Toplum ve hukuk, son derece planlı ve organize suçları doğrudan işlemiş yahut iştirak etmiş fail kadınları nasıl görüyor?

MEYDAN

Suç ve Kadın I : Kişiliksizleştirilen “Fail” Kadınlar ve İmdada Yetişen Feminist Kriminoloji  

Nasıl da aşinayız fiziksel şiddete, cinsel saldırıya maruz kalan, cinayet kurbanı olan kadın haberlerine. Kulaklarımızda her gün yankılanan mağdur kadın hikayeleri; bir kadın ancak erkek şiddetine maruz kaldığı ya da canını yahut “namusunu” korumak için kendini savunduğu andan itibaren kriminal bir olayın kahramanı olabilirmişçesine kurgulanmakta. Öyle ya; ekseriyetle faillikten uzak hikayelerin kahramanları olarak gördüğümüz kadınlar ya fiziksel ve cinsel şiddet mağduru, ya nefs-i müdafaa ederken suça bulaşmış, ya da en fazla (kötü yola) fuhuşa“düşmüşlerdir”! Kadını failliğinden arındıran bu diskur içinde; suç ve kadın kavramları ancak bu şekilde bir araya gelebilir.

 

Peki suça bulaşan kadınlara nasıl muamele eder toplum ve hukuk? Suç kime aittir? Kime ve neye göre yargılanır kadınlar? Bir saldırıya karşı gelmeleri ile bir saldırıyı bizzat planlamaları arasında fark var mıdır toplum ve hukuk nezdinde? Yoksa Çilem Doğan’ın ve Nevin Yıldırım’ın maruz kaldıkları fiziksel ve cinsel şiddete karşı koydukları ve failleri öldürdükleri davalarda da tanık olduğumuz gibi, bir takım elbise ile yargıya masumiyetini gösteren erkeklerin aksine hukukun fire vermediği, “iyi hal”  ihtimali dahi olmayan yargısal uygulamalarla mı karşılaşırız?  En az erkekler kadar planlı ve şiddet içeren saldırıların faili olan kadınlar hâlâ aynı kadınlar mıdır toplumun nazarında? Suçlu kadın olmak ne demektir? Suçun erkeğe yakıştırıldığı; atın, avradın, silahın erkeğin olduğu, ve o silahın kime doğultulduğunun bir öneminin olmadığı patriarkal düzende kadın failliği nasıl konumlandırılır?

 

Son derece planlı ve organize suçları doğrudan işlemiş yahut suça iştirak etmiş fail kadınları nasıl kabul ediyor ve tanımlıyor toplum ve hukuk?

 

Bu sorulara yanıtını vermek için mağdur kadınların hak mücadelesine ayırdığımız yoğun mesaiden zaman çalıp, fail kadınların kriminal kimliklerine ve sosyal varlıklarına tarihsel ve sosyolojik bir perspektif ile yaklaşmak gerekli. Çünkü suç işleyen yahut suça iştirak eden kadını kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme ve insanlıktan çıkararak fail kimliğinden arındırma çabası toplumsal normalara, hukuka, cezai kurumlara ve ceza pratiklerine derinlemesine nüfuz etmiş durumda; ve bu durum neredeyse her soruşturma, yargılama ve kovuşturma sürecinde karşımıza çıkmaya devam etmekte.

 

Öncelikle belirtmek gerekir ki; sıklıkla suç ve şiddet olaylarında kurban rolünde gördüğümüz kadınlar, erkek egemen kriminal literatürün iddia ettiğinin aksine kendi özgür iradeleri ve zihinsel yeterlilikleri ile bir takım suçlara doğrudan bulaşmaya ve iştirak etmeye muktedirler. Kadınları suç kavramından uzak tutan, arındıran, saflaştıran; onları kırılgan addeden; karşılıksız sevgi ve besleme/ yaşatma gücünü doğurganlığın ve anneliğin ayrılmaz bir parçası varsayarak “kadın faillik” kavramını ısrarla imkansızlaştıran anlayışa karşı feminist başkaldırı, suç ve ceza çalışmaları alanına 1970’li ve 80’li yıllarda bir güneş gibi doğdu.

 

Birbirini tekrar eden, kadını salt cinsel suçlarla anan, cinselliğini ve bedenini  kullanarak işlediği fiillerde sapkınlaştırdığı ve şeytanlaştırdığı kadını, şiddet içeren suçlar söz konusu olduğunda (savunma durumuna sokarak) masumlaştıran ya da canavarlaştırarak insandışılaştıran tüm kriminal, penolojik ve antropolojik yaklaşımlara ampirik argümanları ve tartışmaları ile karşı çıkan feminist kriminolog ve penologlar imdadımıza yetişti.[i]

 

Peki neydi feminist ceza teorilerin karşı çıktığı, kadının suçlu kimliğini bile bile yok eden androsentrik kriminal yaklaşım?

 

Kadını faillikten uzak tutan bu zihniyetin en sık rastlanılan ve en güçlü argümanı; kadın suçluluğu oranlarının düşüklüğüdür. Mesela, 19. yüzyılın önde gelen İtalyan kriminal antropologlarından Cesare Lombroso, İtalya, Fransa, İspanya and Rusya’dan topladığı verilerle, kadın suçluluk oranının düşüklüğüne istatiksel olarak yer verirken, kadınların cinsel suçlar (fahişelik, kürtaj, vb.) dışında kalan illegal hareketlerini patolojik değerlendirmeleri ile medikalize eder. Böylece, erkeklere nazaran düşük oranda suç işleyen fail kadını “mental hastalık” ve “sapkınlık” yaftası (stigma) ile “diğerlerinden” ayırır.[ii] Peki ne 19. Yüzyıl konteksinde ne de günümüzde erkeklerle karşılaştırılacak kadar yüksek bir kadın suçluluğu oranına rastlamak mümkün değilken, [iii] androsentrik kriminal teoremler bunu nasıl açıklar?

 

19. yüzyıl kriminal ve penal teorisyenleri, kadınların duygusal kırılganlıklarının, fiziksel yetersizliklerinin ve doğurganlıklarının suç işleme erklerine engel teşkil ettiğini iddia ederler. Argümanları, salt çocuk doğurmak ve beslemek için dünyaya gelmiş olan kadınların hassas fiziksel ve ruhsal yapılarının onları suçtan alıkoyduğu üzerine kuruludur. Kısacası, androsentrik kriminal teoriler ve sıklıkla kullandıkları ampirik verileri, kadının işleyebileceği tüm illegal fiillere, doğurganlık yetisinin getirdiği hassasiyet, fiziksel ve zihinsel yetersizlik barikatını örmüştür.

 

Ne hikmettir ki; sosyal hayatta kısıtlı bir düzeyde var olan, evine kapatılmış kadınların kriminal dünya ile erkek bireyler oranında etkileşime geçmesini beklemenin yersizliği kimsenin aklına gelmez. Üstelik, sosyal ve ekonomik hayata doğrudan katılım gerektiren, (hırsızlık, cinayet, suça yardım ve yataklık vs. gibi) suçların oranlarının kadınlar arasında düşük seyretmesi böyle bir sosyal bağlam içinde kaçınılmazdır. Fakat ne var ki, kadınların erkeklere nazaran düşük oranda suç işlemesi, kadınların suç işleme erklerini engelleyen fiziksel ve zihinsel yetersizlik iddialarına niceliksel birer kanıt olarak eklemlenmiş ve ivedilikle kadınların suç işlemeye biyolojik de duygusal olarak muktedir varlıklar olmadığı klişesine dönüşmüştür.

 

Bir diğer kriminal kimlikten ve faillikten arındırma yöntemi olarak, kadını kişisizlikleştiren ve insandışılaştıran argümanlarla karşılaşmaktayız.  Peki nedir bu androsentrik argümanlar?

 

Amerikalı akademisyen Angela King’in de ifade ettiği gibi, erkeklerin toplumsal bağlamda mantığı, gücü ve zekayı, kadınların ise duygusal ve hassas bireyler olarak nezaketi ve yumuşaklığı sembolize ettiği kanısı son derece yaygın bir klişedir. Nasıl olur da kadınlar sembolize ettikleri kırılganlıklığın ve hassasiyetin aksine, biyolojik ve psikolojik yapılarının müsaade etmeyeceği suçlar işleyebilir?[iv]

 

Charles Muller, “Charlotte Corday in Prison”.

 

Charlote Corday, Fransız İhtilali’ni hazırlayan kanlı günlerde, Fransız meclisinde yer alan ve krala yakınlığı ile bilinen Grondinlere sempati duymuş, ihtilali kanlı terör eylemlerine dönüştürmede başı çektiğini iddia ettiği Jakoben gazeteci Jean Paul Marat’ı 1793’te bıçaklayarak öldürmüştür. [v] Corday’in işlediği bu cinayette olduğu gibi, kadın faillikleri yok sayılamadığında ne oluyordu peki?

 

Şiddet içeren suçlara bulaşmış kadınların gerçekliğini tamamıyla reddedemeyen zihniyet, bambaşka bir mekanizmayı devreye sokarak, bu kez kadınları suç işlemeye en az erkekler kadar yetkin kılan zekalarından, kabiliyet ve güçlerinden, yaptıkları insandışı yakıştırmalar ve yeniden kimliklendirme yöntemi ile soyutluyordu. İngiliz feminist penologlar Pat Carlen ve Anne Worral’a göre bunu da iki türlü kadın suölu arketipi yaratarak yapıyorlardı.[vi] 

-akli melekeleri yerinde olmayan, deli yahut sapkın fail kadınlar,

-ve istemeden suça bulaşmış, masum ve nefs-i müdafaa eden “namuslu” kadınlar.

 

Planlı ve organize bir biçimde yaralama, kundaklama, adam öldürme gibi şiddet içeren fail kadınları kadınlıklarından, kişiliklerinden hatta insanlıklarından arındırarak vahşi dişi kaplan, sapkın, sadist ve gözü kararmış cadılar (witch) olarak tanımladıklarını da atlamayalım.

 

Angela Davis’in altını çizdiği üzere, erkekler güvenlik güçlerince tehlikeli birer “suçlu” ve yargı kurumlarında  adelete teslim edilmiş birer “mahkum” iken; suç işlemiş (fail) kadınlar sapkın yahut deliden başka bir şey olamazdı.[vii] Böylece, kadın öznelliği toplumsal, hukuki, kriminal ve penal bağlamda bir kez daha reddediliyordu. Nasılsa, silah tutmak, adam yaralamak ve öldürmek, kısaca “külhanbeylik etmek” erkekliğin şanındandı. Suç erkeğe özgü bir kavramdı. Örneğin, İngiliz tarihçi Anthony Gorman 19. yüzyıl Mısır’ından örnekler sunarak hapishanenin, suçun ve cezanın erkeklere ait kavramlar ve mekanlar olarak kurgulandığı gerçeğini pekiştiriyor.[viii] Ne yazık ki; sanılanın aksine, bu anlayış 19. yy’dan bugüne değişmediği gibi 21. yüzyıl “Batı” dünyasında da halen baskın olmaya devam ediyor.

 

Doktora tezimde, basmakalıp kadın suçluluğu teorilerinin birbirini tekrarlayan söylemlerinin tam bir klişeye dönüşmüş bu  “masum kadın” (anne, gelin, kız çocuğu) fenomenini nasıl besleyip yeniden ürettiğini tartışmaya çalıştım.[ix] Patriyarkal dünyanın sosyal düzen, normlar, ilişkiler ve aile yapısı üzerinde kurduğu tahakkümün yanında, kadının kriminal alandaki varlığını yok sayan görüşlerin baskınlığı da şaşırtıcı değildi elbette. Peki değişim nasıl başladı? 1970’lerde bazı Marksist ve liberal feminist teorisyenler, bir taraftan kadınları erkeklerle eşit yargılama ve cezalandırma uygulamalarına dahil etmeye çalışırken, diğer taraftan kadınların biyolojik farklılıklarına ve ihtiyaçlarına eşitlik ilkesi nedeniyle gözünü kapatmışlardı. Hatta, doğurganlık yetisi özelinde  kadınlara sunulan, ziyadesiyle pozitif ayrımcılık içeren adli ve cezai muamelelere de savaş açmışlardı.

 

Ama en önemlisi feminist yaklaşım, kriminolojiyi, cezai adalet mekanizmalarını ve cezai yaptırımları kadınların deneyimleri, kadınların bakış açıları ve anlayışları üzerinden tanımlamaya çalışmaya başladı. Erkekler tarafından, erkekler için tasarlanmış, geliştirilmiş ve uygulanmış olan ve kadınları sonradan iğreti biçimde dahil eden tüm yargısal ve cezai uygulamalara karşı çıkan feminist teori, kriminal ve penal çalışmaların merkezine kadınları yerleştirip, ortalığı karıştırmayı hedeflemişti.[x] Elbette, kadın suçluluğunun nedenleri ve sonuçları üzerine düşünmeyi ihmal etmedikleri gibi, ataerkilliğin gücünü ve toplumdaki tahakkümünün etkilerini de kriminal alanda tartışmaya öncülük ettiler. Böylece, cinsiyetlendirilmiş suçluluk kavramının ortaya atıldığı 1970-80’lerde, feministler kadın suçluların ve kadın mahkumların erkeklerin gölgesinde kaldıkları klişelerden ve tanımlamalardan nasıl kurtarılacaklarını gündeme getirdiler.

 

Ehemmiyetle tekrar etmek gerekirse; feminist penologlara göre kadınlar en az erkekler kadar suç işlemeye muktedirdirler. Fakat apaçık görülmektedir ki; kadın suçluların yargısal ve cezai süreçteki ihtiyaçları erkeklerden farklıdır. Kadın failler erkeklere özgü cezalandırma pratiklerine tabi tutulurken, cezai pratikler ve kurumlar kadın bedenini cinsel ve finansal sömürüye açık hale getirir. Belki de en mühimi; cezai kurumlar anne olan ve olmayan, cinsel suçlar işlemiş ve işlememiş olan kadınlar arasında çok belirgin bir ayrımcılık uygularlar.

 

Kadın suçluluğunu ve kadınların failliğini görmezden gelen, soyutlayan ve gerçeklikten koparan bu anlayış yalnızca kriminal teoremlerle sınırı kalmamış, kadınları hapsetme pratiklerine de doğrudan yansımıştır. Yalnızca 19.yüzyıl penal uygulamalarında var olmayan bu durum, 21. yy. feminist penal teorisyenleri arasında da büyük bir tartışmalara yol açmış ve bugünün değerlendirilmesine de ön ayak olmuştur.

 

Pat Carlen, İskoçya’daki hapishanelerin gerçek birer kadın hapishanesi olarak görülmediği ve içindeki kadınların da gerçek birer kadın sayılmadığı gerçeğini boşuna vurgulamıyordu elbette.[xi] Zira “gerçek” bir kadın, suç işleyemeyecek kadar naif, masum ve hassasken, erkekler için tasarlanan cezalandırma pratikleri de, gerçek birer kadın hapishanesi beklentisini ortadan kaldırıyordu.

 

Gelecek yazıda kadın suçluluğunu “görmezden gelen” zihniyetin cezalandırılma ve hapsedilme pratiklerine etkisine göz atacak, kadınların kapatılmasının ne gibi farklar içerdiğini tartışacağız.

 

Öyle ya; evinde oturmayıp hayata karıştığı an tüm dengeleri bozan, patriarkayı öfkelendiren; en az erkek bireyler kadar tehlikeli suçlar işlediğinde; saçtıkları korkunun tesiri ile faillikleri yok edilen, erkek gücünü, yeteneğini ve baskınlığını tekrar inşa etmek adına kişiliksizleştirilen ve insandışılaştırılan, ceza kurumları içinde bedenleri istismara açık hâle getirilen, bazen yargısal ve cezai süreçlere dahil edilemeyecek kadar hiçe sayılan, ancak toplumun en büyük beklentisi olan annelik görevini ifa ettiğinde adli ve cezai kurumlarca “kayırılabilinen” ve bir türlü kalıba sığmayan kadınlar, hapishanelerde mahkum olduklarında nasıldılar?

 

 

 

 

Ana görsel: “Ansilva gives Barinthia poyson,” [Ansilva Barintiya’ya zehir veriyor], bakır işleme, John Reynolds, The Triumphs of God’s Revenge[…] (London: Printed for R. Gosling, and Sold by J. Osborn, 1726), History VII, 73 (edited excerpt).

 

[i] Öncü feminist kriminal/penal teorisyenlere örnek vermek gerekirse; Freda Adler, Rita James Simon, Dorie Klein, June Kress, Pat Carlen ve Anne Worral.

 

[ii] Cesare Lombroso and Ferrero Guglielmo, Criminal Woman, the Prostitute, and the Normal Woman, translated by Nicole Hahn Rafter and Mary Gibson (Durham & London: Duke University Press, 2004), 139.

 

[iii] Ceza ve infaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST) düzenli olarak yıllık raporlar hazırlıyor ve kadın mahkumların sayıları ve hapishanelerdeki yaşam şartlarına dair önemli sayısal veriler yayınlıyor. Türkiye hapishanelerindeki güncel kadın mahkum sayılarına erişmek ve daha birçok bilgi için www.cisst.org.tr ziyaret edilebilinir.

 

[iv] Angela, King, “The Prisoner of Gender: Foucault and the Disciplining of the Female Body,” Journal of International Women’s Studies 5 (2), 2004, 31.

 

[v] Marat suikastinin bir kadın tarafından işlenmiş olması 18.yy Fransa’sında kadının sosyal statüsüne ve politik katılımına dair yepyeni bir tartışma başlatmıştı. Resim ise, 19.yy’ın ünlü Fransız ressamlarından Charles Louis Müller’e ait. Tablonun original ismi; Charlotte Corday Hapishane’dedir (Charlotte Corday in Prison) ve resmedilme tarihi bilinmemektedir.

 

[vi] Pat Carlen and Anne Worrall, Analyzing of Women’s Imprisonment, (Devon, UK: Willian Publishing, 2004), 32.

 

[vii] Angela Y. Davis, Are Prisons Obsolete? (New York: Seven Stories Press, 2003), 66.

 

[viii] Anthony Gorman, “In Her Aunt’s House: Women in Prison in the Middle East,” IAAS Newsletter, Vol. 39, 2005, 7.

 

[ix] Gizem Sivri, “Women Behind Bars: Women Offenders and Penal Policies in the Late Ottoman Empire (1840-1918)”, Ph.D. dissertation, LMU Munich, February 2022.

 

[x] Doshie Piper and Georgen Guerrero, “The Female Thief,” In Women in the Criminal Justice System: Tracking the Journey of Females and Crime, edited by Tina L. Freiburger and Cathrine D. Marcum, (Boca Raton: CRC Press, 2016), 161.

 

[xi] Pat Carlen, Women’s Imprisonment: A Study in Social Control, (Routledge & K. Paul: 1983), 211.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YJinekolojik Şiddet Manzaraları: Muayene, Tıbbi Otorite ve Doğurganlık Üzerine*
Jinekolojik Şiddet Manzaraları: Muayene, Tıbbi Otorite ve Doğurganlık Üzerine*

Elinizi çabuk tutmanızı ve işleri! yoluna koymanızı öneren doktor size ne demek istiyor olabilir? Bir an evvel legal bir birliktelik yaşamanızı ve anne olmak isteyip istememenizden bağımsız olarak popülasyona katkı sağlamak için hamile kalmanızı ve bu vesileyle anne olup “kutsal ve makul” bir kadın mertebesine erişmenizi salık vermek değil mi bu?

MEYDAN

YSuç ve Kadın II: Hapishane Erkeğin, “İmam Evi” Kadının
Suç ve Kadın II: Hapishane Erkeğin, “İmam Evi” Kadının

Yargıda “hoşgörüye” ve “kadın suçluluğunu ciddiye almamaya” dayanan tutum, kadınları hapishane içerisinde de ciddiye alınmayan, faillikleri görmezden gelinmiş ve silinmiş karakterlere dönüştürdü.

Bir de bunlar var

Korona Şoku ve Patriyarka – 3. Bölüm
Baba Dayağı, Kolaylaştırıcı Kadınlar, Annemin Patriyarkadaki Yeri
Acılar Varsa Mücadele de Var

Pin It on Pinterest