Birkaç yıl önce, bir seri tecavüzcünün yaşadığım mahalledeki kadınlara saldırmasından hemen sonra, üç gün boyunca kendini savunma kursuna kaydolmuştum. Orada öğretilen ilk şey, menzile kararlılıkla ilerler gibi hızlı adımlarla yürümenin caydırıcı bir etkisinin olabileceğiydi.

KÜLTÜR

Şiddeti Savuşturma Mücadelesinin Kıyısında Amerika’da Kadın Olmak

Yazar R.O. Kwon’un Paris Review’da yayımlanan “On Being a Woman in America While Trying to Avoid Being Assaulted” başlıklı yazısının çevirisidir.

 

 

Son zamanlarda, pek çok insanın ama özellikle erkeklerin, Amerika’da kadın olmanın, gündelik şiddete maruz kalmamaya uğraşarak, kimi zaman yine de maruz kalarak yaşamanın nasıl bir şey olduğuna ilişkin halen en ufak bir fikre sahip olmadıklarından kuşkulanır oldum. O nedenle, geçtiğimiz birkaç haftadır, kendi yaptıklarımı gözlemler haldeyim.

 

Örneğin ben, yürüyeceğim sokağı seçiyor, güvenli bulmadıklarıma adımımı atmıyorum. Diyelim, asansörün kapıları açılıyor, içeride bir adam var: Hemen orada, o saniye, onun cüssesini kendiminkiyle kıyaslayıp, mecbur kaldığım takdirde, ona karşı koyup koyamayacağımı hesaplıyorum. Arabama binmeden önce, biri saklanmış mıdır görmek üzere arka koltuğu kontrol ediyorum. Bardayken içki bardağımı asla başıboş bırakmıyor, tuvalete gitmem gerekiyorsa, onu da beraberimde götürüyorum. Cinsiyetsiz tuvalet mi çıktı karşıma, o durumda bardak da benimle birlikte kabinin içine kadar geliyor. Arabama biner binmez ilk iş, kapıları kilitliyorum, sonra hiç oyalanmadan, çarçabuk onu sürmeye başlıyorum. Barda, sipariş ettiğim içkiyi beklerken, adamın biri yanıma yanaşıp konuşmaya başlıyor diyelim. Ona kibarca, mümkünse kısaca, karşılık veriyorum: Öfkesini uyandırmamaya gayret ederek kendisiyle ilgilenmediğimi açıkça ona belirtebilmiş olmayı umuyorum. Tanımadığım birinden, bir erkekten, huzursuz eden e-postalar geliyor. Hangi seçeneğin daha güvenli olduğunu kafamda tartıyorum, acaba yazılı mesajlarını doğrudan çöp kutusuna gönderecek bir filtre mi oluştursam, yoksa söylediklerinden haberdar olmaya devam mı etsem diye. Filtreyi oluşturuyorum, sonra oluşturduğum filtreyi kaldırıyorum. Haberdar olmak daha iyi, galiba.

 

Arabamı spor salonunun yakınlarına park ediyorum. Biri laf atıyor, onu duymazdan gelmiş gibi yapıyorum. Akşam saat dokuzu geçtiyse, metro istasyonuyla evimin arasındaki kısa mesafeyi yürümemeye karar verip Lyft taksiye para ödüyorum. Taksiye binmeden önce plaka numarası, çağırdığım taksininkiyle eşleşiyor mu, kontrol ediyorum. Barın tuvaleti arka tarafta, ulaşmak için karanlık bir koridordan geçmek gerekiyor, feci de sıkışmışım mesela, çişimi tutmaya karar veriyorum, eve varana kadar tutabilirim. Metroyu beklerken platforma yaklaşmadan, geride duruyorum:  Toplu taşımacılıkta çalışan bir arkadaşımın raylara itilen kadın sayısının erkeklerden daha fazla olduğunu hatırlatan sözleri kulağımda çınlayarak. Hava kararmışsa, arabamı sokak lambasının altına park ediyorum. Sosyal medya hesabıma tanımadığım bir adam, doğrudan özel mesaj atmış: “Selam, güzellik.” Dikkate almıyorum. Yoo, hayır, hesabı engelliyorum. Otoparkta aracıma doğru ilerlerken anahtarları, sivri uçları yumruk yaptığım elimin parmak aralarından çivi gibi dışarı bakacak şekilde tutuyorum, olur da bir silaha ihtiyaç duyarım diye. Birkaç yıl önce, bir seri tecavüzcünün yaşadığım mahalledeki kadınlara saldırmasından hemen sonra, üç gün boyunca kendini savunma kursuna kaydolmuştum. Orada öğretilen ilk şey, menzile kararlılıkla ilerler gibi hızlı adımlarla yürümenin caydırıcı bir etkisinin olabileceğiydi. Böylece, daha az savunmasız görünürmüşüz. Akşam karanlığı çökmüş, adımlarımı hızlandırıyorum. Yüzüme kararlı bir ifade oturtmaya çalışıyorum. Göz teması kurmuyorum.

 

 

 

 

Kulüp Mission’da bir partiye gitmek üzere yolda yürürken yalandan telefon aramaları yapıyorum, önceden kaydettiğim ses mesajlarını, sevdiğim insanların kulağımda şarkı gibi yeniden çınlayan seslerini dinleyerek. Günbatımından sonra kapımın zili çalıyor, evde yalnızım, evde yokmuşum gibi davranıyorum. Lafla, ıslıkla taciz ediliyorum, edene kötü kötü bakıyorum ama ses etmiyorum. Seyahatim sırasında, otel odamın kapısını birkaç saatliğine kilitlemeyi unuttuğumu fark ediyorum. Odama dönünce dolap içlerini, duş teknesini bir bir kontrol ediyorum, kimse saklanıyor mu diye. Yürürken üç kişinin bana doğru yaklaştığını görüyorum. Hava kararmış, galiba üçü de erkek, geriliyorum. Çantamdan cep telefonumu çıkarıyorum. İçlerinden birinin kadın olduğunu görünce, rahatlıyorum, telefonu tekrar çantama sokuyorum. Konuşur gibi yaptığım düzmece telefon aramalarımın sayısı, gerçek aramalardan daha fazla. Yorgun düşüyorum. Öfke doluyum. Yürürken, kazara biriyle göz göze geliyorum, kendi kendime, Sert bak, diye komut veriyorum. Korkutucu görün. Bu kadar ürkmüş bakma Allah aşkına.

 

Bir erkek yazarın kaleme aldığı bir romanı okurken, içinde, gecenin bir vakti evine yalnız yürürken, kendi can güvenliği ile ilgili aklının kıyısından şuncacık düşünce geçmeyen bir kadın, Amerika’da yaşayan bir kadın kahramana rastlarsam, o karakter bana öylesine gerçek dışı geliyor ki, okumayı orada kesip kitabı bir yana bırakıyorum.

 

Birkaç ay evvel, ilk romanım yayımlandı. Kitabın tanıtımı ile okur söyleşileri için epey seyahat ediyorum bu ara. Söyleşilerde bana, romanımda neden cinsel şiddet olduğunu ya da neden bu kadar fazla olduğunu ya da kısa sayılabilecek bir romanın akışında neden birden fazla kadının cinsel saldırıya uğradığını soranlar oluyor. Sorular bu eksen etrafında çeşitlense de temelinde hep aynı yanıtı arıyor, arayanların çoğunluğunun cinsiyeti de erkek: Tercihiniz neden bu yönde oldu?

 

Böyle sorulara joker niteliğinde verdiğim karşılık şu oluyor: Soruların önünü tıkayan mutlak ‘niçin’lerle yazmıyorum, kafamda belli mesajları iletme kaygısıyla yazmıyorum. Yazmak, benim için, buluş, yaratış ya da tasarlayış gibi önceden bilinen kesin bir işleyişten çok düşüncelerin yavaş yavaş başka düşünceleri araladığı bir oluşun içinde, kendimi bir kanal gibi gördüğüm keşif sürecine daha yakın duran bir eylem. Bazen kendimi yapan/yaratan kişiden ziyade tanıklık eden biri gibi görüyorum. Cevaplar sunmak üzere yazmıyorum diyorum soranlara. Çok sevdiğim yazar Cortázar’ın deyişiyle, “Tercihimi hep sorular tarafında kalmaktan yana kullandım.”

 

Ama bakın, şu da var: Kendi can güvenliğimin süregiden tasarısına titizlikle gösterdiğim onca dikkate rağmen hiçbiri beni korumaya yeterli olmuyor. Elle yapılan tacizler, olmaması gereken yerlerde dolaşan erkek elleri, bardaki yabancı erkekler, gecenin sonunda kendisine odasına çıkmak istemediğimi söylediğimde ellerini saçıma götürüp saçımı çeken kitap editörü… Romanımda olayların çoğu bir üniversite kampüsünde geçiyor. Üniversite yaşamımda olduğu gibi hayat deneyimde de şahsıma yönelik şiddet ihtimalini düşünmeden geçirebildiğim bir günüm olmadı. O zaman cinsel şiddet, romanlarımda belki de ışık ya da diyalog kadar doğallıkla beliriveriyordur: yaşantımın en derinine işlemiş öyle ayrılmaz bir parçası ki onu dışarıda bırakmayı düşünmekte zorlanıyorumdur.

 

Hakkında, hukuki geçerliliği olan birden çok cinsel saldırı ve taciz suçlaması bulunmasına karşın Brett Kavanaugh’un Yüksek Mahkeme üyeliği adaylığının onaylandığı gün, kendimi evden dışarı attım. Bir sürü uyduruk iş peşinde oradan oraya koşarak kendimi meşgul etmeye çalışırken,  ağlamamaya çalıştım. Market Street boyunca yürüdüm. Adamın teki laf attı. “Dalga mı geçiyorsun lan benimle,” diye bağırdım, ilk kez, cesaretle tutuşmuş bir öfkeyle. “Bula bula, bugünü mü buldun!”

 

Öğleden sonraydı, kalabalık bir caddedeydim, yine de adamın yüzündeki ifadenin bir anda sertleşmesi karşısında dehşete kapıldım. Keşke bir şey dememiş olsaydım diye geçirdim içimden. Oradan koşar adım uzaklaştım.

 

Bunca yıllık ömrümde, kızgın erkekler hakkında öğrendiğim bir şey varsa o da bir anda çok tehlikeli varlıklara dönüşebilecekleridir.

 

Geçenlerde bir arkadaşla aramızda şakalaşırken “Bu günlerde sık sık kapıldığım kıpkızıl öfke nöbetlerinden sonra hâlâ nasıl olup da akkorlaşıp cayır cayır yanmıyorum, şaşıyorum. Karanlıkta neden ışık saçmaya başlamadım hâlâ?” dedim.

 

Kavanaugh ile aynı üniversitede okuduk, cinsel şiddet vakası şikâyetlerinde sicili en kabarık, şanlı Ivy League okullarından biri olan Yale Üniversitesi’nde. Üniversiteye başladığım ilk hafta, kampüs boyunca belirli noktalara kurulmuş mavi kulübelerin işlevine dair bilgilendirildim: Gece karanlığında belli belirsiz parlayan, kocaman mavi ışıklarla donatılmış o telefon kulübeleri hakkında. Acil durum düğmesine basarsak, olduğumuz yere hemen yardım gönderilirmiş. Yale’de geçirdiğim yıllar süresince o düğmeye basıp yardım çağıran tek bir kadın tanımadım. Saldırıya uğradıktan sonra, suçu bildirecek kadar kendini güvende hisseden tek bir kadın tanımadım. Geceler boyunca, o mavi kutuların, telefon kulübelerinin soluk ışıklarının yanından geçip giderek evime yürüdüm.

 

 

 

Ana görsel: John Singer Sargent, Street in Venice, 1882.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Ekofeminizm Üzerine bir Söyleşi: Ekovegan Bahçe
‘Cinayet Yoksa Kız Polisiyesidir’
Bilim Kanıtladı: AZ ÜTÜ = ÇOK SEKS

Pin It on Pinterest