Feminist dostluklar neden çatırdar?

MEYDAN

Feminist Dostluk: Bahçedeki Çatırtılara Kulak Vermek

Feminizm denince aklınıza ne geliyor? Beni umutla, enerjiyle dolduran bir kelime bu. Bizi eksilten şeylere tutunmamanın sessiz sedasız yollarının yanı sıra yüksek sesle reddetme ve başkaldırma eylemlerini akla getiriyor. Daha katlanılabilir dünyalar için verilen mücadelede karşı koymuş, karşılık vermiş, hayatlarını, yuvalarını, ilişkilerini tehlikeye atmış kadınları akla getiriyor. Yazılmış, lime lime oluncaya kadar okunmuş, yıpranmış kitapları; bir şeyi, bir hissi, bir haksızlık duygusunu kelimelere döken kitapları; bize kelimeleri vererek devam etme gücünü de vermiş olan kitapları akla getiriyor. Feminizm birbirimizi nasıl bulduğumuzdur. Tek bir kelimede bunca tarih; onun yükü de az değildir. (Sara Ahmed – Feminist Bir Yaşam Sürmek Sf.1)

 

Peki feminist dostluk, ya da kadın dostluğu denince aklınıza ne geliyor?

 

Benim için ifade ettiği şeyi geniş bir bahçeye varmak diye özetleyebilirim. Varılan bir yer olarak tahayyül ediyorum çünkü içine doğduğumuz toplumsal düzen bize bunu nasıl kuracağımızı kendiliğinden öğretmiyor, aksine sürekli kendimizi ekrandaki ve yanımızdaki kadınlarla kıyaslamamız gerektiğini çünkü rekabet halinde olduğumuzu düşünmeye itiyor. Günden güne ve sürekli değişen güzellik ölçütlerine uymak için bazılarımız genetik mirasımızın asla elvermediği biçimlere bürünmenin beyhude çabasıyla bir ömür geçiriyoruz. Ortada her an ölçülüp biçilen, birbiriyle çarpıştırılan, yer yer taşıyıcısına düşman edilen bunca beden olduğundan bahsediyoruz. Buna eklemlenen bir de “kadın kadının kurdudur” tarzı mitler var. Bunlara bakınca yaşadığımız toplumun kadın dostluğunu destekleyecek çok da bir sebebi olmadığını görmek marifet sayılmaz. Varmak diyorum çünkü Sara Ahmed, son kitabı Feminist Bir Yaşam Sürmek’te feminizm ev ödevidir diyor:

“Feminizm ödevse, bu kendi kendine verilmiş bir ödevdir. Ev ödeviyle, güvende veya emniyette hissetmek anlamında feminizm ile hepimizin kendimizi evde hissettiğini ileri sürmüyorum. Bazılarımız burada bir yuva bulabilir, bazılarımız bulamayabilir (..). Daha ziyade feminizmin ev ödevi olduğunu söylüyorum çünkü bir dünyada kendimizi evimizde hissetmiyor olmamızdan çıkarmamız gereken çok şey var. “(Sf. 20)

 

Ve geniş bir bahçe diyorum çünkü bu geniş bahçede pek çok şey birarada barınabilir. Betonun baskılayıcı formundan gökyüzüne ulaşan ağaç dallarına geçiş. Bol kornalı trafik çaresizliğinden şırıl şırıl akan ve aktığı toprakları besleyen küçük dereye geçiş. Yanından çaresizlikle ve ürpertiyle yürüyüp geçtiğin ölü bedenlerden, her hastalığın ismini ve tedavisini bildiğin ve bahçedeki her canlıya ayrı uyguladığın bir bilgiye geçiş. Maddenin kötüye kullanımından akşamüstleri içilen keyif şaraplarına geçiş: benim “sonsuza kadar mutlu yaşamışlar”ım.

 

Fakat bu yazıda bahçenin kendisinden ziyade, bahçede zaman zaman duyduğumuz ve kulağımızı kapattığımız, üzerine düşünmediğimiz çatırtıları konuşalım istiyorum. (Tabii ki kaynak son derece öznel arkadaşlık deneyimlerim ve şu sıralar okuduğum ve beni feminizm hakkında çokça düşündüren Feminist Bir Yaşam Sürmek kitabı. Okumaya başladığımdan beri kitapla sohbet ediyorum adeta.)

 

Evet, feminist dostluklar neden çatırdar? Sizin böyle deneyimleriniz var mı? Anlattıklarımı kendinize yakın bulacak mısınız? Yoksa oldukça bayat ve fazlasıyla bireysel bir şey mi anlatıyorum?

 

Kendimle hızlıca beyin fırtınası yapınca feminist dostlukların hangi durumlarda çatırdayabildiğine şöyle nedenler sıralıyorum:

 

arkadaşlar birbirlerine kaldıramayacakları kadar fazla misyon yüklediğinde: Evet, feminist bilinç her daim ihtiyacımız olan dostluğu vaadediyor olabilir. Feminist bir arkadaş bizi toplumun ahlaki ölçüleriyle yargılamaz, öznel deneyimlerimizi dinler ve olduğu gibi kabul eder, eşitsiz bir ilişkide olduğumuzda ya da gündelik hayatta bir haksızlığa uğradığımızda bizi duruma uyandırabilir, erkek arkadaşımızla buluştuğumuzda ailemize birlikte olduğumuz yalanını söyleyebilir ve daha nice irili ufaklı destekler.. Fakat bu durum bazen yanımızdaki arkadaşımıza kaldırabileceğinden fazla misyon yüklememiz tehlikesini barındırabiliyor olabilir mi? Onun insani ihtiyaçları (kendi meşguliyetleriyle ilgilenmek, özel alanında yalnız kalmak, ilişkisine kafa yormak, akademik kariyeriyle ilgilenmek, insani zaafları, güçsüzlükleri, depresif ve kötü günleri, ekonomik sıkıntıları, sadece yorgun bir gün geçiriyor olmak…gibi, tıpkı bizimkiler gibi) bu misyonun altında acımasızca görmezden gelinmeye başlanabilir.

 

“Fazla” misyon derken neyi kastediyorum: mesela her üzgün olduğumuzda yanımızda hazır bulunması, partnerimizle ayrıldığımızda filmlerde olduğu gibi bi şişe şarap ya da iki kahve kapıp hoop şehrin öteki ucundan yanımızda belirivermesi, ihtiyaçlarımızı biz konuşmadan anlaması, koşulsuz sevgi ve affedicilik hâlinde olması, bizi her an, her halimizle ve bütün hatalarımızla –hatta ayıplarımızla- kabul etmesi, talep etmeden vermesi, vericilik, şefkat ve anaçlık asli göreviymiş ve sanki sonsuz, tükenmez bir ruhsal kaynağı varmış gibi davranması, flört şiddetine uğradığımızda destek olması, fakat biz bu ilişkiye geri dönersek ve içinde kalmakta ısrar edersek partnerimize karşı eskisi gibi nezaketli davranmaya devam etmesi, partnerimiz onunla görüşmemizi hoş karşılamazsa olgunlukla uzaklaşması ya da çat kapı geri döndüğümüzde ve tekrar hayatına dahil olmak ve destek almaya devam etmek istediğimizde hayatının başka türlü meşguliyetlere aktığı, kendisini başka yerlerden kurmaya çalıştığı bir döneme denk geldiysek hırçınlaşmamızı, karşı tarafı bencillikle, “değişmiş olmakla” suçlamamızı yine olgunlukla karşılayıp bizi dinlemeye devam etmesi.

 

Bu beklentiler biraz acımasızca değil mi?

 

“Pek çok haksızlık, kendisinin yanlış türden –yanlış türden kadın veya yanlış türden feminist olsun- olduğunu düşünenler tarafından yapılabilir ve yapılmaktadır. Adalet için mücadele ederken bizim adil olacağımızın bir garantisi yoktur. Duraksamalı, eğilimlerimizin kuvvetini kuşkuyla yaklaşarak ayarlamalı, emin olduğumuzda veya hatta emin olduğumuzdan dolayı tereddüt etmeliyiz. Aşırı güvenle ilerleyen feminist bir hareket bize çoktan çok fazla şeye maloldu bile.” (S.19)

 

Zamanın birinde bizlerden hayâli bir anakucağı yaratıldığını düşünüyorum. Bu olmamız gereken şeyin içine doğuyor gibiyiz. Ama artık bunu açıkça tartışabilir ve reddedebiliriz. Bu misyon, kadınların birbirlerine karşı yer yer daha az hata payı bırakmalarına, hatta belirli anlaşmazlık ya da çatışma durumlarında birbirlerine karşı erkeklere olduklarından daha çok zalimleşmelerine neden oluyor olabilir mi? (Bunun akademi hâli için de yine 5harfliler’de şöyle bir yazı yayınlanmıştı.) Bu durum özellikle mevzubahis “feminist dostluk”sa, ilişkiyi arşa çıkarıp arştan düşürdüğü için, arkadaşın son derece sert çarpma etkisi yaratarak sonlanmasına neden olabilir.

 

-arkadaşlardan biri diğerinin sesini duymadığında: Bu gerçekten bazen olur. Karşımızdaki kişi bas bas ihtiyacını bağırmaktadır fakat duyamayız. Bu da oldukça insani bir durum. Eğer çok uzun sürdüyse (kıllanmak için makul süreyi arkadaşlığın dinamiği belirler), oturulup konuşulmazsa sessiz ve derinden fıtı fıtı uzaklaşılır ve ne olduğu bile anlaşılmaz.

 

-arkadaşlar birbirlerinin arkalarından konuştuğunda: Bunu bazen çok yakın arkadaşlar birbirlerine yapabiliyorlar. Geri dönüşü zor arkadaşlık günahlarından biri. Arkadan konuşmuyormuş gibi ufak stratejilerle yapıldığında da hâlâ arkadan konuşmaktır. Bu hem kendisine anlattığınız kişiyi arkadaşınıza karşı yersiz bileyebilir, hem kişi orada olmadığı için kendisini savunamaz ve havaya hikâyenin tek taraflı anlatısı maganda kurşunu gibi fırlamış olur. Yapmayalım. Derdimizi muhatabıyla konuşalım.

 

-gerçek kıskançlık krizleri: Evet, kadınlar ve feministler birbirlerini kıskanabilirler. Tıpkı her insanda olduğu gibi bizde de kıskançlık duyguları var. Ben, bu kıskançlık duygularının çoğunlukla eski deneyimlerimize dayandığını düşünüyorum. Hayatının bir noktasında kendisi tarafından önceliği olarak benimsenmek ihtiyacında olduğumuz biri arka plana atıldığımızı hissettirdiyse bize bunu anımsatan en ufak durumda abartılı bir karın ağrısı çekmeye başlayabiliriz. Bu durumda suçu her zaman dış dünyaya atmak tehlikeli ve bizi kurban psikolojisine yönlendirmeye çok meyilli bir tavır oluyor. Üstelik kıskançlığı geldiği an farkedip kabullenmez ve bunun sebeplerini kendimizle konuşmayı ne kadar geciktirirsek, patlamamız bir o kadar yersiz ve zamansız oluyor. Durumu kendimizle konuşup halledebilirsek, duygumuzun normal olduğunu kabullenir ve ne tavır almak istediğimize karar verebiliriz. Aldığımız tavır gerçekten kıskanç bir insan olmayı mı seçeceğimize, yoksa herkes gibi arada bir kıskanabilen, ama bu durumla kendisine ve etrafına zarar vermeden başedebilen biri mi olacağımıza yön verir. Yani kıskançlık durumlarında çok büyük oranda muhatap: kendimiziz.

 

-arkadaşlardan biri diğerini sürekli misafir gibi hissettirdiğinde: Herkesin en az böyle bir arkadaşı olmuştur. Bu arkadaşınız her zaman sizi ve diğer herkesi sizden daha iyi gözlemlediğine inanmaktadır. Ortak arkadaşlarınızın sizi daha çok gördüğü günlerde muhakkak trip atar, yeni sevgilinize “arkadaşımı üzersen bacaklarını kırarım” mesajı verir (bunu gerçekten marifet gibi anlatır ama aslında seni misafir ve kırılabilir bir konuma düşürdüğü, ilişkilerin bazı sınırları olduğunu ve bu sınırların 2 kişilik olduğu gerçeği ile asla yüzleşmez.) İlişkilerinizin değişen dinamiklerine sizden daha hakimdir. On gün önce size birini dünyanın en kötü insanı gibi anlatıp kişi hakkındaki düşüncelerinize gerekirse politik anlamda sızarken, on gün sonra bir bakmışsınız, adamla el ense. Bu sadece romantik ilişkilerle ilgili böyle olmak zorunda değil, bilakis ilişkilere dair genel bir tutumdur. O şarkıyı en çok o sever çünkü daha büyük anısı vardır. O arkadaşınızla en özel ilişkiyi o kurmuştur ve bunu aşamazsınız. Biri önceden onun arkadaşıysa, onunla yakınlaşamazsınız. Tripleri hep şakayla karışık olduğu için rahatsızlığınızı hissettiremezsiniz. “Sevgi ihtiyacı” diyerek alttan almaya çalışırsınız. En çok onun tavsiyesi alınacak, onun tarifleri uygulanacaktır. Yoksa yoktan arızalar çıkarabilir. Her şeyi rekabet gibi görür. Maruz kalanların dışında farkedilmeyen davranışlar olduğu teninizde duyumsadığınız haksızlık hissine isim vermeniz zordur. İsim verdikten sonra yine açıkça konuşmayı deneyebilir, hâlimiz yoksa kibarca uzaklaşma hakkımızı saklı tutabiliriz. Yoksa bu da yine kötü patlar. Hem de karşımızdaki birey usta manipülatör olduğu için bizim totomuzda patlaması kuvvetle muhtemel.

 

-arkadaşlardan birinin alfalık yatkınlıklarının olması: Burada bahsi geçen arkadaş bilgi birikimi, yaş, statü ya da hayat deneyimi açısından sizden biraz daha yukarda olabilir. Anlattığınız her şeyle ilgili akıl verici üslupla konuşuyor, kendi deneyimini, gerçekliğini ve doğrularını dayatıyor, hatta bunu yaparken bas bas bağırsanız da sesinizin çıkmasını-duyulmasını kendi gür sesiyle engelliyor olabilir. Bunu “iyiliğiniz için” yapıyor olabilir. Babanızın ya da erkek kardeşinizin hissettirdiğine benzer bu tutum, saf bir güç ilişkisi kurulduğu anlamına mı geliyor peki? İhtiyacınız varken sizi dinledi, kafanızı açtı, yeni vizyonlar sundu, güçlendirdi, fakat şimdi her şey kendi istediği gibi mi olsun istiyor? Tavsiye isteyen ve akıl alan pozisyonun dışında olmanıza müsaade etmeyen bir ilişki mi bu? Evetse, ve bu ilişkide mazlum rolünde kalmaya devam ediyorsanız arızada sizin de payınız az değil. Kuzu postunu çıkarıp açık iletişim kurmanın yollarını arayın. Yoksa içten içe birbirinize bilenmeniz işten değil.

 

-açık iletişim kurmamak: Ah! Her şeyin dönüp dolaşıp dayandığı nokta, bütün sorunlarımızın başlangıcı ve özeti. Birkaç sene önce okuduğum fakat şimdi bulamadığım bir metin, kadın dostluklarının ikili toplumsal cinsiyet rolleriyle inşa edilmiş sosyal alanda alınan (verilen, kabul edilen, fark edilip yıkıl(a)mayan) pozisyonlar üzerinden ne şekillerde yaralandığını sorgulayan enfes bir tartışmayı barındırıyordu. Kabaca şöyle: erkek çocuklarına biçilen ve takınıldığında normal karşılanan sert ve agresif tutumlar, kız çocuklarına biçilen yumuşak ve şefkatli tutumlar bu çocukları büyüdüklerinde belli duygulardan azade farzedilen yetişkinler hâline getiriyordu metne göre. Erkekler öfkelerinden utanmadıkları için öfkelendiklerinde patır kütür kavga edip yollarına devam ederlerken, kadınlar masaya en fazla göz devirmelerini yahut öldürücü bakışlarını bırakıyorlardı. Çünkü kadınlara biçilen rol öfkeli değil, anaç olmaya işaret ediyordu (Döndük mü başa?). Öfkelerimize ne zaman olduğunu bilmediğimiz bir tarihte kilit vurulmuş, pençelerimizin yerini öldürücü bakışlarımız, göz devirmelerimiz, ironide maharetimiz almıştı. (Nam-ı diğer pasif agresyon.)

 

Toplumsallaşmaya başladığımız andan itibaren agresif çıkışları genelde oğlan çocuklarının yaptıklarına tanık olmuşuzdur. Komşu çocuklarının, sınıf arkadaşlarımızın, yolda gördüğümüz liselilerin birbirlerine “kafa göz” daldığına, ilkokul çocuklarının ilgilerini dahi belli etmek için saç çektiklerine, duygulanan erkeklerin hüzünlerini öfkeyle karıştırdıklarına çok kere tanık olmuşuzdur. Kadın kavgası ve öfkesi ise akıllarda “histeri”, “dengesizlik”, “regl siniri”, “cat fight”, “kıskançlık” gibi “hashtaglerle” geliyor, haber değeri olan nadir bir imge şeklinde duyumsanıyor.

 

Niyetim elbette şiddeti onaylamak ya da meşrulaştırmak değil. Göz devirmek ve kafa göz dalmak arasındaki uçurumun arasına bir salıncak kurup kâh sakin kâh delişmen sallanabilecek bir noktaya gelebilmemizi ümit ediyorum. Duygularımızın ucundan tutup gittiği yeri takip edelim ve çatlaklarımızı onaralım istiyorum. Erkekleri eleştirmek her feminist için oldukça kolay. Kolayca erkeklik tespiti yapabiliyoruz, artık kendi meselelerimizle de, “kadınlık” hâlleriyle de yüzleşebiliriz, yüzleşmeliyiz.

 

“Feminizm çoğunlukla bir yoğunlukla başlar. Karşı karşıya kaldığınız şey sizi uyarır. Bir izlenimin keskinliğiyle bir şeyi intibak edersiniz. Bir şey meselenin ne olduğuna dair net olmadan da keskin olabilir. Zamanla, deneyimle, bir şeyin yanlış olduğunu sezersiniz veya size bir yanlış yapıldığı hissine kapılırsınız. Bir haksızlık sezersiniz. Tam olarak bu kelimeyi kullanmamış olabilirsiniz; kelime bulamamış olabilirsiniz; tam olarak tanımlayamamış olabilirsiniz. Feminizm bedenle başlayabilir, bir dünyayla temas halindeki bir bedenle, o dünyada rahat olmayan bir bedenle, huzursuzlanan ve dolanıp duran bir bedenle. Bir şeyler doğru gelmemektedir. (Sf. 40)”

 

Toparlamak gerekirse, feminist arkadaşlar da zaman zaman birbirlerine haksızlık ediyor olabilirler mi? Tabii ki olabilirler! Ve çözüm açık iletişim. Buna yeni edindiğim bir arkadaşımdan öğrendiğim iki kelimeyi daha ekleyeceğim: nazik, yargısız. Açık, nazik, yargısız iletişim kurmak çok zor. Biliyorum. Farkettiğimiz her türlü cinsiyetçi, ayrımcı tavır tenimize değiyor. Tükenmişlik sendorumunda meyyaliz. Dostlarımıza karşı özensizleşebiliyoruz. Bazen duymaz ve görmez oluyoruz. Bütün bu aşınmalar içinde aynı anda hem açık, hem nazik, hem de yargısız iletişim kurmak ne kadar zor olabilir hem tahmin edebiliyor, hem de bizzat deneyimliyorum. Ama kurmamız, olmadıysa yıkıp yeniden inşa etmemiz, inşa etmekten vazgeçmememiz gereken en büyük, en önemli şey açık, nazik ve yargısız iletişim kurabilmenin yollarını aramak. Açıklık patavatsızlık ve kırıcılık olmak zorunda değil, öfke kaba olmak zorunda değil, yargısızlık safdillik olmak zorunda değil.

 

“İş başında bir feminist olmak akademik camiadaki cinsiyetçilik de dahil sıradan ve gündelik hayattaki cinsiyetçiliğe nasıl meydan okuduğumuzdur veya böyle olmalıdır. Feminizmi feminist yapan budur. Feminist proje kadınların kadınlarla ilişki halinde var olabilmesinin, kadınların birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olabileceklerinin yollarını bulmaktır. Bir projedir çünkü henüz o noktada değiliz.” (Sf 30)

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Anne Olunca Anlamadım
Korunmasız Sevişme: “Bir sabah seçiminin tutsağı olarak uyanır insan”*
Sanat Camiasında Prekarya

Pin It on Pinterest