Gezi, işgal, nöbet gibi eylem repertuarları, eylem alanlarında örgütlenen gündelik yaşantıyla farklı bir mekânsallık oluşturuyor. Özel ve kamusal ayrımının yok edildiği kolektif bir “yuva”ya dönüşüyor. 

MEYDAN

Diren Gezi’den Gezi’yi Savunuyoruz’a Bir Toplumsal Hareketin Sosyolojik ve Mimari Dem’i

Gezi Parkı Direnişi hâlâ canlı, simbiyotik (ortaklaşarak), epifitik (köksüzce başka bir canlıya tutunarak)  yaşıyor. Kurumlarda, toplumsal konumlu gruplarda, bireylerde, hükümetin söyleminde, akademide, sanatta, yayıncılıkta, gündelik dilde ve belki de göremediğimiz pek çok toplumsal olguda. Sarılarak, dönüşerek, değiştirerek. 

 

Onu canlı tutan –sadece- üç kere açılan Gezi Davası ve 25 Nisan 2022’de çıkan haksız tutuklama kararları değil. Sadece yıldönümleri, kayıpların anmaları da. 2013 Haziranı’ndan bu yana olumlu veya olumsuz, iyi veya kötü diye niteleyerek geçemeyeceğimiz pek çok “yaşantı”da etkisi var Gezi’nin. Ardından kurulan ya da gelişen sayısız semt meclisleri, savunma ağları, öğrenci dayanışmaları, ekolojik mücadeleler, kadın/feminist örgütleri, lgbtiq+ların onur yürüyüşleri, kendi öznel tarihselliklerinin yanı sıra, inatları, dirençleri ve umutlarıyla da Gezi’nin izleğini bugün de taşıyor. Gezi Parkı Direnişi’ni ve Gezi Parkı’nı her geçen sene yeniden tanımlıyoruz. 

 

Mimar, şehir plancısı ve mühendis kadınlardan oluşan TMMOB İstanbul İKK Kadın Komisyonu, üyesi mimar Mücella Yapıcı’nın tutuklanması sonrası, 30 Nisan 2022’de Bakırköy Kapalı Kadın Cezaevi önünde gerçekleştirdiği, Gezi’nin kadın tutsaklarına selamla başlayan bildirisinde şöyle diyor:

 

Bizler ‘Bu daha başlangıç, mücadeleye devam’ derken geçen 9 yılda toplumsal olarak nasıl dönüştüğümüzün farkındayız.”

 

Ve sonrasında da:

 

Gezi Davası kararlarına karşı dururken, beraberinde Gezi’nin itiraz ettiği ‘el koymalara’ karşı tekrar ve tekrar birleşiyoruz!”

 

Bu, Gezi Parkı Direnişi sırasında TMMOB’ün çadırında yer alan ve TMMOB Kadın olarak gözaltılara ve çıplak arama işkencesine karşı parkta basın açıklaması yapan grup. [1] Açıklamaları hem yaşanan dönüşüme hem de Gezi’nin devam ettiğine vurgu yapıyor. Bu grup aynı zamanda TMMOB gibi erkek egemen bir meslek örgütüne parçası oldukları kadın/feminist hareketini taşımasıyla, gayet ciddi genel kurullarda sokaktan gelen feminist sloganları atmasıyla kurumu dönüştürmekte de olan bir grup. 

 

 

TMMOB Kadın’ın basın açıklamasından, 2013.

 

 

Peki, Gazi Parkı Direnişi iktidara nasıl etkidi, onun söylemini ve ona karşı söylemi nasıl dönüştürdü? Gezi’nin iktidarın dilinde yaşamaya nasıl devam ettiğini Erdoğan’ın belli zaman aralıklarında, yer yer hareketlenen muhaliflere, direnişçilere sıkça “Bunlar Gezicidemesinden anlıyoruz. “Gezici” iktidar söyleminde hep taze tutuluyor. Öyleyse Gezi sadece katılımcıları için değil iktidar için de süreklilik taşıyor. Bununla beraber Erdoğan, Artvin Cerattepe’de, 2015’te başlayan ekolojik direnişe katılanları 2016’da, “yavru Gezici” ilan ederek Gezi’nin Taksim dışı varlığını mekânsal ve zamansal olarak tescilliyor, yeniden üretiyor. Ayrıca bu söylemle Gezi’nin ekolojiyle bağı da teslim edilmiş oluyor. Gezi tutuklamaları sonrası TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nde başlayan nöbetin 26. gününe Cerattepe direnişçilerinin katılması ve direnişe dair bilgi vermesi de sanki bunu doğruluyor. Böylelikle, iktidar aksini iddia ededursun, onun dilinde dahi “Gezici” ilamı bir tür suçlandırma, ötekileştirme ve kutuplaştırmadan çıkıyor. 

 

2013’ten yedi yıl sonra, tartışmalı bulunsa da Taksim Yarışma Projesi’nin halkoyuna sunulmasında, forum imkânı sunan, park meclislerini anımsatan “Kavuşma Durağı”nın Taksim Meydanı’na çekilmesinde, Kanal İstanbul Projesi’ne karşı dilekçe kuyruklarında, Kaz Dağları’na akın eden onbinlerde, Validebağ Savunması’nın bugün devam eden nöbetlerinde, Boğaziçi Üniversitesi Direnişi’nin sarkastik ve barışçıl eylemlerinde, Barınamıyoruz Hareketi’nin banklarda gecelemesinde, madenlere/heslere/jeslere karşı mücadelelerde, İstanbul Sözleşmesi’ni Uygula Kampanyası’nın mahallerdeki örgütlenmelerinde, bu sene artan işçi ve hizmet sektörü çalışanlarının isyanlarında ve son günlerdeyse ülke genelinde mimar, şehir plancısı ve mühendis odaları (TMMOB) ile adliyelerde Gezi tutsakları için başlatılan, zamanla şenliğe, foruma dönüşen, hem hatırlamaya hem de direnişi sürdürmeye dair, coşkulu “Gezi’yi Savunuyoruz” nöbetlerinde  “Diren Gezi” yaşıyor.

 

Gezi Parkı Direnişi bugün de aynı anda hem tarihi yazılan hem de “hatıra”lanan bir zamansallık vadediyor. [2] Bu bir dem. Burada dem sözcüğünü hem köken anlamı an ve zaman olarak hem de çökelip çözülen, rengini almakta bir birikim, bir “kıvam” olarak kullanıyorum. Şimdi ne konuşuyor, yazıyorsak ve bir şeyleri nasıl tanımlıyorsak bu demin içinden yapıyoruz. Nota Bene Yayınları’nın 2013’te yayımlanan Direniş Öyküleri başlıklı edebiyat derlemesinin tanıtım yazısında şöyle deniyor: “’Direniş Öyküleri’ biten bir süreci anlatmak niyetiyle değil, büyük bir dalgaya bir damla katabilmek amacıyla oluşturuldu.” 

 

İlk günden beri, damlaların katılırken damıttığı bir dem’deyiz. Dem, her alana, her disipline direnişin eklemlenmesini/eklenebilmesini de göstermesi açısından kullanışlı bir zamansal yaklaşım. Direniş, kıvamı etkiliyor. Direniş içine ne kadar katılırsa karışım o kadar akışkan ve hızlı yayılabilen bir hal alıyor. Direniş, kurumların, bireylerin zamansallığına müdahale ediyor. Sözgelimi Mimarlık dergisi Temmuz 2013 sayısında #DİRENGEZİPARKI dosyası yapıyor ve bu dosyada kentsel ve mimari taleplerin yanında gözaltıların serbest bırakılmasına dair açıklama da, “çapulcu şarkılar” uzantısı da aynı baskıda yayımlanıyor. Sadece mimarlar değil farklı kişilerin, kurumların yorumlarına yer veriliyor. Mimari proje ve akademik yazılar yayımlayan bir meslek örgütü dergisindeki bu anlık dönüşüm çok çarpıcı değil mi? Taksim Dayanışması’nın direnişin ilk haftasından sonraki basın bildirilerinde, dilekçelerinde bir yandan mimari, kentsel talepler dizilirken gaz bombası ve benzeri materyallerin kullanılmasının yasaklanması, gözaltıların son bulması, ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması, devlet şiddetinin sorumlularının cezalandırılmasına dair talepler de yer alıyor.

 

Gezi Parkı Direnişi’ni Tanımlamak

 

Mimarlar Gezi Parkı Direnişi’ni genel olarak tarihte görülmemiş bir mimarlık ve kent hareketi temelinde; ilksel, kentsel ütopya, mekânsal devrim, kentsel devrim, gerçek açılım, mimarsız mimariyi gösteren, mimarlık dersi, öğretici, bilgileri güncelleyici, dönüştürücü, yapıcı, kurucu, özeleştirel ve en çok da umut verici bir süreç olarak tanımlıyor.  

 

Gezi Davası tutuklusu, Taksim Dayanışması üyesi, mimar Mücella Yapıcı (2022) Gezi’yi “bir umut hali” olarak tariflemenin yanında şöyle ifade ediyor: 

 

Türkiye toplumsal tarihinde bir kent hakkından başlayarak yurttaşların kendi demokratik haklarına ve itirazlarına dair talepleri de kapsayan, lideri olmadan, birdenbire buluşup müthiş bir empatiyle tepkilerini gösterdikleri ve olağanüstü bir şiddete karşı büyük bir şiddetsizlikle tepkilerini gösterdikleri Türkiye toplumsal tarihinin en büyük direnişlerinden biri. (…)  İlk defa toplum kendine ait olmayan, yani kendi özel mülkiyeti olmayan ama herkesin olan bir kamusal alan için müthiş bir direniş ve dayanışma gösterdi.  (…) [Ş]öyle bir umut doğurdu, biz bir araya gelirsek, olağanüstü şiddet koşullarında dahi bazı şeyleri başarabiliriz. Ve bir araya gelmedeki müştereğin belirlenmesi konusunda herkesin kendi öznel ideolojisi, politikası, partisi, birimi, odası her neyse onların önceliklerini bırakıp ortak bir öncelik üzerinden birbirimizi anlayarak o konuda birlikte, kendi öz fikirlerimizi de içimizde saklı tutarak ama birlikte bir şey yapabiliriz. 

 

Mimarlık tarihçisi Uğur Tanyeli (2013) Gezi’de “Dünya tarihinde ilk kez mimarlık aracılığıyla itiraz eden bir toplumsal hareket” gördüğünü söylüyor. XXI dergisinin Temmuz 2013’te, Gezi Parkı Mimar(sız)lığı” başlıklı sayısında yazan bir mimarlık öğrencisi içinse “şehirli insanı şehriyle” birleştiren bir hareket Gezi: şehirliler “[p]arkların temiz hava için bırakılmış boşluklar değil, insanların kullanımı için peyzaj çalışmasıyla oluşturulmuş yerler olduğunu keşfettiler!” (XXI, 2013: 27).  Akademisyen Gülsüm Baydar’a göreyse (XXI, 2013: 27)  “[d]ireniş süreci, bir yandan alışageldiğimiz mekân kategorilerini radikal biçimde sınarken, diğer yandan mekânsal kullanımın politik gücünü de apaçık ortaya koyuyor.” Direniş mekân ve toplumsal cinsiyet ilişkilerini de değiştiriyor: “Gezi Parkı eylemlerinde mekânları kullanan bedenler de anonim tanımlarından sıyrıldılar. (…) [k]ent meydanında ‘duran adam’ın erkek olması, kentsel eylemin erkekle, eylemsizliğin kadınla özdeşleştirildiği ataerkil toplumsal düzende özel bir değer” taşıyor. Mimar Esra Akcan (XXI, 2013: 31) içinse “Gezi Parkı direnişi, sadece park yerine AVM yapılmasına karşı” çıkmıyor, “AVM’lerin sağlayamadığı kamusal mekânı yeniden” keşfediyor, hatta onu yeniliyor, güncel parametrelerle dönüştürüyor. Mimar, yazar ve çizer Behiç Ak’a göreyse “’Devlet’ ve ‘Özel’ el ele vererek ‘Kamu’yu yok ederken halk tarafından suçüstü” yakalanmıştır. Direniş, bu yorumda bir suçüstü yakalayıştır. 

 

Gezi Parkı’nı Tanımlamak

 

Direniş öncesi ve sonrası parkın tanımı bir hayli farklı. Gezi parkı yapılırken nasıl tanımlanmıştı? Gezi Parkı bir kamusal mekân mı(ydı)? Özel mülkiyetler, farklı kullanımlar taşıyor mu(ydu)? Ortak alan mı(ydı)? Müşterek mi(yd)i? Bir park mı(ydı)? Kent peyzajı mı(ydı)? Gezi Parkı’nı tanımlayan onun nasıl savunulduğu mu(ydu)? Taksim Meydanı’nın tarihsel, politik varlığı ile nasıl ilişkileniyor(du)?

 

F. Cânâ Bilsel (2010), Cumhuriyet’in modernleşme hamleleri kapsamında, şehir plancısı Henri Prost’un, 1939-1943 yılları arasında süren, “Taksim Cumhuriyet Meydanı ve İnönü Gezisi” düzenleme projelerini ve uygulamasını ayrıntılarıyla anlatıyor. Taksim Kışlası’nın yıkılması sonrasında, Taksim Meydanı’na açılan bir teras ve devamında, gerçekten bir “gezi” imkânı sunacak böylelikle de yeşil bir geçiş, geçit, yürüyüş olasılığı taşıyacak bir “gezi parkı” (esplanad) tasarlanmış. O dönemki adıyla İnönü Gezisi’nin Taksim Meydanı’ndan girişine, resmi törenleri izlemek için basamaklarla çıkılan geniş bir teras yapılmış (2010: 356). Gezi Parkı, devletin kendini resmi olarak var edeceği Taksim Meydanı’nın karşısında bir “seyir” işlevi de taşıyacak böylece. Temel amaç tören alanının belirginleştirilmesi, yeşil bir hatla işaret edilmesi ve ayrılması gibi görünüyor. Bahsi geçen plan, Prost’un 2. Nolu Parkı, Maçka’ya uzanan, yaya imkânı bol, yeşil bir vadi hayaline dayansa da bu kısım yapılamaz. Yapılabilseydi “gezi” eylemi de belki mümkün olabilirdi. 

 

Eklektik mimarili kışlanın yıkılmasıyla açılan geniş boşlukla, resmi ideolojinin sahnesinin kitle-seyirci kısmını, yeşil ile korunaklı ve “yumuşak” tutmanın amaçlandığı görülüyor. Yürüyüş resmiyete ve sert zemine ait olmalı, yeşil alansa seyretme ve gezme eylemiyle apolitik bir alan olarak kurulmalı.  Karşısındaki geniş açıklık dar meydanı daha görkemli gösterecek böylece. Fakat parkın arazisi otel işgalleriyle zaman içerisinde küçülüp bugünkü sınırlarına ulaşıyor. Ne ki, daha öncesinde arazide bulunan Ermeni Mezarlığı da yerinden edilmiştir. Gezi Parkı kendi varoluş süreci içinde de “el koyma” ve “yerinden etme” eylemlerine sahne olmuştur. 1990’ların sonuna dek Taksim Meydanı sadece resmi erkânın değil, halk ayaklanmalarının da yeri olarak siyasi bir mekâna dönüşür. Beraberinde İstiklâl Caddesi de farklı eylemlerin siyasi koridoru haline gelecek, 1 Mayısların, Cumartesi Anneleri’nin, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nün ve çok daha sonra da Suriyeli sokak müzisyenlerinin ve benzeri grupların ve eylemlerin direnciyle simgeleşecektir. Ama tüm bunlar sert zeminde sürmektedir. Sert zeminden kastım toprak olmayan, taş ya da beton bir zemin.  

 

Peki, direnişe giden süreçte Gezi Parkı nasıl tanımlanıyordu? Kısaca tarihi hatırlayalım. 

 

Dönemin başbakanı Erdoğan ilk kez 1 Haziran 2011 tarihinde yaptığı açıklamada “Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi”nden bahsediyor, öncesindeyse yerinde esamisi olmayan Topçu Kışlası 1. dereceden tescil ediliyor. Eylül ayında İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, “Beyoğlu İlçesi Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi’ne ait 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı İmar Plan Tadilatları” başlığı altındaki plan değişikliği teklifini karar altına alıyor. Ocak 2012’deyse İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu plan değişikliğini onaylıyor. 

 

Projeye karşı çıkan meslek odaları, sendikalar, sivil toplum örgütleri, semt inisiyatifleri, mahalle dernekleri ve siyasi partiler 15 Şubat 2012 tarihinde bir araya gelerek ilk toplantısını yapıyor. Toplantıda alınan kararla kurulan Taksim Dayanışması’nın sekretaryasını, bileşenlerin (80 kadar) ortak kararıyla Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ve Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi yürütmeye başlıyor. İlk yürüyüş ise 17 Mart 2012’de Tünel’den Taksim Meydanı’na gerçekleşiyor. Basın açıklamasının merkezinde Taksim Proje’si ve Taksim Meydanı var. Temel talep projenin iptali. Uzun metinde Gezi Parkı 3 yerde geçiyor: “Hepimize açık, hepimizin hakkı olan, şehrimizin merkezindeki yegâne park alanı, depremde sığındığımız Gezi Parkı elimizden alınmakta, ağaçlar, yürüme, buluşma ve dinlenme alanları yine betonlaşmaya kurban edilmeye çalışılmaktadır.” Burada Gezi Parkı’nın bir park ve toplanma alanı olarak tanımlandığı gözleniyor. Daha sonraki basın açıklamalarında “Gezi Parkı park olarak kalmalıdır” ifadesi sıkça geçecek.

 

TMMOB Kadın Gezi Parkı’nda, 2013.

 

Behiç Ak için park, direnişten önce bir “koridor”ken sonrasında bir kamusal mekâna dönüşüyor. Begüm Özden Fırat (2016: 101), “Mümkünlerin Kıyısı: Gezi Komünü, Müşterekler Siyaseti” makalesinde Gezi Parkı Direnişi’nin “antikapitalist müşterekler siyasetini bir imkan olarak doğurduğunu” ifade ediyor. 2000’lerden sonra sıkça tartışılan “müşterekler” kavramını Chatterton’a referansla “müşterekleri çoğu zaman sivil itaatsizlik ve doğrudan eyleme dayanan müşterekleştirme pratikleri üzerinden, yeni bir dil, dayanışma, toplumsal ve mekânsal pratik ve ilişkiler ve dahası direniş repertuvarları oluşturan yaratıcı bir edimler bütünü olarak” kavramsallaştırıyor (105). 

 

Gezi Parkı Direnişi, Gezi Parkı’nı müşterekleştiriyor. Artık Gezi Parkı’nı tanımlayan onun nasıl savunulduğu mu?

 

Mimar Esra Akcan’ın (XXI, 2013: 31) direniş sırasında parkın üzerinde birdenbire kurulan “yeni bir kent” tanımı çok dikkat çekici, onun için Gezi Parkı Direnişi “[g]erekirse çadırları, kütüphanesi, erzak dağıtma birimleri, gösteri sahnesi, reviri, veterineri, tartışma podyumları ve serbest kürsüleri ile yeni bir kent kurulabileceğini” gösteriyor. Bu “yeni kent” plansız, uzmansız, devletsiz kurulmuş ve iki hafta için bile olsa kurulurken yaşanmıştır. 

 

Mimar Yelta Köm’ün (XXI, 2013: 52) de dediği gibi, direniş gücünü mekânsallaşabilmesinden alıyor. İşgal, nöbet gibi eylem repertuarları, eylem alanlarında örgütlenen gündelik yaşantıyla farklı bir mekânsallık oluşturuyor. Mimar Evren Aysev (XXI, 2013: 38)  direnişin gündelik yaşamına dikkat çekerek şöyle diyor:  “İnsanlar Gezi’yi sadece söylemle değil, eylemle de kendilerinin kılıyor. Uyuyor, okuyor, paylaşıyor, şarkılar söylüyor, yaralarını sarıyorlar. İnsanlığın tüm hallerini yaşayarak 26 gün öncesinin tekinsiz, biraz da kavruk, ruhsuz ve biçimsiz Gezi’sini, içinden hayat fışkıran bir yuva haline getiriyorlar. Sadece kendileri için değil, penceresinden dışarıya kaygıyla bakan, sözleri boğazında düğümlenmiş yüzbinler için; hepimiz için umut dolu bir yuva oluyor Gezi.” Gezi Parkı bu yorumda özel ve kamusal ayrımının yok edildiği kolektif bir “yuva”ya dönüşüyor. 

 

Mimarların bir kısmı, Evren Aysev, Kerem Piker gibi direnişten yana, bir kısmıysa Sinan Genim gibi direnişten yana olmasa da parkın direniş öncesi “atıl, kullanım dışı, çökmüş, tekinsiz, ruhsuz, biçimsiz” olduğu görüşündeyken Uğur Tanyeli gibi kimi isimler de orada var olan, “marjinal” addedilen grupların varlığını kabul ederek asıl amacın rant olduğu kadar toplumsal ve mekânsal sterilizasyonla birlikte bu grupları dışlamak olduğunda birleşiyor. Gezi Parkı Direnişi’yle birlikte mimarlar Gezi Parkı’nı donuk bir temsil aracı, bir tasarım nesnesi, bir proje olmaktan çok ilişkiler bütünü olarak “mimarsız mimarlığa” açık, müşterekleştirebilir bir mekân olarak da görmeye başlıyor. Ne ki mimarların çoğu, bir mimarlık meselesi olan Gezi Parkı Direnişi’nin, muhatabı Taksim Meydanı sorununun doğru düzgün bir “master” planla, öncelikle mimari uzmanlıkla çözülebileceğini düşünüyor. 

 

2011’de kurulan Herkes İçin Mimarlık Derneği’nden mimarlar, direniş anında derme çatma üretilmiş, anonim “mimari parçaları” kolektif eskizlere (Occupy Gezi Architecture) taşıyor, çiziyor. Bu çizimler  Dezeen ve Arch Daily gibi mimari portallarda ve Londra’da Victoria ve Albert Müzesi’nde sergileniyor. Çizimler her ne kadar mimarsız mimariyi steril çizgilerle, bazı detayları dışarıda bırakmak zorundalığı içinde kaydetse de tarihsel bir belge sunuyor ve uluslararası bir ilişki ve ortak mimari bir dil imkânı sağlıyor. 

 

 

 

Herkes İçin Mimarlık Derneği’nin düzenlediği Gezi Parkı Piknik Şenlikleri tam da müşterekleştirme pratiğinin mimarlarca yapılan örneklerini teşkil ediyor.  Üyeleri süreci şu ifadeyle anlatıyorlar: “Taksim Meydanı’nın bir meydan özelliği barındırmadığını ve Gezi Parkı’nın ise kullanılmadığını beyan ederek meşrulaştırılan proje süreci, derneğin organize ettiği Herkes için Taksim Atölyesi kapsamında tartışmaya sunuldu ve akabinde bu tartışmalar Geleneksel Gezi Parkı Şenlikleri’nin ortaya çıkmasını sağladı.” 2012’de parkta tam 10 piknik düzenleniyor. Hedeflerini şöyle açıklıyorlar: “Plana itiraz süreci her ne kadar yasal olarak sonlanmış olsa da bu yolla projeye ve sonuçlarına dikkat çekmek; burayı canlı ve kamuya ait bir ‘ortak alan’ olarak kullanmaya devam etmek.”

 

Peyzaj mimarı, akademisyen Bülent Batuman (2014), “eylemin yeri”ne odaklandığı, “Gezi’nin Söz Hali: Mekân, Temsil, Dil” başlıklı makalesinde, önce eylemin gösterileni olan Gezi Parkı’nın eylem ilerledikçe daha geniş bir eylem ve anlam kümesinin göstereni olma yükünü taşıyamaz olduğunu ve bu yükü Taksim Meydanı’na devrettiğini söylüyor. Bu kaymayı “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganı da gösteriyor. 2017’lere doğruysa Taksim Dayanışması’nın basın metinlerinde AKM’nin yıkılması gündeme oturuyor ve Taksim Meydanı daha bütüncül bir savunmayla kuşatılıyor. Ne ki, Batuman direniş sırasında, sosyal medyada  #DirenGezi’nin en çok kullanılan hashtag olması ve Gezi Parkı’nın kalıcı bir komüne ev sahipliği yapmasıyla bambaşka bir mekânsallığa sahne olduğunu vurguluyor. Bununla beraber Taksim Meydanı, belirli zamanlarda dolup boşalan bir boşluk olarak kalıyor. 

 

 

 

Taksim Meydanı tarihsel anlamına uygun olarak görünür olabildiğimiz ancak işgal edemediğimiz kamusal mekân olmayı sürdürürken Gezi Parkı’ysa sürekliliği olan ve yeni bir hayat biçiminin anonim üretildiği (50), kurarken yaşayabildiğimiz bir “müşterek” oluyor. İBB’nin 2020’de, Taksim Yarışma Projesi sürecinde, Taksim Meydanı’na çektiği (anonim olmayan) “Kavuşma Durağı” ise valilikçe kısa sürede kaldırılıyor, başta bahsettiğim amaçlanan müşterek karar alma gerçekleştirilemiyor.  

 

Bugün Gezi Parkı park olarak kalabilmiştir ama Taksim Meydanı yeni yapılan camiyle, yıkılıp yeniden yapılan ve içinde (söylendiği gibi küre değil) “kubbe”siyle iktidar ideolojisiyle uzlaşan AKM’yle, beton tepsiyi andıran sert zeminiyle, seyyar saksılı zeytin ağaçlarıyla iktidarın (kamusal mekâna) müdahalesinden kurtulamaz. Gezi Parkı tam da antikapitalist olarak müşterekleştirilebildiği için günümüze değin korunmuştur. Şimdilik. [3]

 

2020’de, TMMOB ve farklı bileşenlerin, Taksim Proje Yarışması’na katılan projelerin çoğunun ve kazananın peyzajı meydana kaydıran ve yeşili çoğaltan tasarım tercihlerine karşıt yaptıkları basın açıklamasında “Taksim Cumhuriyet Meydanı bir park değil; emek, mücadele ve demokrasi meydanıdır” ifadesi geçiyor. Batuman’ın düşüncelerini doğrulayan bu eylem, park ile meydan arasındaki ayrımı netleştirir. Onlar için yeşil alan, 1939’daki görüşe yakındır, siyasi bir alan değildir. “Yumuşak” bir “gezi” alanı olabilir ancak. Adalet, özgürlük ve eşitlik arayışı yalnızca sert zeminde yapılabilir, çimlerin üstünde, ağaçların altında değil. Sanıyorum bu nedenle de karşıt oldukları Maltepe dolgu alanındaki sert zeminlerde yapılan mitinglere ayak basıyorlar. Ne ki, tam bu dönemde dünyada ve Türkiye’de Tükeniş Direnişi, yerel ekolojik hareketler yeşil alanlardan sesleniyor. Kadın Hareketi Yoğurtçu Parkı’nda buluşuyor. Irkçılık karşıtı gösterilerde büyük büyük adamların parklardaki heykelleri nehirlere atılıyor. Kent ve doğa ayrımı, toplumsal hareketlerin mekânsallaşma pratikleriyle ortadan kalkıyor. Sert zemin pembe dozerler içindir. 

 



 

 

KAYNAKÇA

Bilsel, F. Cânâ (2010). İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet’in Modern Kentine: Henri Prost’un İstanbul Planlaması (1936-1951).İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü. 349-380. 

 

Fırat, Begüm, Özden. (2016). Mümkünlerin kıyısı: Gezi Komünü, müşterekler siyaseti. Karşı – İşgal. İstanbul: Siyah Beyaz Yayınları. 99-113. 

 

XXI. (2013). Gezi Parkı Mimar(sız)lığı. Haz: Hülya Ertaş. Sayı 121. 

 

 

[1] Bu yazı bağlamında TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Kadın Komisyonu üyesi, mimar Burçin Kuz Kaan ile Gezi Parkı Direnişi’nde TMMOB Kadın grubu olarak neler yaptıklarını soruyorum (Görüşme Tarihi 27 Mayıs 2022): 

TMMOB’un Gezi Parkı’nda bir büyük bir de parkın merkezinde küçük çadırı vardı. O yıllar TMMOB’nin kadın çalışmasını yürüten, iktidarın kadınlar ve lgbti+lar üzerinden yürüttüğü politikaya karşı örgütlenen ve TMMOB içinde de erkek egemen işleyişleri kırma mücadelesi veren kadınlar olarak merkezdeki küçük çadırda, forumların içindeydik. Çalışanlar iş çıkışlarında çadıra gelir, yemek sırasına girip karnını doyurur, çokça sohbet ederdi, her günü etkinlik tadında tartışarak geçirirdik. Genelde eller boş gelmez, her gelen birbirine bir şeyler ikram eder çadırın önü de içi de hiç boş kalmazdı. Geceyi çadırda geçirenler sabah mesailerine oradan geçerdi.  Parkın boşaltılacağı haberleri dolaşırken forumlarda çadırları kaldırmamak için sözler alıyorduk, müdahale olan akşam da çadırın önünde TMMOB’un dağıttığı basit yağmurluklar, Gavisconlarımız, su dolu kovalarımızla parkın içindeydik.  İçinde meslektaşlarımızın da olduğu gözaltılar sonrası TMMOB Kadın olarak kapalı mekân açıklamaları yerine Taksim Meydanı’nda ısrarcı olup, gözaltılara ve gözaltında çıplak arama işkencesine karşı basın açıklaması yaptık. Çadırımızın önündeki ağaca mor kurdeleler asmış, Gezi’ye müdahale ve parkın boşaltılmasından birkaç hafta sonra gittiğimizde de onları ağacın üzerinde bulmuştuk. İçinden geçtiğimiz süreç, gecesini, gündüzünü, yastığını, suyunu, yemeğini, biber gazına karşı ilacını, hatta nefes aldığı maskeyi paylaşan kişiler olarak bizleri birbirimize daha sıkı bağladı, biz hâlâ bu dayanışmanın gücüne inanıyoruz, hâlâ buradan besleniyoruz.

 

[2] Temmuz 2013’te,  Gezi Parkı Direnişi’ni konu alan sayısı nedeniyle Doğuş Yayın Grubu’na ait NTV Tarih dergisinin nasıl kapatıldığını ve bazı sıcak yayınları hatırlayalım. Toplumsal Tarih dergisi, 2013’te, 235. sayısında, “Taksim, Gezi Parkı, Topçu Kışlası Yazıları” başlığında yaşanmakta olan tartışmaları tarihin konusu ediniyor.  Küçük İskender ve Birhan Keskin, zamana bırakmaksızın şiir kitaplarına direnişi eş zamanlı taşıyor. Mimar Sena Şat 2015’te Ayaklanmanın Gezi Hali başlığında bir çizgiroman yayımlıyor.

 

[3] 2021’de Gezi Parkı’nın mülkiyeti İBB’den alınır ve “Sultan Beyazıt Vakfı”na geçirilir. Bu süreç Galata Kulesi’nin İBB’den alınması ve vakfa devredilmesiyle başlar. Beraberinde  Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yapılan bir açıklamayla, “evveliyat kayıtları”nın incelenmesiyle Türkiye genelinde 1014 taşınmazın, vakıfları adına tescil edildiği ve bu taşınmazlar arasında Selimiye Kışlası, Adile Sultan Sarayı, Pera Palas Oteli, Vefa Lisesi, Şişli Etfal Hastanesi ve Sait Halim Paşa Yalısı’nın da bulunduğu öğrenilir. Bu, Türkiye tarihin en büyük kamusal mekânlara “el koyma” girişimidir. 

 

 

Kapak görseli: Herkes için Mimarlık, 3 Ağustos 2013. 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Bamya
Terimin Siyasallaşması ve Eşcinsel Retorik Arasında: Kuir’in Araplaştırılması
Dilber Ay: “Kim dedi sana benim akıllı olduğumu?”

Pin It on Pinterest