AİHM'in, tarihinde ilk defa ev içi şiddete uğrayan tarafın kadın olması sebebiyle ayrımcılığa uğradığı gerekçesiyle bir devleti mahkûm ettiği 'Nahide Opuz davası'nı ve İstanbul Sözleşmesi'ne giden bu süreci, davada Nahide Akgün Opuz'un avukatı olan HDP Siirt Milletvekili Meral Danış Beştaş ile konuştuk.

MEYDAN

Meral Danış Beştaş: “Yapabileceğimiz çok iş var, neticede biz bu ülkenin yarısıyız”

Editörlüğünü Tuğçe Yılmaz‘ın yaptığı 5Harfliler İstanbul Sözleşmesi Dosyası kadına yönelik şiddetle mücadelede İstanbul Sözleşmesi’nin önemini ve sözleşmeden çekilme tartışmalarının kadınlar için anlamını araştırmakta, yazı ve röportajlarla konunun uzmanı feministlere ses ve kulak vermektedir. 

 

 

Kolluk kuvvetlerinin, 60 kez şikayette bulunmasına rağmen Sevtap Şahin’in bütün şikayetlerini yok sayarak katledilmesine göz yumması, Fatma Altınmakas’ın Kürtçe bilen memur olmadığı gerekçesiyle şikayetini “ulaştıramamış” olması gibi örneklerin de olduğu son bir ayda onlarca kadın cinayeti işlenirken, Sözleşme’den çekilme tartışması devam ediyor.

 

Nahide Akgün, kocasının defalarca kendisine ve ailesinin diğer üyelerine şiddet uyguladığı gerekçesiyle şikayette bulunan ve korunmayan kadınlardan biriydi. Bu şiddet sonucunda annesi gözlerinin önünde katledildi. Diyarbakır’da yaşayan Akgün, Kasım 1995’te evlendiği Hüseyin Opuz’dan şiddet gördüğü gerekçesiyle boşanmak istedi. Akgün, evlendikten sonraki üç yıl boyunca annesiyle birlikte Hüseyin Opuz’un bıçaklı saldırı ve araçla ezme girişimi dahil pek çok şiddet eylemine maruz kaldı. Hakkında dava açılan Hüseyin Opuz, “delil yetersizliği” gerekçesiyle serbest bırakıldı. Araçla ezme girişimiyle ilgili üç ay hapse mahkûm edilen şiddet faili Hüseyin Opuz’un cezası, sonrasında paraya çevrildi.

 

11 Mart 2002’de Nahide Akgün’ün annesi Minteha Beybur, ailenin İzmir’e yerleşme sürecinde nakliye aracının önünü kesen Hüseyin Opuz tarafından silahla katledildi. Hüseyin Opuz aleyhine 13 Mart 2002 tarihinde kamu davası açıldı. Annesi Minteha Beybur’un öldürülmesinden sonra Akgün açtığı davayla boşandı ancak mesele burada bitmedi. Nahide Akgün, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşıdı. Türkiye, Nahide Opuz (Akgün) davası nedeniyle AİHM tarafından cezalandırıldı. AİHM, tarihinde ilk defa, ev içi şiddette bir tarafın kadın olduğu için ayrımcılığa uğradığı gerekçesiyle bir devleti mahkûm etti.

 

Akgün’ün o dönemki avukatlarından Halkların Demokratik Partisi (HDP) Siirt Milletvekili Meral Danış Beştaş ile dava sürecini, Nahide Akgün’ün yaşadıklarını ve maruz kaldıkları baskıyı konuştuk.

 

Nahide Opuz (Akgün) Davası’na nasıl dahil oldunuz?

Biz sürece dava Yerel Mahkeme devam ederken dahil olduk. Ben o dönem Diyarbakır Barosu Kadın Hakları Danışma ve Uygulama Merkezi başkanıydım. Şiddete maruz kalan pek çok kadın zaten geliyordu merkeze. Bir gün Minteha Beybur isimli bir kadın geldi, bir anne. Kızının yoğun bakımda olduğunu, eşinden ağır şiddet gördüğünü söyledi. Failin tehditlerine devam ettiğine, tutuklanmadığına dair bir süreç anlattı. Bunun üzerine eşim Mesut Beştaş ile avukat olarak bu sürece dahil olduk. Nahide’nin vekaletini aldık. Öncesinde zaten çok fazla şikâyet başvurusu vardı; ardından takipsizlikler, serbest bırakmalar… Boşanma davası açtık. Yerelde iç hukuk yollarını tüketmek açısından yoğun girişimlerimiz oldu. Bir feminist aktivist olarak bu davalara aşina olduğum için, iç hukuk yollarındaki faile yönelik hoşgörü ve cezasızlık bizi şaşırtmadı. Davayı üstlendikten kısa süre sonra Nahide’nin annesi Minteha Beybur katledildi. Biz de tüm bu gelişmeler sonucunda davayı Nahide’nin de isteği ile AİHM’e taşıdık.

 

Nahide AİHM süreciyle ilgili ne düşünüyordu?

Nahide’nin çok da iyimser bir ruh halinde olduğunu söyleyemem. Neticede defalarca şiddete uğramış, tehdit edilmiş, yoğun bakımda yatmış, arabayla ezilme tehlikesi geçirmiş, bıçaklanmış, kısacası her türlü şiddete maruz bırakılmış bir kadından bahsediyoruz. Aynı zamanda kendisini şikâyetinden vazgeçmeye zorlayan bir koca, toplum ve düşünmesi gereken çocukları vardı. Ancak kendisi için de bıçak kemiğe çoktan dayanmıştı ve annesinin ölümü haliyle onda büyük bir travma yarattı. Kendisine süreci anlattık, “AİHM’e başvuru yapacağız,” dedik. Umutsuz değildi, sonuna kadar gitmek konusunda çok kararlıydı.

 

Avukatları olarak siz bu süreçte nelerle karşılaştınız? Emsal bir karar çünkü bu.

Minteha Beybur öldürüldükten sonra Hüseyin Opuz tutuklandı, bir süre sonra serbest kaldığında ise tehdit aldık; ancak açıkçası çok da önemsemedik. Avukat olarak davayı yürütme noktasında üzerimizde somut bir baskı yoktu ama ataerkil toplum yapısının davaya bakışı tabii ki belliydi. Buna karşı mücadele anlayışıyla yürütüldü süreç. Bugün olduğum gibi o zaman da hak savunucusuydum ve dediğim gibi bu davalara aşinaydım. Ayrıca eşim Mesut Beştaş’ın da kadın hakları konusunda yoğun çalışmaları vardı, bunu ilk kez söylüyorum. Haliyle, AİHM sürecinde bildiğimizle yetinmedik; kadın merkezimizin yaptığı bazı çalışmaları kaynak edindik. Yine Uluslararası Af Örgütü’nün istatistikleri, Türkiye’den benzer davaların sonuçları ve yargı süreçleri ile, sosyolojik altyapıyı göz önünde bulundurarak devletlerin de davalara yaklaşımları gibi verilerle hazırlandık davaya. Avrupa’dan kadın örgütleri ile dayanıştık. Dava neredeyse 10 yıl sürdü ve biz hiç vazgeçmedik. Bunun sonucunda aile içi şiddet sebebiyle “ayrımcılık” kararı verilen ilk içtihat oldu. Bu ayrımcılık ibaresi çok önemli, çünkü bir kadının “kadın” olduğu için ayrımcılığa uğradığı kabul edildi.

 

 

Bu karar Nahide’yi nasıl etkiledi?

Kararla beraber çok mutlu oldu ancak mutluluğu çok uzun sürmedi. İsminin çok gündeme gelmesi onu tedirgin etti, çocukları ile bilinmeyen bir adrese taşındı, yakın koruma verildi ancak sonra geri çekildi. Kardeşi için endişe ediyor, basından kimse ile görüşmüyor, “Benim yerime siz konuşabilirsiniz,” diyordu. Nihayetinde yaşadığı bir travma, özellikle annesinin katledilmesi. Tekrar hatırlatmak da adil değil. Destek, profesyonel yardım ve terapiyi de kabul etmedi. Türkiye basınında geniş bir yankı buldu davası. Aile Bakanı ve Başbakan düzeyinde açıklamalar oldu. “Türkiye’yi şikâyet ediyorsunuz,” dediler. Ancak tüm bunlara rağmen, Nahide bu kararla beraber biraz huzur buldu.

 

Sizi bir kadın, bir feminist avukat olarak bu davada özellikle etkileyen bir şey oldu mu?

Kızı yoğun bakımda olan bir annenin, torunlarına bakma isteğiyle yanıp tutuşan bir kadının bize gelmesi beni başlı başına etkilemişti zaten. Annesi çok cesurdu Nahide’nin ve tek isteği kızını korumaktı. Bize bununla geldi, kendisi de şiddet görüyordu ve “Artık Nahide kabul etse de ben etmiyorum,” dedi. Açıkçası Minteha Beybur’un öldürülmesi ve benim bunu bir gazetede okumam, onun cansız bedenini görmem bu süreçte beni en çok etkileyen şey oldu. Hâlâ Söz Gazetesi’ndeki o haber hafızamda tazeliğini korur. O kadının böyle bir davaya önayak olması, başvuru yapması çok önemliydi. Bence bütün kadınlar için öyle. Nahide ile birlikte annesinin de adı anılmalı. Kadın hakları savunucularının aslında her davada çok canı yanar ama bu dava özellikle bu noktada beni etkilemişti. Nahide’nin de arada kararsızlık yaşamasına rağmen direnmekten vazgeçmemesi ve 36 kez şikâyet etmesi oldukça etkileyiciydi.

 

O zamanki süreç ile bugün İstanbul Sözleşmesi çerçevesinde örülen süreç arasında bir karşılaştırma yapabilir misiniz?

Kadınlar için hiçbir dönemin kolay olduğunu söyleyemem maalesef. Ancak o dönem AKP iktidarı kadına şiddet konusunu kendi politikaları için araçsallaştırdı. Opuz Davası’nda çıkan karar İstanbul Sözleşmesi’nin iskeletini oluşturdu. Tabii ki öncesinde kadınların çok büyük bir direnişi var. Ancak kararda belirtilen, kadın olması gerekçesiyle “ayrımcılığa uğradığı” sonucu sözleşmenin temelini attı. Bu yüzden iskelet diyoruz. O zamanlar iktidar kadınlar üzerinden rant sağlamaya çalışıyordu. Ne denli samimiyetsiz olduklarını ise bugün görüyoruz. O zaman da hiçbir şey kolay değildi; ama kadına şiddet vakaları git gide daha görünür oldu ve bu durum AKP iktidarı döneminde arttı, hiç azalmadı. Faile hoşgörü ve cezasızlık arttı, şiddetin şekli değişti, kapsam genişledi, kadınların alanları gittikçe daraltıldı. Cinsiyetçi beyanlar bizim davamız döneminde dillendirilemediği kadar özgürce dillendiriliyor şimdi. Cesaret diye nitelendirmek doğru olursa, hükümet daha “cesur” konuşur oldu ihlaller konusunda. Hâlâ Fatma Altınmakaslar, Pınar Gültekinler öldürülürken İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmekten bahsedilebiliyor örneğin. Bu da iktidarın güçlendikçe her şeyi, özellikle kadın politikalarını nasıl gözden çıkarabildiğini gözler önüne seriyor.

 

 

Sözleşmeden çıkılması sizce nasıl sonuçlar doğuracak?

Öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor: Biz kadınlar buna asla izin vermeyeceğiz. Sözleşme’den çıkmak demek kadınların ölümüne, şiddet görmesine, ayrımcılığa uğramasına, işkence görmesine, yaşam hakkının hiçbir şekilde tanınmamasına en üst düzeyde onay vermek anlamına gelecek. Kuramsal olarak söylüyorum bunu. Aslında Sözleşme olmasa bile anayasa devletin bu konudaki sorumluluğunu düzenler. Ama Sözleşme’de toplumsal cinsiyet eğitiminden, şiddetin türlerine dek kadınlara yönelik şiddetin nasıl önleneceğinin bütün ayrıntıları yazıyor.

 

Sözleşme’den çıkmak, “ben bu hükümleri uygulamayacağım” demeye geliyor. Ben bunu bir nabız yoklama olarak görüyorum. Ve şunu da söylemem gerekir ki, ben bu topraklardaki kadın hareketinin bir parçası olmaktan gurur duyuyorum, oldukça dinamik bir hareket mevcut ülkede. Toplumun en dinamik kitlesi kadın hareketi ve bugün herkes İstanbul Sözleşmesi’ni konuşuyorsa bu kadın hareketinin başarısıdır. Sözleşme’den çekilme ihtimalini düşünmek bile istemiyorum. Gerçekleşmesine de dediğim gibi asla izin vermeyeceğiz.

 

Sizin kadınlara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Ben iktidara oy veren ve onlarla siyaset yapan kadınlara seslenmek istiyorum esasen. Kadını tanımayan bir partiden bahsediyoruz. Kadını birey ve insan olarak kabul etmiyorlar. Kadınlar içeride, parti içinde ses çıkarmalı. İçeriden bir duruş gösterilmeli. Ben bu çağrıyı HDP Milletvekili olarak değil, bir kadın olarak yapıyorum. Eğer Erdoğan “sembolik olarak bir-iki kadın gelsin” diyorsa o partide kadının adı yoktur. Bu konuya siyasi görüş dışında yaklaşmak gerekiyor. HDP’de son dönemlerde yaşanan olaylarda hemen ilkesel bir tepki verdik, ancak tüm eşitlikçi politikalarımıza rağmen bizim partimizde bile bu tür vakalar kendine yer bulabiliyorsa bu demektir ki ataerki çok etkili ve biz kadınlar hep beraber buna karşı direnmeliyiz. Biz içeride de dışarıda da buna karşı mücadele edeceğiz derken asla yılgınlık hissetmiyoruz. Bu mücadelede asgari paydamız kadın olmak olmalı. Yapabileceğimiz çok iş var bu paydada, neticede biz bu ülkenin yarısıyız. Herkes için özgür, eşit ve adil bir yaşam için el ele verirsek önümüzde hiçbir güç duramaz diye düşünüyorum.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ENGLISH

YMP Meral Danış Beştaş: “There is a lot of work we can do, and we, after all, are the half of this country”
MP Meral Danış Beştaş: “There is a lot of work we can do, and we, after all, are the half of this country”

We spoke with Meral Danış Beştaş, member of Parliament from the Peoples’ Democratic Party (HDP), one of the lawyers in the Opuz Case, in which the European Court of Human Rights (ECHR) held a state accountable for discrimination caused by gender-based domestic violence for the first time. Beştaş explains how the Opuz Case was foundational for the Istanbul Convention.

Bir de bunlar var

Lambdaistanbul’dan Gecikmeli Operasyon: Yolsuzluk Partisi
Mahremiyetin Muğlak Sınırları ve “Ataerkil Pazarlık”
Gazsız Direnenler

Pin It on Pinterest