1990’ların sonundan bu yana “fenomen” olmuş diziler üzerinden Türkiye’nin kültürel politik iklimine bir bakış...

ECİNNİLİK

Yeditepe İstanbul’dan Çukur’a Ne Düştü? Bir Kültürel İklim Okuması

Lisede Ramazan’la aynı sınıftaydım. Ramazan’ın cebinden bıçak, elinden tesbih, dilinden küfürle karışık tehdit eksik olmazdı. Boşluğuna denk gelirse kendini ele veren gülümsemeyi yüzüne zorla takındığı sert mizacıyla kapatırdı. İçten içe “ben buradayım, benden korkacaksınız” diye bağırırdı. Adını şimdi unuttuğum bir müdür yardımcımız vardı. Bütün okul Allah gibi korkardık ondan. Bir gün sınıfları teftişe geldi. Herkes ayağa kalktı, Ramazan da gerine gerine kalktı. “Hocam siz Baron’sunuz ben de Polat Alemdar.” Bu laf müdür yardımcısının da hoşuna gitti, Ramazan’a tebessüm ettikten sonra bize kaşlarını çatarak sınıftan çıktı. Kurtlar Vadisi’nde Polat Alemdar nasıl ki Ali’den ruhsal olarak koptuysa Ramazan da kendi karakterinden ayrıldı. İğreti tavırları etrafta korkuyla karışık bir hava yaratır, pek kimse yanına yanaşmazdı. Bazen onunla konuşmaya gider, bize caka satmasına izin verirdik. Bunu da arkasından dalga geçmek için yapardık. Bir gün son derse girerken Ramazan’a “okul çıkışında biz dört kişi anıtın önünde buluşalım, bir şeyler yapalım” dedim. Dersin sonuna doğru Ramazan, aramızdaki dört kişiden biri ile nedenini bilmediğim bir sebeple ağız dalaşına girdi, hocanın korkusundan ders sonuna kadar sessizce tehditler savurdu. Ders zili çaldı, herkes koşar adımlarla okulu terk etti. Ben okul kapısına vardığımda Ramazan cebinde sakladığı bıçağı az önce dalaştığı arkadaşımın koluna saplamış, o yerde kanlar içinde kalırken kendisi olay yerinden hızla uzaklaşmıştı. Arkadaşım sanki sağ koluyla tutmasa sol kolu düşecekmiş gibi tedirgin bir şekilde yardım bekliyordu. Olay polis tarafından araştırılacaktı.

 

Mezuniyetten birkaç yıl sonra gazete karıştırırken bir haberle karşılaştım: İzmir’de bir rahip bıçaklanmıştı. Haberin ortasında ise Ramazan’ın fotoğrafı duruyordu. Duruşmada verdiği ifade şöyle aktarılmıştı:

 

Geçen aralıkta İzmir’in Bayraklı Antuan Kilisesi Rahibi Adriano Franchini’yi, bıçakla karnından yaraladığı iddiasıyla tutuklanan Ramazan Bay’ın ilk duruşması dün yapıldı. Dört yıl hapsi istenen Bay, “Hrant Dink’i vuran ve Santoro’yu öldüren kişilerin kamuoyunda ilgi ile karşılandığını, iyi bir şey yaptıklarını düşündüğüm için bu eylemi yapmaya karar verdim. Eylemden sonra ben de onlar gibi ünlü olacaktım” dedi. Karşıyaka 5’inci Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada Bay, Rahip Francini’yi bıçakladığı için pişman olduğunu söyledi. ‘Kurtlar Vadisi’ dizisindeki ‘Polat Alemdar’ rolünden etkilendiğini belirten 20 yaşındaki Bay şöyle konuştu: “Kiliselerin misyoner faaliyetleri yaptığını, bazı kişileri zehirlediğini düşündüğüm için bu eylemi yapmaya karar verdim. Aşırı milliyetçi ve milli duygularım kabardı. Lise çağından beri Ülkü Ocakları’na çok sık gider gelirdim.” 

 

Ramazan altı ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılacaktı.

Seyithan

 

 

Bu yazıda 1990’ların sonundan bu yana yayınlanmış ve “fenomen” olmuş dizilerdeki mekan, dil kullanımı ve karakter ilişkilerini inceleyerek Türkiye’nin kültürel politik iklimindeki değişikliklerin izini sürmeye çalışacağız.

 

Yazı içerisinde, erken dönem dizileri ve kolektif yaşam tahayyülünü temsilen İkinci Bahar (1998-2001), Yeditepe İstanbul (2001-2002) ve Sultan Makamı’na (2003-2004); 2000’lerin ortalarından itibaren değişen kültürel ve politik atmosferi vurgulamak için Kurtlar Vadisi (2003-2005), Yaprak Dökümü (2005-2010), Aşk-ı Memnu (2008-2010)  ve Çukur‘a (2017-günümüz) bakacağız.

 

 

Çoğulcu varoluşa tanınan imkân ve tembellik hakkı:

 

Yeditepe İstanbul, Sultan Makamı, İkinci Bahar dizilerinde bol bol işsiz erkek karakter görürüz. Yeditepe İstanbul’da Ali, Yusuf, Ruhi Sarı; Sultan Makamı’nda Sultan, Eko (Ekrem), Sefer ve İkinci Bahar’da Ulaş, Medet, Sarı… Bu karakterler işsiz oldukları için tam olarak toplumun içerisinde yer almazlar ancak asla dışında da değillerdir, Yusuf’un da kendisi için ifade ettiği gibi “kenarındadır”lar. Bu karakterlerden çoğu bir şekilde hayallerinin peşinde koşar; Sultan açıkhava sinemasını her şeye rağmen yaşatmaya çalışır, Yusuf roman yazar, Eko şiirle uğraşır, Ulaş ve Sarı Amerika’ya gidebilmek için türlü taklalar atarlar. Bu karakterler zaman zaman ufak tefek işlerde çalışırlar, çoğu zaman da çalışmazlar; gayrimeşru işlere belki hafif derecelerde bulaşırlar ancak dizinin akışı boyunca kriminalize olmazlar. Kolektif yaşayışın tahayyül edilebildiği dizi evrenleri bu işsiz adamları gayrimeşruya mahkum etmez; mahalle, ilişkiler, dostlar ve sözü geçen hatırlı tanıdıklar onları ortalarda bir yerde tutar. Elbette bu adamların evde “kahırlarını çeken” aileleri veya kimi kimseleri vardır, dolayısıyla bu işsizlik ve özgürlük birilerinin emeği pahasına olur. Ancak özel sektör patronu da olsa mafya da olsa “biri için çalışmadan” yaşanılabilen hayatların ve peşinden koşulabilen hayallerin ihtimali bu karakterin yaşamlarında somutlaşır.

 

 

 

Bükülebilen ve Bükülemeyen Erkeklikler

 

İkinci Bahar, Yeditepe İstanbul ve Sultan Makamı elbette cinsiyetçilikten azade değiller ancak üç dizide de kadın karakterler son derece görünür ve etkindirler. Henüz işsiz kadın karakterler evlerin yükünü üzerlerinden atıp salt hayalleriyle meşgul olamıyorlarsa da bu dizilerdeki kadınlar derinlikli, canlı, olayların gidişatına şekil veren kadınlardır; yanlarındaki yörelerindeki erkeklerin “delikanlılıklarını” bir bakışla, müstehzi bir gülüşle veya bir aleni çıkışla tiye alır ve geçersiz kılarlar. 1998 yılında İkinci Bahar’da, Ali Haydar’ın kadından bulaşıkçı ve mezeci olamayacağı fikri Hanım’ın “taşkafalı” nidasıyla karşılaşır. Sonrasında Hanım, Ali Haydar’ı paylaya paylaya kendisine önce bulaşıkçı, sonra da mezeci olarak dükkanda yer açar. Paylaya paylaya ama bertaraf ederek, iptal ederek değil. Yine müzakereye, değişime açık bir ilişkisel alanı kullanarak. İkinci Bahar’da Şeceattin’den boşanan Tansu, aynı zamanda belediyedeki işinde onun amiridir. Lafını esirgemez, istediği zaman biriyle flört eder, yeni sevgilisiyle yurtdışına çıkar ve sosyal baskıları bertaraf eder. Kurtlar Vadisi evreninde ise Polat’ın etkinlik alanının bir kadın tarafından şekillendirilmesi mümkün değildir. 

 

 

Kahraman dizilerinde kahramanların omnipotansı, -mahalle dizilerinin aksine- başka hiçbir karakterin onların erkekliğine, güçlülüğüne ağız bükememesi, göz devirememesi ile de vurgulanır. Kahramanı gülünecek, sempatik bir durumda pek görmeyiz. Harekete ve canlılığa müsaade etmeyen donuk bir erkekliğe sıkışmışlardır. Kahramanlar sahip oldukları değerler bakımından hızlıca yerleşiklik kazanırlar ve bu noktadan sonra dönüşüme kapatırlar kendilerini: Polat devletin gerçek sahibi; Yamaç, ailesinden devraldığı yönetimle birlikte Koçovalı mahallesinin ya da bilinen adıyla Çukur’un sahibi; komando Yusuf Miroğlu vatanının koruyucusudur.

 

Deli Yürek, Kurtlar Vadisi ve Çukur ‘a baktığımızda mahalle dizilerindeki herkesin benzer bir düzlemde yan yana durabildiği geniş zeminin yerini karakterler arası hiyerarşi piramidinin aldığını görürüz. En tepeye kahraman oturur ve kendi etrafında bir klan oluşturur. Bu hiyerarşide diğer karakterlerin hayatlarının inisiyatifi de dizinin kahramanına teslim edilmiştir. Memati, Polat icazet vermediği için kendisini öldüremez. Kahraman dizilerinde kahramanlar genelde aşık olmaz veya zor aşık olurlar, genelde onlara aşık olunur. Aşık olsalar dahi dizide statüleri yükseldiğinde aşkları da farklılaşır. Ali ile Elif birbirlerine aşık bir çifttir. Ali Polat’a dönüştüğünde, Elif Polat’a aşık olur. Bu ilişkinin dinamiği öncekinden çok farklıdır. Bu dizilerde kahraman ile aşk yaşayan kadınlar diğer kahramanın klanı içerisindeki diğer karakterler tarafından “yenge” olarak kodlanır. Bu kadınlar hemen hemen hep kahraman tarafından korundukları bir ilişki pozisyonuna sokulurlar (“Bunu bilmemen senin için daha iyi” “Senin için en iyisini düşünüyorum”). Kadınlar bu pozisyona karşı çıksalar da bir noktada kahramanın otoritesini tanımaya mecbur bırakılırlar. Bazen de magandaca bir şekilde. Mesela kendisini korkutmak ve yapabileceklerinin sınırsızlığını göstermek için arabayı 240 km ile süren Polat’a Elif önce “korkmuyorum bas gaza”, sonrasında ise “yeter dur” diyecektir.

 

 

 

Deli Yürek de Yusuf Miroğlu da Polat Alemdar da devleti kirletenlerle savaşır. Aslında Yusuf’un ve Polat’ın devleti “güzeldir”, tarihsel kökleri vardır, milli ve manevi duyguları gelişmiştir, muhafazakardır ve elbette bu karakterlerin insanı bayıltan erilliklerinin bitmez tükenmez kaynağıdır. Ancak bu devletin bazı uzuvları kangren olmuştur ve bunu temizleyecek kahramanlara ihtiyaç vardır. Seyirci Deli Yürek‘ten Kurtlar Vadisi ve türevlerine kadar, yani 1998-2016 yılları arasında devletin kirlenmiş parçalarının temizlenmesi söylemine maruz kalır. Bu Türkiye siyasetindeki gelişmeler için de hazırlayıcı olur. Siyaset sahnesine çıkan kurtarıcı erkeklerle Polat’ların, hem realitede hem dizilerde devletin temizlenmesi gerektiğiyle ilgili söylemlerin paralelliğini kim yadsıyabilir?

 

Çukur‘a geldiğimizde işler iyice tuhaflaşır. Mahallede rant kavgası (Çukur’u ele geçirmek isteyenlerle ele geçmesini istemeyenler) işlenen dizide her nasılsa polis, mafya, devlet ilişkilerini alenen görmeyiz. Böyle bir mahallede bunların olmaması mümkün müdür? Bunları gerçeklik göndergelerinin kaybı olarak okuyabiliriz. Sene 2021 olmuş, Kurtlar Vadisi tipi erkeklik biraz demode kaçmaya başlamıştır. Ama zaten dizi kendi içine kapalı fantastik bir erkeklik atmosferi yaratmanın derdindedir. İzleyiciyi burada oyalar. Çukur‘da tüm erkeklere “Abime bak be!” dedirtecek bir erkek modeli muhakkak bulunur. Klasik sevenler için Cumali, klasikliğe muzır bir tat katmak isteyenler için Vartolu, modern sevenler için Selim, hem modern hem delikanlı olsun diyenler için Yamaç vardır. Tüm bu karakterler ve fedai orduları, küfürler, espriler, silahlar eşliğinde epik denebilecek bir görüntü yönetiminde çatışırlar babam çatışırlar. Erkeklik pornosu. Çata pat.

 

 

Bir karşılıklı etkileşim örneği: “Anam Babam”

 

Ekranda kurulan dil ilk önce eve, oradan da sokağa taşar. Böylece hemen gündelik hayata karışır. Leyla ile Mecnun’daki İsmail Abi’nin genelde Mecnun’a yönelik kulağım sende, seni dinliyorum anlamındaki “Hoop!” tepkisi sempatik bir karşılaşmada kullanılır, bir dönemin popüler repliği de “Behlül kaçar”dır. Yani senaristler toplumun farklı alt gruplarındaki güncel dili, jestleri, postürleri yakalayıp diziye taşır, izleyici de gerçeğin ekrandaki temsilini yeniden sahiplenir:

 

Çalıştığım dükkan Esenyurt’ta merkezi bir yerde durduğu ve göz önünde bulunduğu için mahalle çetelerinin uğrak yeridir. Çeteler sirküle olsa ve yüzler değişse de hepsi aslında dükkanı haraca bağlamak ve dükkan sahiplerini yıldırmak ister. Çukur dizisinin 2. sezonunda yani 2018 yılında Koçovalı mahallesini işgal edip ele geçiren Karakuzu kardeşler Çeto ve Mahsun’un çete içerisinde birbirlerine karşı sevgi sözcüğü olarak kullandığı “anam babam”, dükkanımıza o yıl boyunca çökmeye çalışan çete üyelerinin diline pelesenk olmuştu. Pazartesi akşamı eve gitmeyen üyeler, diziyi dükkanda seyrederlerdi. Ben de onların dizinin verdiği coşkuyla Esenyurt’ta Pazartesi gecelerinin daha da karanlık bir havaya büründüğünü hissederdim. Ne dükkanı ele geçirebildiler ne de sokağı ama 2021’in yeni çetesi hâlâ o ifadeyi kullanır. 

Seyithan

 

 

Ortak yaşamın bir ihtimal olarak sunulduğu İkinci Bahar, Yeditepe İstanbul, Sultan Makamı‘ndaki gerilimler ve düğümler diyalogla çözülebilecek meselelerdir. Karakterler sakin bir atmosfer içerisinde birbirlerini dinleyebilir. İkinci Bahar‘ın en antipatik karakteri olarak çizilen Vakkas aynı zamanda ne oğlunu, ne karısını, ne Ali Haydar’ı dinlemeyi beceremeyen bir tiptir. Aynı zamanda dizinin en çok bağıranıdır. Onun dükkanına pek kimse gitmez ama Ali Haydar’ın dükkanı hep kalabalıktır. Böyleyken bile, dönemin ruhunda diyalog ihtiyacı büyük olmalı ki dizinin son bölümünde Ali Haydar ve Vakkas konuşur, hesaplaşır yeni bir düzlemde kırgınlık olmadan buluşurlar. O karakterlerin dünyasında senaristler bizi de ikna ederler her şeyin yoluna girdiğine. Oysa Aşk-ı Memnu, Kurtlar Vadisi veya Çukur karakterleri uzlaşsalar değil seyirciyi diğer karakteri dahi ikna edemezler, çünkü bu dizilerin evreni paranoya, strateji ve erişilecek hedeflerle çizilmiştir; replikler de bunun üzerinden şekillenir. Kurulan her yeni uzlaşı, bir sonraki çıkar çatışmasına kadar tedirgince bekler.

 

 

Dizi evrenindeki fiziksel mekan ruhsal mekanı inşa edebilir mi?

 

Dizilerdeki mekan, dil ve karakterler arası ilişkilerin toplamının her diziyi kendine has bir doku ile ördüğü söylenebilir. Bu doku dizi evreninden izleyiciye aktarılır ve izleyicinin duygusal hafızasında kendine has bir yer tutar. Bu kendine has yer, bir diziyi hatırladığımızda zihnimizde uyanan his ve tatla örtüşür. Yeditepe İstanbul’dan bize kalan daha pastel ve ılımlı, Kurtlar Vadisi’nde daha keskin ve karanlık bir tattır. Bu tadı önemli bir dereceye kadar dizi mekanları, karakterleri ve kullanılan dil arasındaki etkileşim tayin eder.

 

Bir üçlü olarak düşünebileceğimiz İkinci Bahar, Sultan Makamı ve Yeditepe İstanbul dizilerinde mahallenin zeminini oluşturduğu bir kolektif yaşayış tahayyül edilmiştir. Bu dizilerin mekanı geniştir, odalardan evlerin kendilerine, evlerden sokağa ve mahalleye yayılır. Hatta o güne değin getirdikleriyle, başına geleceklerle (müteahhitler, kentsel dönüşüm), kendine özgü karakteriyle (yoksulluk), karakterlerin kendisiyle kurduğu ilişkilerle (“hastasıyım bu mahallenin”) mahalle de başlı başına bir aktördür. Mekansal zemin olarak mahallenin seçilmesi, birbirinden çok farklı karakterlerin birbiriyle etkileşime girebileceği geniş bir alan açar. Bu alan esnektir: Belirli bir ilişki ağının (diyelim ki bir ailenin) bozulduğu yerde bir diğerinin (komşuların, arkadaşların, esnafın) devreye girebileceği ve işlevsel olabileceği, olayları toparlayabileceği, kurtarıcı olabileceği şekilde tasarlanmıştır. Tıpkı, bu dizilerin prototipi gibi düşünebileceğimiz Piano Piano Bacaksız’daki diğer hane yaşayanlarının anlatıcı Kemal’in hayatındaki toparlayıcı işlevi gibi. 

 

Bu dizilerdeki ruhsal ilişkilenme mekanının da fiziksel mekan gibi geniş olması nedeniyle karakterlerin birbirleriyle karşılaşmaya, birbirlerini tanımaya, ilişkilenmeye, ilişkilerin değişmesine bazen de kopmasına tahammülleri vardır. Yeditepe İstanbul’da Olcay ve kızı Duru mahalleye dışarıdan, farklı bir sınıf ve yaşayıştan gelirler. Önceleri temkinli bir yoklamaya tabi tutulurlar (“Kocan kapının önüne mi koydu”), ancak dizi evreninde bu karakterlerin farklı kutuplara savrularak diyalog imkanını kaybetmeden derinlemesine tanışmalarına, ilişkilenmelerine, yanyana var olmalarına imkan tanınır. Dizi evrenindeki mahallenin ne kadar gerçek hayattaki mahalleler gibi olduğu ayrı bir tartışma konusu olsa da mahalle dizileri nostaljisinin esprisi budur, bir başına olmadığımız, hayatımızda onarıcı işlevleri üstlenebilen daha fazla figüre yer olan bir ruhsal güvence ağının rahatlatıcılığı.

 

2000’lerin başından itibaren politik ve kültürel iklimin değişmesiyle birlikte diziler başka bir hatla adeta yeniden inşa edilir. Daha ılımlı ve geniş ağlardan oluşan ilişkilere dair dizilerin yerini gruplar arası geçişkenliğin kaybolduğu, cephelerin oluştuğu, çözümlenebilecek, evrilebilecek durumların yerlerini radikal ve ilişkileri kopartan olaylara bıraktığı diziler belirir: devlet, mafya, çete, holding dizileri. Aslına bakarsanız Deli Yürek de İkinci Bahar da 1998 yılında yayına girmiştir ancak 2000’lerin ortasından itibaren Deli Yürek’in ilk ve önemli temsilcilerinden olduğu bu tür yükselişe geçer. Aslında Deli Yürek, mahalle dizisinin ve paramiliter dizinin kesişiminde yer alır. Hem mahallelinin ilişkileri diziye bir fon teşkil eder hem de Yusuf Miroğlu karakteri üzerinden bu ilişki ağından bir kopuş yaşanır, mahalleye çete bulaşır ve birden mahallenin gündemi değişir.

 

Mahalle dizilerine yeni bir oyuncu nadiren dahil olur. Diziye sonradan katılan karakter mahalleli için bir süreliğine “yabancı”dır. Mahallenin kendi içindeki networku, yabancıyı alışana kadar gözetim altında tutar. Dizinin kaderini değişterecek, akıbetini belirleyecek bir potansiyel taşımaz, bütünün bir parçası olur. Mahalle dizilerinin karakterleri için asıl düşmanlar yabancılar değil olsa olsa mahalleye göz diken müteahhitlerdir. Fakat çete veya mafya dizileri için bu geçerli değildir. Yabancı yoktur. Diziye yeni gelen karakter bir yabancı değil baş edilmesi, gereken yenik düşürülmesi gereken bir düşmandır. Düşman yenilgiye uğratıldıkça yeni gelen düşman daha güçlü olur. Böylece düşmanlar hiç bitmez. Bir nevi bilgisayar oyunu gibi: karakterin meselesi sürekli değişen stratejilerle düşmanı nasıl pusuya düşürüp daha canice öldürebileceği ile ilgilidir.

 

Zaman içerisinde 90’lı yıllar boyunca ekranlarda hegemonya kurmuş olan mahalleler yerlerini yavaş yavaş apartman dairelerine, izole villalara, rezidans ofislerine ve yalılara bırakmıştır. Mahalle dizileri güzel hatıralarla anılan nostaljik kültürel öğelere dönüşür. Geniş aileler dağılıp çekirdek aileler kurulur. Devlet okullarında okuyan öğrenciler özel okullara kaydolur. Dış dünyanın sınırları çizilir ve tekinsiz bir hal alır. Çemberin dışında kalanlar düşmanlaşıp kimi zaman azılı katillere dönüşürler. Bir mahalle kaldıysa çeteler tarafından çetelere karşı korunur hale gelir. Karakterler de giderek daha fazla bireysel yaşayışları içerisinde betimlenir: İkinci Bahar, Sultan Makamı ve Yeditepe İstanbul’un geniş ve kolektif kullanılabilen mekanlarının ardından Yaprak Dökümü ve Aşk-ı Memnu’da hem ilişkisel hem de mekansal olarak daralırız. Dizi komünitemiz büyük ölçüde bir aile ortamına indirgenmiştir. Mekanımız eve sıkışmıştır. Küçük gruplardaki yıkıcılığın telafisi artık daha zordur çünkü devreye girecek onarıcı sosyal mekanizmalara yer kalmamıştır. Ferhunde ve Bihter döne dolaşa aynı karakterlerde aynı buhranlara neden olurlar. Karakterlerin iç dünyası da öncekiler kadar farklı “nesnelerle” karşılaşmadığı için daralmıştır.  

 

Dizi evrenlerinin, birbirlerinden farklı yapıda, arzuda ancak bir arada durabilen karakterleri kapsayamaz hale geldiğini, farklı şeyler isteyen karakterlerin çok daha hızlı birbirlerinin diyalog alanından çıkabildiğini ve “düşman”laştığını, ilişkilerin kişilerin birbirlerini “karşılıklı tanımaya” müsaade eden ilişkiler olmaktan çıkıp karşıdakine veya bir şeylere “sahip olma”ya saplanan ilişkilere gerilediğini görürüz. Sahip olmak: Aşk, politik/mafyatik güç veya para görünümünde iktidara. Sahip olunamayan ise yıkılmaya veya yok edilmeye çalışılır.

 

Peki dizi evrenini, senaristlerin zihnini ve izleyiciyi insan ruhsallığında daha erken ve olgunlaşmamış bir aşamaya denk gelen, karşıdakinin öznelliğini, özerkliğini ve canlılığını tanıyamadan ona salt “sahip olmayı”, sahip olamayınca ise “yok olmasını” istemek aşamasına  gerileten nedir? Bunun temasın kendine giderek daha az yer bulabildiği kültürel ve politik iklimimizle bağı düşünmeye değer. Mesaj iletme kaygısı içeren bağırmalardan çok, bağırmanın bir korkutma, sindirme, kendini kabul ettirmek tarzı olarak son dizilerde artması da benzer bir noktadan düşünülebilir. “Racon kesmenin” dahi diyalog değil eylemle de olsa karşıdakine bir mesaj iletme derdi olduğu, bu mesajın alımı için bir aralık tanıdığı düşünülebilir. Ama kafa kesmek bu alanı kapatır, orada ilişki zaten kopmuştur, karşıda meram anlatılacak biri yoktur artık, yok edilecek “bir şey” vardır.

 

 

 

 

Bu manzarada Leyla ile Mecnun’un bir istisna olduğunu söyleyebiliriz. Pürüzsüz kadınlıklar, erkeklikler izlemeyiz. Karakterler, elbette ki dizinin janrı itibariyle de, gülünesi durumlara girerler. Bütün karakterlerin itici ve sempatik yönleri bir aradadır. İlişkiler daha arkadaşçadır, menfaatler yüzünden büyük kırılmalar yaşanmaz, karakterler birbirlerine tahammül edebilirler; hatta Erdal Bakkal’a bile. Dizi, absürd komedi öğelerini sonradan kendisini takip edecek örneklerinden (Cinayet Süsü, Azizler) farklı olarak anlık patlatılacak, geriye bir hikaye bırakmayacak balonlar gibi kullanmaz. Bol bol fanteziye kayarız, belki dizinin çekildiği yılları (2011-2013/2014) düşündüğümüzde gündelik hayatta kendisini daha çok hissettirmeye başlayan politik baskı karşısında bir nefes alma ihtiyacına denk gelir bu fantezi sahneleri. Adeta ortakyaşam ihtimali için uçurulan son bir dilek balonudur Leyla ile Mecnun. Bu kadar sevilmesi de gündelik hayat üzerinde artan iktidar baskısı altında soluklanma ihtiyacıyla birlikte düşünülebilir. Nitekim 2013’e doğru kaynayan dinamikler Gezi Direnişi’ne yol verdiğinde ve Leyla ile Mecnun ekibi de direnişte görüntülendiğinde dizinin yayınlanageldiği TRT ile yolları ayrılır, dizi bir nevi sonlanır.

 

Mahalle dizileri elbette Türkiye mahallelerinin gerçekliğini yansıtmaz veya bir dizide mahallenin hikaye edilmesi,  karakter ilişkilerinin kapsamını ve dinamiklerini doğrudan belirlemez. Ancak yakın tarihimizde belirli bir döneme kadar farklı öznelliklerin tanındığı, ortakyaşama imkan veren dizi evrenleri hayâl edilebilmiş ve bunlar için mahalleler zemin olarak kullanılmıştır. Demek ki senaristler için 2000’li yılların başında daha komünite benzeri, yer yer yoğunlaşan, yer yer seyrekleşen toplumsal ilişkiler tahayyül etmek daha olasıydı.  Dizilerde bu tahayyülün kaybolmasının ülkenin gerilen ve sıkışan kültürel-politik ikliminin ekrandaki bir tezahürü olduğunu düşünebiliriz.

 

2015-2016 yılları Türkiyesinde hem dış politika bakımından, hem Ankara, Suruç ve Cizre’de yaşananlar itibariyle savaş koşulları oluşturulmuştur. Hem bu iklimin evlere servis edilmesi hem de 15 Temmuz sonrası cerahati akıtılmış bir ordunun gerekli imaj çalışması için dizi sektörüne iş düşer; giderek artan savaş ve devlet kurulumu konulu dizileri görürüz: Börü, Diriliş Ertuğrul, Söz, Savaşçı, İsimsizler, Nöbet. 2008 yılına kadar askerliği ti’ye alabilen Beynelmilel (2006), Şaban Askerde (1993-1994), Emret Komutanım (2005-2007) gibi de yapımlarla karşılaşabildiğimizi düşünürsek, devletle diziler üzerinden ilişkimiz de, erkeklikle diziler üzerinden olan ilişkimiz gibi sertleşmiş, mizaha ve esnemeye yer kalmamıştır. Ancak bu sertleşme öyle bir raddedir ki, kendi kendisinin parodisi haline gelmesi uzun sürmez: liselerde pardesüleriyle Kurtlar Vadisi’cilik oynayan çocuklar misali elinde kılıçla fetih dizileri izleyenler sosyal medyaya düşer.

 

 

Daralan kültürel iklimin başka türlü dizi evrenlerini tahayyül etmeye yol açtığını ileri sürdük. Peki, bu dizi evrenleri seyirciye yani topluma nasıl geri yansıyor? Kendi varlığı ilişki içerisinde kabul gören, yaşam koşullarını, arzularını, korkularını o ilişki içerisinde yaşayabilen karakterlerden, bir ilişki içerisinde kendi varlığının devamlılığından emin olamayan, varlığını teyit edebilmek için güç kullanmaya gerek duyan, arkasından sürekli bir iş çevrildiğini düşünen karakterlere geçiyoruz. Muhakkak ikinci tür karakterleri izlemek, diyaloğa açık, karşıdakini anlamaya çalışan karakterlerden farklı bir tat bırakır izleyicinin dünyasında. İşte burada Ramazan’ı hatırlarız.

 

 

 

 

 

 

Kapak görseli için buraya.

 

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Mantra Gibi Mantra: Kusura Bakma İş İşten Geçti
Âdet Gören Erkekler Olsaydı…
En Sinir Olduğum Şeydir “En Sinir Olduğum Şeydir Mini Etek Giyip Çekiştirmek” Lafını İşitmek

Pin It on Pinterest