Biz bu filmi daha önce gördük, sadece bu kadar iyi çekilmemişti.

KÜLTÜR

Bir Başkadır: Sakın kader deme

Bir Başkadır bize birbirini tanımayan fakat kaderin ördüğü (b)ağlarla birbirinin hayatına değen bir grup şehirli, çalışan, yalnız kadını anlatıyor. Büyük bir hayatı ya da düzeni değil, gündeliği kuran kadınlar bunlar. Temizlik yapan, yemek pişiren, çocuklarla ilgilenen, hasta bakan, duyguları çözmeye çalışan, ekranda eğlendiren, yani yaşamı kuran, diziye uygun biçimde klişeye kaçmam gerekirse kalabalıklar içerisinde yapayalnız kadınlar. Hayatlarında bir biçimde yakınlık kurmaya çalıştıkları fakat bu kadınları, onların karmaşık duygularını ve dünyayı algılayışlarını anlamaya çok uzak, yalnızlıklarına yalnızlık katan erkekler var. Bunlardan bir tanesi de yaratıcıları, senarist ve yönetmen Berkun Oya. 

 

Oysa bir çareleri daha var; birbirlerine deva olmak. Fakat ne yazık ki sınıflar, kimlikler, inançlar ve örtülerle aralarına kalın duvarlar örülmüş ve Berkun Oya, bu tür hikâyelerde sık sık yapıldığı gibi bu kadınları birleştiren şeylere bakmak yerine, yenilikçi bir bakışla kamerasını bu duvarlara çevirmiş. Bu kadınların her biri toplumun belli bir kesimini temsil etmenin yükünü taşıyor omuzlarında. Bir Başkadır’da kadın ve erkek tüm karakterler sembolik olamayacak kadar derin, fakat gerçek birer insan olamayacak kadar da yapıntı. 

 

Hâlâ izlemeyen kaldıysa, ki hayatta her şey mümkün örneğin ben de bu yazıyı bu dizi hakkında okumaktan hâlâ sıkılmayan kaldıysa diye yazıyorumhikâyeyi özetleyeyim. Gündelikçi olarak çalışan Meryem, bir süre önce iyice yoksullaşan hırçın ve eski komando abisi Yasin ve bir kaç kez intihara teşebbüs eden depresyondaki yengesi Ruhiye ile yaşamaktadır. Arada geçirdiği baygınlıklar onu psikiyatrist Peri’nin odasına sürükler. Peri ilk seansta gizemi çözer: Evini temizlediği Sinan’a abayı yakmıştır Meryem. Peri de arkadaşı Gülbin’den süpervizyon almaktadır ve başörtülü kadınlara karşı önleyemediği bir nefreti vardır. Çünkü beyaz Türk’tür Peri, başka ne olabilirdi ki. Mavi gözlü terapist Gülbin’in de kendi gibi olduğundan çok emindir fakat yanılmaktadır, Gülbin’in ablası da başörtülüdür aslında. Gülbin ailesine benzemez, hatta Sinan’la gelişigüzel bir ilişkisi vardır ama yine de… Meryem, tüm ailesinin sözünden çıkmadığı botanik Müslüman Hoca’nın muhtemel itirazlarıyla karşılaşmamayı başararak, Peri’yle seanslarına devam eder. Meryem’in varlığı Peri’nin tüm sorunlarını yüzeye çıkarmaktadır. O sırada hocanın elektronik müzik meraklısı eşcinsel kızı Hayrünnisa bir gece kulübünde Yasin’le karşılaşır ve buna benzer pek çok tesadüfle hayatlar birbiriyle çarpışmaya devam eder. 

 

Hikâyeye ve karakterlere dair daha detaylı yorumlara girmeden önce, ki bol bol spoiler içereceğini belirteyim, dizinin referans dünyasından ve oluşturduğu evrenden bahsetmek istiyorum. Öncelikle, ismi toplumsal yapısıyla “bir başka” olduğuna hiç şüphemiz olmayan memleketimizin darbe tarihinde yeri olan bir şarkıya gönderme yapıyor ve daha baştan bize bir fikir veriyor. Bir Başkadır adeta kolektif hafızamıza saldırıyor, özellikle de sinema tarafından oluşturulan hafızamıza. Dizi, Meryem’i şehrin içinde seyahat halinde takip ederek açılıyor. 70-80’li yılların köyden kente göç temalı filmlerinden hatırladığımız gerçekçi, kaotik, kültürel ve sınıfsal olarak iç içe geçmiş İstanbul’unu gösteriyor bu kısım. Banker Bilo’dan Köyden İndim Şehire’ye bu görüntü bize, ait olmadığı bir kentte tutunmaya çalışan bir insanı tanıyacağımızın sinyalini veriyor. Fakat 80’lerden bugüne çok şey değişti, Meryem’i şaşkın bir halde değil, bu kalabalıklar içinde ciddiyet ve beceriyle yürürken görüyoruz. Referans silsilesi dizi boyunca devam ediyor. Yeşilçam’ın tesadüfi karşılaşmalarıyla sarmalandığımız yetmezmiş gibi, kendimizi bazen Atıf Yılmaz’ın geniş açılarında, bazen de Nuri Bilge Ceylan’ın ya da Zeki Demirkubuz’un ustalıkla hafızamıza kazıdığı ve Berkun Oya’nın maalesef o kadar maharet gösteremediği, sıkışmış karakterlerin sınırlı bir kelime haznesiyle varoluşsal dertleri ifade ettiği bir sahnenin içerisinde buluyoruz. Sonra bir anda, Çoğunluk’u hatırlatan, yoğun duyguların sezildiği ama görülemediği bir başka boşluk hissine sürükleniyoruz. Sarmaşık’ın alegorik dünyasından, Kelebekler’in aile yorumuna zıplıyoruz. İlk bölüm, Ferdi Özbeğen’in konser görüntüleriyle sona eriyor. 

 

Bir “eski Türkiye” kesiti sunuyor bize Ferdi Özbeğen’in bu kaydı. Nostaljik, tasasız ve romantik bir an. Ferdi Özbeğen’in kendisi de, tıpkı Bir Başkadır’ın karakterleri gibi sonsuz bir toplumsal yükü sırtında taşıyor aslında. Ermeni bir anne ve Girit göçmeni bir babanın çocuğu olarak hayata gelen Ferdi Özbeğen’in Hıristiyan inancıyla büyüdüğü, eğitim hayatına bir Ermeni okulunda başladığı ve sahne hayatından önce “Ferdinand” ismini kullandığı iddiası sır olmayan fakat az konuşulan bir durum. Daha iyi bilinen bir meseleyse Özbeğen’in açık bir eşcinsel oluşudur. Öyle ki, hayatını birleştirdiği Hilmi Mutlu’yla yasal olarak evlenme fırsatı bulamadığı için, Mutlu’yu evlat edinmek durumunda kalmıştır. Türkiye tüm bunları bilir fakat bilmezden gelir. Aksi halde, bu toplumun en çok nefret duyduğu iki kimliği, Ermeniliği ve eşcinselliği taşıyan Özbeğen’in yeteneğinin tadını çıkarmak pek mümkün olmayacaktır. Berkun Oya kamerasını, toplumun da kurmacanın da sıklıkla unutmaya çalıştığı, oysa bireylerin neredeyse omurgadaki bir ağrı gibi hiçbir zaman unutamadıkları kimliklere yöneltmiş.  

 

Berkun Oya’nın hikayeleri, içini doldurmaya mecbur kaldığımız bir boşluk yaratır. Bu üslup, yaratıcıyla onu izleyen arasında işteş bir sürece sebebiyet verir ve güzeldir. Fakat aynı zamanda, kritik yapmak istediğinizde de elinizi kolunuzu bağlayan bir tarzdır bu. Zira ne zaman Oya’nın bir önerme sunduğunu düşünseniz o bunu reddedebilir. Bizi sadece anlamaya değil, sezmeye de zorlar. Feminist eleştiri de sık sık bu yolu talep eder, ki ben de bunu takip edeceğim. Bir Başkadır’ı izlerken gözümün önüne gelen görüntü şuydu: Beş benzemez kadın bir odada sohbet ediyor ve Berkun Oya da yanlarında. Karakterler kendilerini ve dertlerini anlatmaya çalışıyor fakat Oya sadece anlamak istediğini anlıyor. Örneğin psikolog Peri “ben yalnız, bağ kuramayan ve ileri yaşına rağmen ailesiyle meselesini çözememiş bir kadınım” diyor, Oya “hıhı, üst sınıflıktan olmuştur o” diye yorumluyor. Meryem “biz ailecek birbirimizi çok seviyoruz aslında ama birbirimize yardımcı olamıyoruz” diyor, Oya yapıştırıyor cevabı: “E işte o da fakirlikten, cehaletten ve köylülükten.” Karakterler, kendileri hakkında dışarıdan bir gözün hadsiz yorumlarına maruz kalmaksızın yaşayamıyor. 

 

Mesela Gülbin AKP’li olduğunu anladığımız ablasıyla hesaplaşmak zorunda çünkü o eğitimli bir Kürt kadını. Oysa Gülbin’e baktığımızda hayatındaki asıl meselenin bu olduğunu görmüyoruz hatta engelli kardeşinin bakımına dair bir fikir ayrılığı nasıl oluyor da buralara geliyor, bunu anlayamıyoruz. Anlıyoruz aslında fakat bu çatışmada Oya’nın kurmaya çalıştığı ikilik öylesine zorlama ve didaktik geliyor ki, hiçbir bağ kuramıyoruz. Evet, Gülbin ve ailesi birbirinden öyle farklı ki adeta başka ülkelerden gelmiş gibiler, muhakkak ki aidiyet hissini bulmakta zorlanarak büyümüştür. Fakat Gülbin’i aynı zamanda ilk bölümlerden itibaren pek de tatmin olmadığı ve biraz tahammül ediyor göründüğü bir ilişkinin içerisinde görüyoruz. Daha sonra bu ilişkiden çıktığında arkadaşlarına “en kötüsü de eve dönemediğim zamanlardı, sabah uyandığımda ‘ben naapıyorum’ derdim” diyor. Gülbin, belirgin bir çekiciliği, hoş bir sohbeti,  hatta herhangi bir ilginç özelliği olmayan bu vasat adamla, en az haftada bir gece “okey” bir seks yaparak ve sabahında da yabancılaşarak uyanmayı neden tercih ediyor? Karakterler tam kişisel yaşamlarına dair bir değişim yaşayacakken hikâye bir anda asla değiştiremeyecekleri bir şeye, kimliklerine dönerek onları bir kutuya hapsediyor. 

 

Bu hapsedilmişlik aslında biz izleyiciye de çok tanıdık. Bizler de sıklıkla toplumun anlamlı bir parçası ve değerli bir öznesi olmak yerine bir istatistik, çok renkli bir pasta grafiğinin bir dilimi gibi görülüyoruz. Alevi oylarımız CHP’ye gidiyor ya da bir mektupla İmamoğlu’nun hanesine sayılıyoruz. Bazen bir toplantıya, buluşmaya ya da panele sırf  “e bir tane de kadın/LGBTİ+ olsun” denilerek çağırılıyoruz. Biz sinema yaparsak onun adına kadın sineması, müzik yaparsak Kürt müziği, roman yazarsak kuir edebiyatı deniyor. Onlar yaptığında ise sanat. Onlar yani Oya, Nuri Bilge Ceylan, Seren Yüce, Demirkubuz ve benzerleri; onlar hikâye anlattığında o hikâye toplum üzerinedir. Onlar insanlığı anlatır, geri kalanların payına da küçük hikâyeler düşer.

 

Ve bir de yoksulluk vardır tabii. Bazılarımız “yoksulluk sınırının altında” ve “açlık sınırı”nın çevresinde, yani hayatı sürdürmenin hep sınırında, hikâyemiz, gerçekliğimiz görülmeden yaşayıp gideriz. Ali Şimşek, EK Kültür için yazdığı yazıda, gerçek hayattaki Meryem’lerin Bir Başkadır’ı pek beğenmeyeceklerini söylüyor ve bilindik yerli TV dizilerinden farklı sinema dilini gerekçe gösteriyordu. Bense sebebin farklı olduğunu düşünüyorum. Siz yoksul olsanız, size “evet bizimkine göre yaşam koşulların berbat ama inan siz daha iyi ve mutlu insanlarsınız, bizse yalnız ve kepazeyiz” diyen bir diziyi izlemek ister miydiniz? Yoksa, kendiniz gibi yoksul insanların tıpkı tanıdığınız insanlar gibi bazen iyi bazen de kötü ama her zaman kendi ormanlarının kralı olduğu, avını paramparça ettiği Çukur’u mu izlemek isterdiniz? Tekrarlayayım, artık 1980’lerde değiliz, Meryem’lerin bu şehri ve tüm gerçekliğini avucunun içi gibi bildiği bir dönemdeyiz ve Neşeli Günler de artık bir orta sınıf nostaljisinden daha fazlası değil.     

 

Meryem tabii ki Çukur’u, Esra Erol’u ve benzeri “totale” hitap eden yapımları izlemeyi seviyor. Haftanın belli günlerinde Esra Erolların ve Çukurların dünyasından Bir Başkadır’ın nizamlı ve beceriksiz dünyasına bir yolculuğa çıkıyor. Zannediyorum sırf hayatındaki kadınları dövmediği için çok sevmemiz gereken abisinin evreninden, hayatta bir tek nasıl kahve yapılacağını öğrenmiş, onu da kendisine değil temizlikçisine yaptıran Sinan’ın evrenine gidiyor. Babacan ve hoşgörülü hocasının yanından, başörtülü kadınlara nasıl yardım edeceğini bilmeyen, kişisel dertleri izleyicide ağır bir utanç hissi uyandıran sığ psikiyatrist Peri’nin yanına geçiyor. Peri zayıf kalmak için glutensiz besleniyor ve yoga yapıyor, erkeklerle tanışmak için hiç istemediği etkinliklere gidiyor, ailesine hâlâ bir çocuk gibi kızgın ve başörtülülere yönelik hislerini asla kendisine yakıştıramıyor. Berkun Oya, Peri’yi karikatürleştirmeye doyamamış olacak ki bu inanç düşmanına bir de New Age merakı ekliyor ve onu, neredeyse herkesin görebileceği bu açık çelişkiyi göremez kılarak aptallaştırıyor. Özetle, meslek sahibi eğitimli bir kadından, evde kalmış kız kurusu klişesine taşıyor karakteri; bağlam sınıfa kaydırılıyor ve Peri’den ve Peri’nin temsil ettiği her şeyden tiksinmeye; yani aslında, Bir Başkadır izleyicisi olarak tanıdığımız birçok kadını simgeleyen bir kadından nefret etmeye, hadi iyi niyetli olalım, en azından küçümsemeye zorlanıyoruz. 

 

Ama Meryem Peri gibi değil. Meryem bize, mutluluğun ve mananın çok daha başka yerlerde gizli olduğunu göstermek için var. Belki Peri de Meryem gibi evlenmek, parmağında yüzük görmek istediğini itiraf edebilseydi çok daha mutlu olabilirdi. Peri’nin Meryem’i kıskandığını açık açık söylüyor Gülbin ama ne fayda, Peri’nin hacıyı hocayı beğenmeyen materyalist dünyası buna izin vermiyor. Dördüncü bölüm, Fransız yönetmen Maurice Pialat’nın Bosphore isimli kısa belgeselinden görüntülerle sona eriyor. Bosphore, yönetmenin 1964 yılında İstanbul’da çektiği altı kısa belgeselden biri. Onu diğerlerinden ayıran özellik, şehri Avrupa ve Asya, modern ve geleneksel, Doğu ve Batı, Osmanlı ve TC olarak ayıran Boğaz’a odaklanıyor olması. Berkun Oya bir kez daha kendi yarattığı hikâyenin hiç işaret etmediği bir yere iteliyor izleyiciyi ve zorlama bir bağlam daha ekliyor. İzlediğimiz hikâyeyle Bosphore arasındaki yegane bağlantı, Peri’nin ailesinin yaşadığı yalının boğaza bakıyor olması ama hayır, emir büyük yerden, modernizm üzerine düşünmek durumundayız. Oya “Bakın beğenmediğiniz hocanın lezbiyen kızına, “ diyor adeta. “Hiçbiriniz onun kadar özgür değilsiniz!”

 

Kendi yarattığı bir dünyadan öğrendiklerini bize, özellikle de kadın izleyiciye parmak sallayarak ders niyetine öğretiyor. Kadınların inançla ilişkisini, din sebepli baskının bizler için ne anlama geldiğini, örtünmeyi, açılmayı, lezbiyen olarak açılmayı, sanki bütün bunlar başlı başına birer büyük, toplumsal mesele değilmiş gibi kendi mesajının arka planına yediriyor. Bir Başkadır’ın ardından pek çok kişinin, Oya’yı kendisini sosyolog sanmakla itham ettiğini duymuşsunuzdur. Bu tatsız bir yorum, kurmacayı toplumla ilgili büyük sözler söylemekten alıkoymak onu atıl bırakmak olur. Sorun bu gözlemler ya da sözler değil, sorun, gerçek insanların, kadınların, bir büyük önermeyi doğru kılmak için tüm yaşamsal koşullarından koparılarak birer mizansene dönüştürülmesinde. Berkun Oya’nın zıtlıklar oluşturarak kurmaya çalıştığı anlatının gerçek hayatta bir karşılığı yok. Bir Başkadır evreninde psikiyatrinin karşısında maneviyat var; gerçek hayatta ise psikiyatriye kim ulaşabiliyor ki maneviyatla arasında bir tercih yapsın. Gülbin’in karşısında Peri var; Meryem’in karşısında Sinan; Sinan’ın karşısında Yasin; Yasin’in karşısında hocanın kızının sevgilisi. Bu nüanssız, anlayışsız zıtlıkların öyküye bir katkısı da yok, o büyük önermeye hizmet ediyorlar yine. 

 

Ve bunca temsili karakter, yapıntı çatışma ve nefret nesnesi kadından sonra, Oya kadın karakterlerine ufak zaferler kazandırarak kendince bir güç bahşediyor. Fakat açıkçası bu zaferler de yine erkek dünyasının değer yargılarıyla kurgulanıyor. Örneğin, Sinan’ın Gülbin’i küçük düşürdüğünü düşünmüş olacak ki, Gülbin’in Sinan’la dalga geçtiği bir sohbeti Sinan’ın tesadüfen duyması onun kendi boşluğuyla yüzleşmesine ve depresyona girmesine sebep oluyor. Bu arada maalesef bu topraklarda doğan hiçbir senarist, bir karakter “kulak misafiri” olmadan hikâye akıtamıyor. Fakat biz gerçekten Gülbin’in Sinan tarafından aşağılandığını düşünmüş müydük? Sinan kim ki? Erkekleri arzulayan her kadının karşısına bir noktada çıkan bu klişeden bir çırpıda kurtulmak yeterli bir zaferdi zaten. Fakat Oya, “Sinan kim ki?” sorusunu cevaplamaya kararlı. Bölümler boyunca üç ayrı kadın tarafından öyle ya da böyle arzulandığını öğrendiğimiz bu karakterin ödipal açmazlarına davet ediliyoruz ve aslında düşündüğümüzden de sefil biri olduğunu görüyoruz, ne sürpriz! Buralarda şaşırtıcı, beklenmedik tek bir şey bile öğrenmiyoruz Sinan hakkında. Asıl sorunun cevabı hâlâ  havada asılı duruyor: Bu kadınlar bu adamda ne buldu?

 

“Zaferler” birbiri ardına geliyor. İmamın kızı Hayrünnisa’nın sevgilisi, daha önce kendisini tartaklayan Yasin’i bıçaklıyor. Bu da öyle ahım şahım bir zafer değil aslında, Yasin kadına zarar verdiğinde sadece işini yapmaya çalışıyordu, üstelik Hayrünnisa’yı babasına şikayet ettiğinde de bir terslik çıkmamıştı, zaten Yasin hafif maço ama pırlanta gibi bir adamdı. Gerçek hayatta, dindar ya da değil herhangi bir ailede, bir genç kızın babasından habersiz bir kulüpte kız arkadaşıyla tuvalette oynaşırken güvenliğe yakalanması ve tekme tokat atılması, en azından tatları kaçırır. Gerçek hayattan kastım insanların sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda kapitalizm ve patriyarkanın içinde yaşadığı dünya… Sonra bir zafer daha: Yasin’în çocukluğunda yaşadığı bir cinsel şiddet travmasını atlatamayan ve dizi boyu adeta bir ruh gibi ortalıkta dolanan karısı Ruhiye, öldü zannettiği failin yıllar önce kocası tarafından sakat bırakıldığını, bütün köye rezil edildiğini ve hayatının karartıldığını öğrenince zınk diye toparlanıyor. Elbette, şiddet travması olan bir kadını bir başka şiddet eğilimli erkekle yaşadığını öğrenmek kadar mutlu edecek ne olabilir ki… Ve o tecavüzcünün pişman, mazlum bir Kürt, Yasin’in ise komando olması, bir kez daha içine düşürüldüğümüz ikilik, aman da ne enteresan. Oya, bu eril intikam fikrinin kadınlar için de erkekler kadar cazip olduğuna karar vermiş olacak ki, klişe bir karakter aksı iyice uyduruk bir finalle sona eriyor. 

 

Peki Meryem’in zaferi? O da, arzu nesnesi olan Sinan’dan vazgeçip gerçek bir romansta mutluluğu bulmak oluyor. Küçücük bir şey istemişti o bir yüzük ve nihayet ona kavuşuyor. Biliyorsunuz, böyle küçük hayalleri sadece yoksullar ve kadınlar kurar. Esasında Meryem’in müstakbel kocası imam da yoksuldu (aynı zamanda da Jung meraklısı. Bu karakterlerin gelişiminde bir başka deha olan Hakan Günday’dan yardım alınmış sanırım.) Sonuç olarak arzu nesnesini tavlamayı başardı. Yasin de yoksul ama anlaşılan o da arzu nesnesi olan kadınla evlenmiş. Onlar sadece düzgün insanlar olmayı becererek, ki onu da ne kadar becerdikleri tartışılır, buna sahip olmayı hak etti. Saf, zeki, becerikli, cefakar ve her zaman hayatın matrağının peşinde koşmayı bilen Meryem ise başta çirkin, geveze, hadsiz ve sıkıcı bulduğu imamla yetinmek zorunda. Zaten hikâye baştan Meryem’e arzuyu değil, platonik bir aşkı layık görmemiş miydi? Bir başörtülünün neyine arzu? Meryem’in cinsellikle ve arzuyla ilişkisi ancak Sinan’a mastürbasyon tülbenti vermekle ve suçluluk hissettirmekle sınırlı. 

 

Elbette tüm bu hikâyede asıl zafer Berkun Oya’nın. Öncelikle tüm detay ve referanslarıyla, kısmen derin denilebilecek bir hikâyeyi bir tık canavarına dönüştürebildiği için. Ardından, iktidar hakkında konuşmaktan yorulan bizlere, toplum hakkında konuşmayı ne kadar özlediğimizi gösterdiği için. Bizleri kendimiz, tanıdığımız ve tanımadığımız ama hakkında fikrimiz olan insanlar hakkında konuşmaya zorladığı için. Yine de tüm bu yetenek, emek ve detayın zaten binlerce kez konuşulmuş, pek bir çarpıcılığı kalmamış birtakım gözlem ve fikirleri küstahça anlatmak için kullanılmış olması, esasında alışık olduğumuz erkek anlatı diline yeni hiçbir şey katılmadığını gösteriyor. Özetle, biz bu filmi daha önce gördük, sadece bu kadar iyi çekilmemişti.

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ENGLISH

YEthos: Don’t ever call it fate
Ethos: Don’t ever call it fate

We have seen this film before, but it was never shot this well. 

KÜLTÜR

YAlef ve Dijital Platformda Diziler: Anlatılan Bizim Hikayemiz Değil
Alef ve Dijital Platformda Diziler: Anlatılan Bizim Hikayemiz Değil

Alef, transların inşa ettiği değişimi tek bir yumruk darbesiyle yere sermekten, dünyanın translarla ilgili algısını, bildiklerini, tekrarlamaktan çekinmiyor. Ne uğruna?

Bir de bunlar var

Kedim öldü. Ve bu bir kayıp!
“Türkan Şoraylıya Gidelim, Ağlarız Güzel Olur”
Anne Müzesi: Hürmetli, romantik, kutsal bir unutturma faaliyeti

Pin It on Pinterest