Dedemden yadigar eşyaları evime getirmiştim getirmesine ama onlara bir türlü bakamıyor, dokunamıyordum. Teneke kutunun içinde duran siyah beyaz fotoğraflar hariç.

KÜLTÜR

Dedemin Fotoğrafları

Benim canım romantik dedeme…

 

Bundan tam altı sene önce bir sonbahar günü, çocukluğuma dair en güzel hatıralarımın bir çoğunun ve dedemin de hayatının büyük bir bölümünün geçtiği Mersin’in Çeşmeli köyündeki limon bahçesine bir yolculuk yaptık. Bahçeye gitmek, dedem için hep iş, benim için de limon ve avokado ağaçları arasında sessizce kitap okumak demekti. Fakat dedem yaşlandıkça bahçeye yapılan bu yolculuklar “geçmişe” doğru çıkacağımız yolculuklar için mükemmel bir bahaneye dönüşmüştü. Dedem ileri derecede kanserdi ve beraber geçireceğimiz, onun bana bir şeyler anlatacağı her an çok değerliydi. Bu yüzden de o sıralar bahçeye ne zaman gitsek ilk önce bahçeye bakan Mehmet Abi’den yeni fidanlar, budama, ilaçlama gibi rutin işlere dair hızlı bir bilgi aldıktan sonra dedemle birlikte küçük odasının önündeki masasına geçiyorduk. Dedem çoğunlukla oturduğu yerde önünde duran rengarenk gül fidanlarını keyifle izleyip bir süre dinlendikten sonra bana odasından ilginç bir obje, harita ya da kitap çıkartıp getiriyor, sonra da gençliğiyle ilgili anılarını anlatıyordu. Geçmişe yolculuğumuz işte her defasında böyle başlıyordu. O sonbahar günü de dedem çantasından çocukluğum boyunca onunla özdeşleştirdiğim Stanley marka yeşil termosunu çıkartıp masaya koydu, sonra odasına gidip bu sefer elinde bir bisküvi paketi ve üzerinde Japonca harflerin olduğu renkli bir teneke kutuyla yanıma geldi. Termostaki çayı kupalarımıza koyduk, sonra o sandalyesine iyice yerleşti ve teneke kutudan siyah beyaz fotoğraflar çıkardı. Ardından bana hikâyesini anlatmaya koyuldu.

 

İki sene önce dedem vefat ettiğinde bu teneke kutu ve fotoğraflar bana kaldı. Dedemin cenazesinden sonra İstanbul’a evime bir Tokyo şehir haritası, bir Japonca-Türkçe sözlük, Tokyo’dan satın alınmış ve sadece bir kez kullanılmış porselen bir yemek takımı, Stanley marka termos ve bu fotoğraflarla döndüm. Sözlüğü kitaplığa koydum, termos uzun süre mutfak masasında öylece durdu, hayatımda hiç gitmediğim Tokyo’nun haritasını çerçeveletip evin girişine astım. Fotoğrafların olduğu teneke kutuyu da uzun süre salondaki masanın üstünde tuttum.

 

Ben objelerin sanki içlerinde bir ruh taşıyormuşçasına ihtimam gösterildiği, en kıymet verilenlerinin en pahalı olanlar değil, sevilen bir yakından yadigar kalanlar olduğu bir evde büyüdüm. Mesela annem için evinin en değerli eşyaları dedemin anneannesinden kalma zeytin küpleri, dedesinin çocuk sandalyesi, mutfağının baş köşesinde duran anneannesinin ona kahvaltı yaptırdığı üstünde uçurtma uçuran bir çocuğun çizili olduğu eski bir porselen tabaktı. Annem yıllar sonra evinden ayrılıp İstanbul’a geldiğinde yanında sadece bu üç eşyayı getirdi. Dedem ölene kadar kalemlerini annesinin tahta kalem kutusunda sakladı. Dedemin abisi Faruk amcam her ne kadar “Faruk çok eskidi at bunları artık” diyen sevdiklerinden bir araba dolusu laf işitse de yayladaki evinde hâlâ anneannesinden kalma çay kaşıklarını kullanmaya devam ediyor. İşte ben de aynı onlar gibi kendi payıma düşen, dedemden yadigar bu eşyaları evime getirmiştim getirmesine ama onlara bir türlü bakamıyor, dokunamıyordum. Teneke kutunun içinde duran siyah beyaz fotoğraflar hariç. Diğer eşyaların aksine bu fotoğraflar kalbimi sıkıştırıp boğazımı düğümlemiyordu. Çünkü bu fotoğraflarla, dedemin benden bile genç olduğu, o bilmediğim tanımadığım bana tamamen yabancı bir hâlini görüyordum. Her gece uyumadan bu fotoğraflara göz atmaya başladım. Baktığım fotoğraflarda annemin ve teyzelerimin sevgili babası, anneannemin kırk küsur yıllık eşi, Yıldız kasabın ve Kitapsan’nın favori müşterisi, benim ve kuzenlerimin tombul ve aksi dedesi olmaktan çıktı ve zamanla gözleri ışıl ışıl parlayan, geleceğin ona neler getireceğinden tamamen habersiz, tanımadığım genç bir adama dönüştü. Bu fotoğrafların bazıları Kore’de bazıları da Tokyo’da çekilmişti çünkü dedem 22 gün süren zorlu bir deniz yolculuğunun ertesinde Kore’ye gönderilen dokuzuncu tugay askerlerinden biriydi.

 

Ben kendimi bildim bileli dedem Kore’yi ve askerlik günlerini büyük bir özlemle anardı. Geniş ailemizdeki kuzenlerden kim askere gidecek olsa ona “Ah keşke ben de senin yerine gitsem, bir daha asker olmak için neler vermezdim” gibi cümlelerle başlayan, sonra da ultra milliyetçi bir şiirle devam eden bir nutuk çekerdi. Bazen kimsenin askere gitmesine gerek kalmaz, Amerikan savaş filmlerini izledikten sonra evde kimi bulursa ona askerliğin ne kadar yüce bir görev olduğuna dair uzun bir konuşma yapardı. Dedemin kendine seyirci bulduğu anda yapmaya başladığı bu milliyetçi konuşmaların ötesinde Kore’de yaşadıklarına dair gerçek hislerini ancak o sonbahar günü bahçede önüme dizdiği fotoğraflara bakıp silah arkadaşlarını, komutanlarını, kaldıkları karargahı anlatmaya başladığında öğrenebildim. Seksene merdiven dayayan dedem o öğleden sonra Arif Nihat Asya şiirlerini bir kenara bıraktı ve bana Kore’de geçen askerliğinin hiç de kolay olmadığını anlattı.

 

 

“Hiç birimizin parası yoktu, o soğuk kışta bizi koruyacak düzgün kıyafetlerimiz bile yoktu. Bazı geceler buz gibi havada kurbanlık koyun misali nöbet tutardık. Aslında hepimize harçlık olarak haftada 30 dolar verilmesi icap ediyordu, anlaşma buydu fakat Adnan Menderes hiçbir askerin karşı çıkmayacağını bildiği için bu parayı kesip bize sadece 23 sent verilmesine karar vermişti. Amerikalı askerlerle anlaşmak çok zordu çünkü çoğu Türk asker İngilizce anlamıyordu. Kullandıkları o son model silahları daha önce hayatımızda hiç görmemiştik, büyük bir stres altındaydık. Aslında orada ne yapıyorduk, niçin bu savaşın bir parçasıydık hiçbirimizin bir fikri olduğunu sanmıyorum.”

 

Uzun süre dedemin askere gidecek erkek kuzenlerime bana anlattıklarını anlatmak yerine neden o ezbere milliyetçi konuşmaları yaptığını düşünüp durdum. Ta ki, bir gün Boğaziçi Üniversitesinin kütüphanesinde sosyolog Maurice Halbwachs’ın Kolektif Hafıza adlı kitabına denk gelene dek. Halbwach kitabında kişisel hafızalarımızın her şeyden bağımsız kapalı bir mevcudiyeti olmadığını, toplumsal normlardan fikirlerden sürekli olarak etkilendiğini anlatır. Dünyanın bir çok yerinde, askerliği bazen de savaşı övgü dolu sözlerle anlatan dedem gibi milyonlarca erkek olduğuna eminim. Özellikle dedemin jenerasyonunda ve ondan daha büyük olan kuşaklarda. Halbwach’a benzer bir şekilde Hafıza, Millet ve Tarih başlıklı kitaplarında Katherine Hodglin ve Sussanah Radstone da insanların geçmişe dair hikayelerini anımsayışlarının ve anlatışlarının, yaşadıkları toplumun resmi tarih anlatısıyla birebir bağlantılı olduğunu söylüyor. Bir de tabi askerlik ve erkeklik meselesini unutmamak gerek. Sosyolog Pınar Selek’in Sürüne Sürüne Erkek Olmak adlı kitabında da değindiği üzere askerlikte yaşanılan mağduriyetler, zayıflıklar, bu süreçte hissedilen gerçek hisler, erkeklik mitinin ağırlığıyla silikleşip çoğu zaman konuşulmaz hale geliyor. Dedemin toplumsal beklentileri, normları, o ağdalı milliyetçi söylemi bir kenara bırakıp gençliğine dürüstçe yeniden bakıp Kore’de yaşadığı zorlukları, zayıf hissettiği anları, benimle –torunuyla, bir kadınla– kendini sansürlemeden paylaşabilmesi ancak yetmiş küsur yaşına geldiğinde mümkün olmuştu. Yalnız dedemin Kore’deki askerliğini bu kadar büyük bir özlem ve sevgiyle hatırlamasının aslında bir sebebi daha vardı…

 

Bahçede geçirdiğimiz o öğleden sonra dedem askerlik anıları anlatmayı bitirdikten sonra teneke kutunun en altında üstü lekeli beyaz bir zarfın içinde duran bir başka fotoğraf serisini çıkardı. Bu fotoğrafların neredeyse hepsinde, ilginç bir şekilde anneannem vardı. Bazı fotoğraflarda bir arabanın önünde üstünde paltosu, beyaz eldivenleriyle dedemin kamerasına utanarak gülümsüyor, diğer fotoğraflarda da yine o ve dedem ve diğer arkadaşları bir sürü dükkanın sıralandığı kalabalık bir caddede, bir restoranda poz veriyorlardı. Dedeme bu fotoğraflardaki kadının kim olduğunu sorduğumda hem o kadının anneannem olmadığını, hem de bu zorlu askerliğin dedemin ilk aşkıyla tanışmasına vesile olduğunu öğrendim. Dedem parmağını fotoğraftaki kadının yüzüne değdirdi ve Hatice dedi. Hatice’yle maceramız işte böyle başladı. Maceramız diyorum çünkü dedemin vefatına kadar bu kadın hayatımızın önemli bir parçası haline geldi.

 

 

Hatice 19 yaşında Sakalin adasından Tokyo’ya göç eden Tatar bir aileye mensuptu. Dedem, Kore’deki askerliği sona erdiğinde bazı arkadaşlarıyla beraber Türkiye’ye dönmeden önce Fuji dağını, Tokyo’yu görmek için Japonya’ya gitmişti. Tokyo’ya vardığında o sıralar Türk askerlere çok yardımcı olan Tokyo Türk-Tatar Kültür Derneği’ne uğramaya karar vermişlerdi. Dedem burada bazı kişilerle tanışmış ve bu kişiler de dedemi Türk askerler için düzenlenen danslı bir baloda Hatice’yle tanıştırmışlardı. Dedem, Hatice’ye ilk görüşte aşık olmuş, Tokyo’dan ayrılana dek her gün onu ve ailesini ziyarete gitmişti. Hatice’nin fotoğraflarına gözü yaşlı bir şekilde bakan dedem bana dönüp “Tokyo’daki evinin adresini bugün hala ezbere hatırlıyorum” dedi. Ben de ona üzüntü ve öfkeyle karışık “Madem bu kadar seviyordun neden birlikte olmadınız?” diye sordum. Dedem Hatice’nin Türkiye’ye gelmekten çekindiğini söyleyerek anlatmaya başladı: “Ben Türkiye’ye döndüğümde iki sene boyunca ayda bir onu arayıp benimle evlenmesi için ikna etmeye çalıştım. Son telefon konuşmamızda California’ya taşınan ablasının yanına gideceğini söyledi. Ben de artık onu unutmaya karar verdim, devletin verdiği bursla Kanada’ya yerleşecektim. Her şey hazırdı ama sonra 1960 askeri darbesi oldu, Kanada hayâlim de suya düştü. Tüm bu olanlardan sonra babamın bahçesiyle ilgilenmeye başladım. Bir gün dişim çok ağrıdığı için dişçiye gittim. Bekleme salonunda anneanneni gördüm. Hatice’den sonra ilk defa yeniden aşık olmuştum.”

 

Tüm bu hikâyeyi dinledikten sonra dedeme bir şey söylemedim ama arkama yaslanıp anneannemi düşündüm. Elli dört sene evli olduğu adam neredeyse elli yedi yıl önce tanışıp aşık olduğu başka bir kadının fotoğraflarına bakıp hüzünleniyordu. O gün bahçeden eve dönerken dedem bana arabada Hatice’yi bulma görevini verdi. Ben de Hatice’yi bulmak istemeye istemeye sonunda buldum. İlk önce Tokyo’daki caminin imamına ulaştım, sonra dedemin hatırladığı Türk-Tatar cemiyetinin üyelerinden bir doktorun eşine. Tüm bu araştırmalarım sonucunda da nihayet Hatice’nin geçmişte Japon filmlerinde aktörlük yapan abisine.

 

Hatice’nin Tokyo’da yaşayan abisinden aldığım bilgilere göre Hatice, ablası Raziye ve büyük abisi Ayaz’ın yanına California’ya taşınmış, burada Amerikalı bir askerle evlenmiş ve hemşire olmuştu. Bir gece uzun uğraşlardan sonra internette Hatice’nin telefonunu ve adresini buldum ve dedeme söyledim. Dedem ertesi gün beni yine bahçeye götürdü. Planımız gizlice Hatice’yi aramaktı. Evde anneannemin Hatice’yi ilgili hiçbir şey bilmesini istemiyordu. Bu yüzden California’yla olan saat farkını da hesaba katarak gece geç saatlere kadar bahçede kaldık. Hatice’yi aradım, hoparlörü açtım ve ona dedem adına aradığımı, dedemin onunla Tokyo’da tanıştığını söyledim. Dedemi hatırlamıyordu. Gençken bir sürü Amerikalı askerle çıktığını, sonra ailesinin geri kalanıyla birlikte Amerika’ya taşındığını söyledi. Telefonu kapattığımda dedem büyük bir hayâl kırıklığına uğramıştı. Gözleri dolmuştu. Hatice’nin onu hatırlamadığını kabul etmek istemedi. “Yalan söylüyor, bal gibi hatırlıyor da sana söylemek istemedi” dedi. Ertesi gün uyandığımda çalışma odasında onu yine neşeli buldum. Bu seferki planı Hatice’nin adresine fotoğrafları ve ona yazdığı bir şiiri İngilizceye çevirtip göndermekti. Dedemin istediğini yaptım. Fakat Hatice’yi bir daha arayıp paket eline geçti mi diye öğrenmek istediğimde, Hatice bir daha bizimle konuşmak istemediğini söyledi. Tüm bu olanlardan sonra dedem Hatice’nin fotoğraflarını bana verdi ve öldüğünde mutlaka ona haber vermemi söyledi. Dedemin sözünü yerine getirmedim fakat bir gün tekrar internette Hatice’ye baktım. Çalıştığı hastane sayfasında 13 şubat 2018’de vefat ettiğine dair bir ilan yayınlanmıştı.

 

 

Dedemin Kore’deki ilk aşkını anneannemin bilmediğini düşünüyordum ama yanılmışım. Anneannem her şeyden haberdardı. Bana dedemin ona Hatice’den yıllar önce bahsettiğini, fotoğrafları da yakın zamanda bir gün dedemin çalışma masasının çekmecesinde bulduğunu, hatta ilk başta kendi gençliği sandığını söyledi. Peki neden hiçbir şey söylemediğini sorduğumda, “Deden beni evliliğimiz boyunca çok sevdi, Hatice’yi yeniden hatırladığında artık kanserdi ve çok acı çekiyordu onu mutlu edecek, oyalayacak her şeye razıydım, onu üzmek istemedim” diye cevap verdi.

 

 

Dedemin ölümünün ardından kitaplığından alıp kendi evime getirdiğim kitapları düzenlerken bir gece, 29 Haziran 1958 Pazar günü Amerikalı General R.M Blatchford gemisinde Türk askerlere düzenlenen son yemeğin menüsünü ve menünün kenarına iliştirilmiş Hatice’nin bir fotoğrafını buldum. Sonra gemideki veda yemeğinin menüsüne baktım. Hiç de fena sayılmazdı. Fakat romantik dedemin, o geceki yemekte servis edilen mantarlı file minyonun, patates kızartmasının tadını çıkaramadan büyük bir aşkla yalnızca Hatice’nin fotoğrafına bakıp durduğundan emindim.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Silvina Ocampo
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Silvina Ocampo

Öykülerinde yarattığı, birçokları tarafından fazla tuhaf ve grotesk bulunan dünyasının, etrafındaki tüm yazarlardan ne kadar farklı olduğunu ve ismini, onunla aynı dönemde ve coğrafyada yaşamış yazarlarınkiyle yan yana getirmenin neredeyse imkânsız olduğunu fark ettim.

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Elena Poniatowska
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Elena Poniatowska

Poniatowska bugün hâlâ Mexico City’de San Ángel mahallesindeki evinde yeni yazılar yazmaya ve son romanı üzerinde çalışmaya devam ediyor.

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Hebe Uhart
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Hebe Uhart

İnsanların günlük rutinlerini, bu insanlara eşlik eden evcil hayvanların davranışlarını, eşyaları merak eden bir yazar.

SANAT

YBenim Büyüleyici Dostum Nil
Benim Büyüleyici Dostum Nil

Bir sabah mutfak masasında kahvemi içerken kendimi çocukluğumda beni en çok etkileyen kız arkadaşım üzerine düşünürken buldum.

Bir de bunlar var

Midge’in Sesi, Komedinin Cesareti: The Marvelous Mrs. Maisel
Mutlaka Eşek Sütü İçmelisin
Sokak Tacizlerine Karşı: Tebeşirden Hollaback! Protestoları

Pin It on Pinterest