Sadece Türk kadınların değil Kürt, Ermeni, Arap kadınların ve daha nicelerinin parçası olduğu bu çok kimlikli hareketi sadece “Türk” olarak resmetmenin kendisi de bir şiddet.

MEYDAN

Meydan Okuma (Challenge) Kabul Edilmiş Midir?: Türkiye’deki Kadın Cinayetlerine Dair (Küresel) Anlatılarda Silinen Hikayeler

Ronay Bakan ve Seda Saluk‘un Jadaliyya’da yayınlanan 14 Ağustos 2020 tarihli “Challenge Accepted? Systematic Erasures in Femicide Narratives from Turkey” başlıklı bu makale, Selen Güler tarafından çevirilmiştir.

 

 

Geçtiğimiz temmuz ayının son haftasında sosyal medyada iki etiket (hashtag) gündemimizi meşgul etti: #challengeaccepted (meydan okuma kabul edilmiştir) ve #womenempoweringwomen (kadınlar kadınları güçlendiriyor). İlk bakışta neşeli bir akım gibi görünen bu sosyal medya meydan okuması birtakım tartışmaları da beraberinde getirdi. Meydan okumanın nereden çıktığı ve ne manaya geldiği üzerine sorular sorulurken, bazıları bunun bir tür “oturduğu yerden kendini iyi hissetme” eylemi olduğunu söyleyerek eleştirilerini dile getirdi. Siyah beyaz özçekimler (selfie) sosyal medya akışlarımızı natrans, beyaz ve engelli olmayan (non-disabled) imgelerle doldururken, kimileri paylaşılan özçekimlerin kadınların güçlenmesine dair göstermelik bir hareketten öteye geçemediğini ifade etti. Bu meydan okumanın nereden çıktığı tartışılırken Türkiye’den paylaşılan fotoğrafların altında iki tane daha etiket dikkatleri üzerine çekti: #kadıncinayetlerinidurduracağız ve #istanbulsözleşmesiyaşatır. 

 

Bu uluslararası meydan okuma, Türkiye’de bir süredir kayıp olan Pınar Gültekin’in ayrıldığı erkek tarafından canice öldürülmüş olmasının ortaya çıkmasıyla aynı zamana denk geldi. Sosyal medyada dolaşan #kadıncinayetlerinidurduracağız ve #istanbulsözleşmesiyaşatır etiketleri ile Pınar’ın cinayeti arasındaki ilişkiyi fark eden yurtdışı kamuoyu, daha önce pek çok kez ve farklı amaçlar için kullanılan siyah beyaz fotoğraflı meydan okuma eyleminin bu sefer Türkiyeli kadınlar tarafından birbiriyle bağlantılı iki yakıcı meseleye dikkat çekmek için kullanıldığını anladı. Bu meselelerden ilki Türkiye’de oldukça yüksek rakamlara ulaşan kadın cinayetleriydi, ikincisi de AKP hükümetinin imzacısı olduğu ve İstanbul Sözleşmesi adıyla da bilinen Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden çekileceğini duyurmasıydı. 

 

Uluslararası medyada başlarda kendini iyi hissettiren, neşeli bir kampanya olarak lanse edilen bu meydan okuma, daha sonra “Türk feministlerin” “Türk kadın” cinayetlerine dikkat çekmek için gerçekleştirdiği bir kampanya olarak resmedildi. Ancak meselenin politik boyutunu görmezden gelen ve de Türkiye’deki feministleri ve kadınları tek bir “Türklük” potasında eriten bu temsiller, son derece önemli başka bir meselenin de üstünü örtüyordu: Türk devletinin asimilasyoncu politikalarının hem kadına yönelik şiddetle hem de Kürt kadınların etnik kimliklerinin kadın cinayetleri anlatılardan silinmesiyle olan ilişkisi. Türkiye’de işlenen kadın cinayetleriyle ilgili yapılan yerel ve uluslararası tartışmalarda Pınar’ın (ve o dönem öldürülen diğer Kürt kadınların) Kürt kimliğinden hiç bahsedilmedi. Oysa ki, Pınar’ın (ve diğer Kürt kadınların) hikayesinde dile getirilmeyen detaylar, eril şiddet ve devlet şiddeti arasındaki çok katmanlı ilişkinin çarpıcı bir örneği. 

 

Yerel ve küresel kadına karşı şiddet anlatılarını sömürgeci söylemin ötesine taşımak

 

Pınar 27 yaşında, üniversiteden yeni mezun olmuş genç bir kadındı. Beş gündür kayıp olan bedeni 21 Temmuz günü Muğla’da cansız bir şekilde bulundu. Polis tarafından sorguya çekilen 33 yaşındaki Cemal Metin Avcı’nın Pınar’ı öldürdüğünü itiraf etmesiyle cinayet ülke çapında büyük bir infial yarattı. Pınar’ın hikayesi Türkiye’de her geçen gün yenisi işlenen ve cinsel, etnik, dini ya da sınıfsal herhangi bir sınır tanımayan kadın cinayetlerine bir yenisini daha ekledi. Bir bakıma Pınar’ın hikayesi de erkeklerin canice katlettiği diğer kadınların, örneğin Şule’nin, Hande’nin, Münevver’in, Özgecan’ın hikayelerine benziyordu. 

 

Bütün bu tartışmalar esnasında Pınar’ın genç bir Kürt kadın olduğunun dile getirilmemesi ise kadına yönelik şiddetten bahsedilirken benzer bir şiddetin, özellikle de uluslararası medyada, yeniden üretilmesine neden oldu. Pınar’ın hikayesi kamuoyunda yankı uyandırmaya başlayınca ulusal ve uluslararası medya, Pınar’ı diğer kadın cinayeti örneklerinde olduğu gibi ataerkinin kurbanı olmuş genç bir “Türk kadın” olarak tanımladı. Pınar’ın ataerkil sistemin yakıcı bir parçası olan eril şiddetin kurbanı olduğu doğruydu. Ancak Pınar’ın (ve öldürülen diğer Kürt kadınların) hikayesini bütün ayrıntılarıyla ele almamak Türkiye’de hem eril şiddete hem de sömürgeci devlet şiddetine maruz kalan Kürt kadınların yaşadığı çok katmanlı şiddeti görünmez kılıyor. 

 

Pınar Bitlisli Kürt bir kadındı. Ailesi Pınar’ın doğduğu 1993 senesinde Bitlis’ten Türkiye’nin batısına göç etti. O dönem Türk ordusu ve PKK arasındaki çatışmaların en yoğun olduğu yıllardı. Gültekin ailesinin geçmişini bütün detaylarıyla bilmiyoruz ancak 1990’larda devletin PKK’ye destek oldukları iddiasıyla birçok Kürt aileyi yaşadığı bölgeden sürdüğünü ve Türkiye’nin çeşitli bölgelerine yerleşmeye zorladığını biliyoruz. Gültekin ailesi gibi, Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelere yerleşmek zorunda kalan aileler bu zorunlu göçün sonucunda yaşadıkları yoksullaşma ve travmanın yanı sıra çeşitli biçimlerde ayrımcılık, dışlanma ve asimilasyona da maruz kalıyorlardı.     

 

Pınar’ı bir “Türk kadını” olarak resmederek hikayesindeki zorunlu göçe dair ayrıntıları silmek, Pınar’ın direncini ve devlet şiddeti sonucunda maruz kaldığı yoksullaşmanın üstesinden gelmek için izlediği yolları görmemizi engelliyor. Pınar’ın abisi verdiği bir röportajda Pınar’ın okuyup hemşire, doktor, avukat olan “diğer Kürt kızlar” gibi eğitim almaya kararlı olduğunu söylemiş. Pınar başta kendisini okula göndermek istemeyen babasına karşı gelmiş ve kararlılığı sayesinde babasını ikna etmişti. Beş kardeşi olan Pınar, altı kardeş arasında okuma-yazma bilen tek kişi. Pınar’ın hayat tecrübesinin ayrıntılarını silen medya ve kamuoyu, eğitiminin kontrolünü eline alan, hayallerinin peşinden giden ve haklarını çalan devlete karşı çıkan genç bir Kürt kadının direncine de saygısızlık ediyor. 

 

Türkiye’de şiddete uğrayan kadınların hikayelerinden Kürtlüklerinin silinmesi, hem devletin bu şiddetteki suç ortaklığının hem de Kürt kadınların etnik kimliklerinden dolayı ilaveten yaşadıkları mağduriyetin üzerini örtüyor. Kürt kadınlar, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren şiddete uğruyor ve aynı zamanda bu şiddete karşı mücadele ediyorlar. Devletin asimilasyoncu politikalarını gün yüzüne çıkaran ya da bu politikalara karşı gelen bu kadınlar şimdiye kadar fiziksel, cinsel ve yapısal şiddetin farklı çeşitlerine maruz kaldılar: Yaşadıkları yerlerden zorla uzaklaştırıldılar, kaçırıldılar ya da ortadan kaybettirildiler, tecavüze uğradılar, işkence gördüler, devletin koyduğu Kürtçe konuşma yasağı yüzünden kamusal alanlardan sistematik olarak dışlandılar.[1]    

 

Pınar’ın cinayetine yakın bir zamanda işlenen Fatma Altınmakas cinayeti yukarıda saydığımız bu dinamiklere kanıt teşkil ediyor. Fatma Altınmakas, 14 Temmuz 2020’de evli olduğu Kazım Altınmakas tarafından öldürüldü. Fatma, kocasının erkek kardeşi Sinan Altınmakas tarafından cinsel saldırıya uğradığını ihbar etmek için cinayetten iki gün önce Malazgirt Jandarma Merkezi’ne gitmişti. Fatma Kürt bir kadındı ve Türkçe bilmiyordu. Jandarma karakolunda ifade verirken kendisine tercüman atanmadı, kendini ifade etme hakkı devlet yetkilileri tarafından yok sayıldı. Fatma’ya İstanbul Sözleşmesi ve kadına karşı şiddetin önlenmesine dair 6284 sayılı kanunun gerektirdiği gibi geçici koruma da sağlanmadı. Eve, kocasıyla beraber gönderilen Fatma, kocası tarafından iki gün sonra öldürüldü. Yaşadığı şiddeti dile getirmek için ifade vermek isteyen Fatma’nın Kürtlüğünü tanımayan Türk devleti, sömürgeci politikalarını sürdürürken geçici koruma sağlamayarak Fatma’nın cinayetine de bizzat suç ortaklığı yapmış oldu.     

 

Kürt kadınların Türkiye’deki kadına yönelik şiddet tartışmalarından silinmesinin ya da bu tartışmalarda var olma biçimlerinin tarihi oldukça uzun ve karmaşık. Kadına yönelik şiddet, feministler tarafından gerçekleştirilen kampanyalar sonucunda 1980’lerin sonlarında ve özellikle 1990’lı yıllarda önemli bir gündem oluşturmaya başladı. Feminist hareketin bu dönemde açtığı tartışmalara ve eylem stratejilerine dair özellikle Kürt kadın hareketinin yönelttiği eleştirilerden biri, kadına yönelik şiddet tartışmalarının sadece ev içi şiddeti konu etmesi ve Kürt kadınların devlet tarafından maruz bırakıldığı şiddeti konuşmamasıydı. Diğer yandan 2000’li yıllarda ana akım medya tarafından üretilen şiddet anlatılarında Kürtlüğe aşırı bir vurgu vardı. Türk medyası o dönemde kadına yönelik şiddet haberlerinde, katledilen veya hayatta kalan kadınların etnik kimliklerinin altını çizerek bu vakaları “Kürt geleneklerine dayanan” “namus cinayetleri” olarak lanse ediyordu. Başka bir deyişle, medyanın “namus cinayetleri” söyleminin kendisi, devletin Kürtleri “geri kalmış” olarak resmettiği sömürgeci ve ırkçı söylemini yeniden üretiyordu. Bu baskın söylemi tekrarlamak istemeyen kadın örgütleri ve feministler, kadına karşı şiddet anlatılarında Kürtlüğü belirtmekten kaçınmaya başladılar.[2] 

 

Bütün bu tartışmaların da gösterdiği gibi, kadına karşı şiddet meselesi, diğer pek çok yerde olduğu gibi Türkiye’de de yerel ve uluslararası medyada temsil edildiği halinden çok daha karmaşık. Farklı farklı feminizmler var ve bu feminizmler kurulan söylemler üzerine düşünerek, özeleştiri yaparak ve ortak eylem stratejileri geliştirerek kadına yönelik şiddete yönelik mücadeleyi birlikte örmeye çalışıyorlar. Türkiye’deki kadın örgütleri ve feministler, sosyal medya kampanyaları ve sokak eylemleri düzenlemek ya da katledilen kadınların davalarına ve cenazelerine katılmak gibi farklı yöntemlerle kadına yönelik şiddet meselesine dikkat çekmeye çalışıyorlar. Tam da bu nedenle, uluslararası medyanın Türkiye’deki kadına yönelik şiddet vakalarını haberleştirirken meseleyi ve mücadeleyi Türklük potasında eritmek yerine yereldeki bu çeşitliliğe ve de sömürgeci söylem ve pratiklere karşı geliştirilen feminist geleneğe kulak vermesi gerekiyor. İşte ancak o zaman medyanın Türkiye’deki feminist hareketin uzun zamandır mücadele ettiği eril ve sömürgeci şiddeti yeniden üretme riski ortadan kalkar.

 

Kadınların hikayelerini münferitleştirmeden İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak 

 

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun rakamlarına göre, Türkiye’de sadece 2020 yılında 235 kadın tanımadıkları kişiler, eş ya da sevgilileri, veyahut akrabaları tarafından öldürüldü. Her geçen gün artan bu rakam ülkedeki kadın cinayetleri sorununun vahametini gözler önüne seriyor. Bu kadar çok kadının öldürülüyor olması aynı zamanda suçluların cezasız kaldığını gösteriyor. Devlet, katledilen veya hayatta kalan kadınları korumak için adım atmak yerine faillerin tarafını tutuyor. Kadına yönelik şiddet vakalarının çoğunda devlet ve hukuk sistemi kadının verdiği ifadeye inanmıyor, ona yeterli koruma sağlamayı reddediyor ve/veya failin cezasında indirime gidiyor. 

 

İstanbul Sözleşmesi, kadın cinayetlerinde hukuk sistemi tarafından uygulanmayan cezaların önüne geçmeye çalışan düzenlemelerden biri. Sözleşme, Avrupa Konseyi tarafından ev içi şiddet ve kadına karşı şiddeti konu edinen bir insan hakları anlaşması. 2011 yılında İstanbul’da imzaya açılan sözleşmeyi ilk imzalayan ve onaylayan ülke Türkiye’ydi. İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan ülkeler, kadınları savunmasız kılan çok katmanlı ırksal, etnik, cinsel ve dini farklılıkları göz önüne alarak kadınları ev içi şiddete karşı korumakla yükümlü. Türk hükümeti, İstanbul Sözleşmesi’nin Türk aile değerlerine ters düştüğü gerekçesiyle sözleşmeden ayrılmaya çalışıyor. Hükümetin sözleşmede bulunan ve aile yapısını tehdit ettiğini iddia ettiği gerekçelerden biri, sözleşmenin cinsiyeti toplum tarafından kadınlara ve erkeklere dayatılan roller ve davranışlarla inşa edilen bir kategori olarak tanımlaması. İkincisi ise cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin sözleşme uygulanırken dikkate alınması gerektiğinin sözleşmede altının çizilmesi.

 

Türk hükümetinin sözleşmeye yönelik bu saldırısı, Türkiye’de yaşayan pek çok kadın ve dezavantajlı grup için endişe verici sonuçlara yol açma riskine sahip. Kadınların, kadın olmaya ek olarak etnik kimliklerinden dolayı da maruz kaldıkları şiddeti göz ardı edemeyiz. Türkiye’deki kadın örgütleri ve feministler, özellikle de Kürt kadın hareketi bileşenleri, kadınların hem ana akım medyada hem de feminist mücadele sırasında silinen ya da sessizleştirilen hikayelerine uzun zamandır dikkat çekmeye çalışırken bir yandan da bu durumla mücadele etmek için stratejiler geliştiriyor. Son dönemde uluslararası medyada “Türk kadınlar” veya “Türk feministler” gibi sözcükler çokça yer alırken Türkiye’deki feminist hareketi sömürgeci söylem ve pratiğin ötesine taşımak için uzun zamandır verilen bu mücadeleyi hem kendimize hem de uluslararası kamuoyuna tekrar hatırlatmakta fayda var. 

 

Sadece Türk kadınların değil Kürt, Ermeni, Arap kadınların ve daha nicelerinin parçası olduğu bu çok kimlikli hareketi sadece “Türk” olarak resmetmenin kendisi de bir şiddet. Bu yüzden “Türkiye’den/Türkiyeli kadınlar ve feministler” gibi kavramlar kullanarak hareketin içindeki çoğulluğu vurgulamalıyız. Bu çoğulluk, özellikle hareketin Türk olmayan üyeleri tarafından uzun yıllar süren mücadelelerle inşa edildi. Ulus devletlerin ve milliyetçi ideolojilerin dikte ettiği terminolojileri kullanmayı reddetmek, kadınların etnik kimlik, sınıf, din ve vatandaşlıkları nedeniyle yaşadığı farklı deneyimlerinin görünür kılınması açısından önemli bir adım. 

 

Yerelde oluşturduğumuz direnişlerin uluslararası medyada yankı bulmasına ve ana akımlaşmasına sevinirken bir yandan da Türkiye’de feminizmin sömürgeci pratiklerden arınmasının tarihçesini dile getirmek ve anlatılan hikayelerde silinenlere veya sessizleştirilenlere dikkat çekmek için sorumluluk hissetmeliyiz. Türkiyeli kadınların ve feminist grupların kadın cinayetlerine ve İstanbul Sözleşmesi’ne dikkat çekmek için yaptığı eylemlerle eş zamanlı olarak ortaya çıkan bir sosyal medya kampanyasının bir tür “oturduğu yerden kendini iyi hissetme” eylemi, neşeli bir sosyal medya kampanyası olarak lanse edilerek politik niteliğinin yok edilmesine, böylece kampanyanın ortaya çıktığı sosyo-politik bağlamdan koparılmasına karşı çıkmalıyız.

 

Kadınların uğradığı cinsiyet temelli ve etnik kimlik temelli şiddetin çok katmanlı yapısının silinmesine ve beyazlaştırılmasına (whitewashing) karşı çıkarken Türk devletinin bu şiddetteki suç ortaklığına da karşı gelmeliyiz. O nedenle burada asıl sormamız gereken soru, siyah beyaza indirgenemeyecek çok katmanlı bir hikaye anlatmaya dair olan meydan okumayı ne zaman kabul edecek olduğumuz.

 

Teşekkür notu: Makalenin önceki versiyonuna yaptıkları yorumlar için Ruken Işık, Songül Tuncalı, ve Öykü Tümer’e teşekkür ediyoruz.

 

Görsel notu: AKP hükümetinin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı, Kürtçe “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” yazan pankartla tepkisini gösteren kadınlar, 5 Ağustos 2020. Fotoğraf @feminamfi Instagram hesabından.

 

Kaynaklar

 

[1] Konunun tarihiyle ilgili daha ayrıntılı belgeler ve analiz için: Eren Keskin ve Leman Yurtsever, Hepsi Gerçek: Devlet Kaynaklı Şiddet (İstanbul: Punto, 2006).

 

[2] “Namus cinayeti” anlatılarında sömürgeci söylemlerin ırksal ve etnik farklılıkları nasıl işlediğini açıklayan daha kapsamlı bir analiz için: Dicle Koğacıoğlu, “The Tradition Effect: Framing Honor Crimes in Turkey,” differences: A Journal of Feminist Cultural Studies 15, no.2 (2004): 118–151; Dicle Koğacıoğlu, “Gelenek Söylemleri ve İktidarın Doğallaşması: Namus Cinayetleri Örneği,” Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, Sayı 9 (Haziran 2009): 92-117; ve Nükhet Sirman, “Kürtlerle Dans,” Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, Sayı 2 (Şubat 2007): 119-125.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Kadın-Erkek İşlerinde Görelilik Teorisi
Queer Olympix 2019: Sahalarda Buluşalım!
Hepimiz aynı Gezi’de miydik? Hayvan özgürlüğü mücadelesine bir bakış

Pin It on Pinterest