ihraç ediyor. Ve nerede bu hükümetlere yardım imkanı varsa tereddütsüz yardım ediyor. Bu nedenle Filistin’de şahit olduğumuz gibi İran devleti bir direniş devleti gibi görünüyor bölgenin genelinde. Tabi ki İran’ın Lübnan’daki Hizbullah’a desteği ve bağı bu görünümü güçlendiriyor. Bu insanlar için İran devletinin duruşu direniş ve özgürlük için bir ihtimal, bir kaynak gibi görünüyor. Yani ülke içinde ne yaparsa yapsın bölgesel duruşu böyle bir algı yaratıyor. Ülke içinde yaptığı her şeye rağmen, bütün hakları ihlal etmesi, nefes alacak alan bırakmaması, ülkede bir toplumsal cinsiyet apartheid’ı kurmuş olmasına rağmen İran’ın Filistin’de, Lübnan’da aldığı bu desteği görmek benim için çok acı. Bu desteğin kendisi İranlılar içinde içerde devlete karşı direnmeyi de zorlaştırıyor. Ama bu sadece bir örnek. Her Filistin ziyaretimde İslami yönetim biçiminin biraz daha arttığını görüyorum. Bu insanların tercihi olduğu için değil, bir yönetim biçimi olduğu için dikkat çekiyorum. Tabiki hayatın, varoluşun en temel ihtiyaçlarını karşılayan Hamas burada insanlar için önemli bir çıkış noktası. Ama milliyetçi entelektüeller, orta sınıf profesyoneller, üst orta sınıf, 60’ların ve 70’lerin solcuları, herkesin söyleminde ve yaşamı algılayışında İslam merkezli büyük bir dönüşüm var.

 

Evet ama bir yandan da özellikle Hizbullah’ın farklı bir yeri yok mu?  İslami köktencilik ya da radikal İslam başlığı altında mı değerlendiriyorsun?

 

Anlıyorum bu soruyu. Bu çok uzun bir tartışma ve şu an buna girmeye vaktimiz olduğunu sanmıyorum. Şiilik, Sünnilik, bölgesel güç odakları, çok çeşitli etmen var. Elbette IŞİD şu anda bambaşka bir boyuta geçirdi bütün bölgeyi. Ama ben genel olarak dinin, dinin merkezini oluşturduğu bir yönetim ya da direniş ya da mücadele biçiminin olup olamayacağını tartışıyorum. Filistin’deki gençleri gördün. Tamamen spontane bir hareket. En gençler en önde. Tamamı erkek. Zaten gün başladığı andan bitene kadar her anın direniş olduğu, şehirde dolaşmanın, bir yerden bir yere gitmenin, yaşamaya devam etmenin bile direniş, mücadele olduğu bir coğrafyadan bahsediyoruz. Çile var, acı var, psikolojik savaş var, katliam var, yoksulluk var, her türlü baskı var ve evet insanlar ayaklanıyorlar. Ama bu ayaklanmayı yönlendirebilecek, örgütleyebilecek bir güç, bir hareket görmedim, görmüyorum. Acı ama benim gördüğüm bu. Filistin ve bölgenin tamamında.

 

Sence hiç umut yok mu yani? IŞİD’le birlikte mi tükendi hepsi?

 

Benim teorik, felsefi dünya görüşüme aykırı olurdu “umut bitti” demek. Ama hangi noktada olduğumuzu ve neler döndüğünü doğru anlamanın hayati önemde olduğunu düşünüyorum. Milliyetçi, duygusal dünya görüşleri bir işe yaramayacak. Bu derin, tarihsel bir mesele. Hayatın maddi koşullarını görmek zorundayız. Ne olup bittiğine dair derin bir anlayış geliştirmeden devrimci teori geliştiremeyiz. Ve devrimci teori olmadan, devrimci örgütlenme ve bir liderlik olmadan bu bölgede bir şeylerin iyiye gitmesi imkansız. Lidersiz ve merkezsiz hareketlere dair idealist ve romantik retoriklerle kaybedecek zaman yok. Bu olmayacak. Mısır deneyimi bunun en yakın örneği. Milyonlarca insan Mübarek rejimine karşı sokağa çıktı. Önce İslami bir güç aldı liderliği, sonra darbe oldu ve şimdi başlarında bir general var. Bu bize bir mesaj vermeli. Devrim hükümetle oynamak, hükümeti devirmek, alaşağı etmek değildir. Bundan çok daha derin ve zor bir şeydir. Ve bu yüzden -belki bu röportaj için vaktimiz olmayacak ama uzun zamandır bu fikir üzerinde çalışıyorum- bence bu bölgenin kadınları tarihin öznesi olmak açısından çok büyük önemde bir rol oynayacaklar. Hem emperyalist, neo-liberal küresel şiddetin hem köktenci şiddetin gündelik hayatlarına, bedenlerine çöktüğü kadınlar, bunların birbirine alternatif olmadığını görüyor çünkü. Ancak onlar gerçek bir alternatifin peşinde olabilir. Bu yüzden uzun zamandır bölgenin çeşitli ülkelerindeki kadın siyasi tutuklularla ilgili çalışmalar yürütüyorum. Yakında yayına hazır olacak bir çalışma. Tarihin öznesi olmak için ayağa kalkmış bu kadınlar. Dünya şu an onları görmüyor ve duymuyor olsa da, bir gün bir fitili ateşleyecekler. O fitil, şu an bize direniş gibi sunulan milli ya da ulusal projeler ya da dini köktencilik gibi sahte bir alternatif olmayacak.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YMaskeler, Ruhlar ve Dışarıda Kalanlar
Maskeler, Ruhlar ve Dışarıda Kalanlar

Ruh yittiğinde mi bürünülür maskeye? Yoksa ruhu örten, donduran, giderek yok eden şey midir maske? Ya da arkasında yarattığı sahicilik efektiyle beraber hakikatin kendisi mi?

SANAT

YTanınmamış Çocuklar, Hayaletimsi Kıpırtılar ve Eksilten Yazı
Tanınmamış Çocuklar, Hayaletimsi Kıpırtılar ve Eksilten Yazı

Halide Edib’in 1920’lerdeki metinlerinde, Türk edebiyatının Türklüğünü tesis eden birçok başka yazarınkinde olduğu gibi yaldızlı büyük anlatının gerisinde yazının sildiğinin, örttüğünün, karaladığının okunmasını bekleyen bir şeyler var.

SANAT

YHarap Mabetler, Ruhu Eşyaya Karışan Kadınlar ve Zamansız Parmak Uçları
Harap Mabetler, Ruhu Eşyaya Karışan Kadınlar ve Zamansız Parmak Uçları

Halide Edib’in kırılmış bir kadınlığın içinden, duyuşun tazyikiyle yazdığı mensur şiirleri, "kadınlığın biçareliği” ile yaşamsal ve yazınsal mücadelesine ışık tutuyor.

MEYDAN

YJules Gleeson’dan Judith Butler ve Guardian sansürüyle ilgili açıklama
Jules Gleeson’dan Judith Butler ve Guardian sansürüyle ilgili açıklama

"Maalesef Guardian editörleri Judith Butler’ı sansürleme kararlarını hayata geçirmeyi seçtiler."

Bir de bunlar var

Sınır Bozucu: Trans-queer mültecilerle dayanışma etkinliği
Seks İşçiliğini Victor Hugo’dan Öğrenmek
Mor Çatı’dan Mine Akarsu: “Aileyi korumakla kadını korumak aynı şey değildir.”

Pin It on Pinterest