Sansür heyetinin asker, memur, polis gibi sinemayla ilgisi olmayan kişilerden oluşan üyeleri devlet mekanizmasının kendilerine verdiği bu geniş yelpazedeki yasaklamalar zincirini her fırsatta uygulayarak, tadını çıkara çıkara sinemacıları yaşadıklarına pişman ederlerdi.

SANAT

Sansürlerin Ülkesinde Sinema Festivalciliği

 

Kalbim iyimser, kötümser olan aklım, demiş düşünür. Ülkemiz sineması üzerinde yıllardır yapılan baskıları düşündükçe aklıma hep bu cümle gelir. Yaşadığımız ülke yıldan yıla çağdaş ve özgür demokratik yönetimden uzak hükümetlerin eline düştükçe iyimserliği beslemek zor. Ama ben yine de kötümser olan aklıma rağmen kalbimi hep iyimser tutmaya çalışırım. Bu yazı çerçevesinde uzun yıllara dayanan (1975-2019) sahada kendi yaşadığım tecrübelerden yola çıkarak, sinemamıza “denetim” adı altında uygulanan çeşitli baskıları paylaşmaya çalışacağım.

 

Sinemamız için çalışmaya 1975 yılı sonbaharında Türk Sinematek Derneği’nde Onat Kutlar’ın yardımcısı olarak başladım. Derneğin teamülüne göre görev tanımım sınırsızdı. Yani mektup diktesi alıp daktiloya çekmekten, Sinematek’in yıllardır naylon torbalarda birikmiş evraklarını sonsuz bir sabırla dosyalamaya ya da Onat Kutlar’ın ona danışmaya gelen sonu gelmez konuklarını kontrol altına almaya kadar beş benzemez her türlü iş. Ancak, o dönemde aynı zamanda düzenli ve disiplinli bir fakülte öğrencisi olduğum için hem üniversiteyi hem Sinematek çalışmalarını birlikte uzun boylu sürdüremedim, kısa bir süre sonra işi bırakmak zorunda kaldım. Ama ne beis… O kısacık süre içinde bütün yaşam çizgime yön verecek olan dostlukların kıymetli tohumları çoktan  atılmıştı.

 

1990’larda Onat Kutlar’la bir festival resepsiyonunda

 

 

Hocam ve ustam Onat Kutlar 1976 Şubat’ında, derneğin kuruluşundan beri (1965) sürdürmekte olduğu yöneticilik görevinden ayrıldıktan sonra 1978 yılının sonbaharında Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) dönemin Kültür ve Turizm Bakanlığı çatısı altında İstanbul Film Yapım ve Gösterim Merkezi’ni (İFYGM) kurdu ve beni de bu küçük ekibe davet etti. Ecevit hükümetinde Ahmet Taner Kışlalı Kültür Bakanlığı’nı üstlenmişti. İFYGM’nin kuruluş amaçları arasında AKM’nin küçük sinema salonunda düzenli film gösterimleri yapmak ve ileride genç sinemacıların yetişmesine önayak olacak şekilde film yapım çalışmalarına destek olmak da vardı. Benim çalışma hayatımda sinema üzerindeki baskıyla, dolayısıyla sansürle mücadele, gösterime çıkacak filmleri denetim kurulunun hışmından kurtarmak için küçük bir ekiple cansiperane mücadele ettiğimiz İFYGM’de (1978-1980) başladı.

 

Öncelikle, sinemacılarımıza filmlerinin yapımının her aşamasında çalışmalarını zehir eden denetim mekanizmasının kuruluşunu ve tarihçesini kısaca paylaşmak isterim. İçişleri Bakanlığı ilk kez 1932 yılında çıkarılan Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu’nun altıncı ve yedinci maddelerini sonradan yeniden elden geçirerek bir yönetmelik yapmış, sonra da yıllar içinde bu yönetmeliği sinema üzerinde ağır bir sansür uygulamasına dönüştürmüştü. 1939’da bu yönetmelikte yapılan değişikliğe göre, “Herhangi bir devletin siyasi propagandasını yapan, herhangi bir ırk veya milleti aşağılayan, dost devlet ve milletlerin hislerini rencide eden, milli rejime aykırı olan, siyasi, iktisadi, içtimai ideoloji propagandası yapan, umum terbiye, ahlak ve milli duygularımıza aykırı bulunan, askerlik şeref ve haysiyetini kıran ve askerlik aleyhine propaganda yapan,  memleketin inzibat ve emaneti bakımından zararlı olan, suç işlemeye tahrik eden, içinde Türkiye aleyhine propaganda vasıtası olacak sahneler bulunan” her şey yasaklanabilirdi. Sansür heyetinin asker, memur, polis gibi sinemayla ilgisi olmayan kişilerden oluşan üyeleri devlet mekanizmasının kendilerine verdiği bu geniş yelpazedeki yasaklamalar zincirini her fırsatta uygulayarak, tadını çıkara çıkara sinemacıları yaşadıklarına pişman ederlerdi. Yapım ya da gösterim fark etmez, sinemanın bir biçimde içinde olan herkes bu yasaklardan nasibini alırdı.

 

1979’da İFYGM ekibi, Ankara’dan katılan Bakanlık çalışanları ile birlikte AKM’de gerçekleştirilen 3. Uluslararası Balkan Film Şenliği’nin düzenlenmesinde yer aldı. Şenliğin başlamasına dört gün kala şenlik programına katıldığı TV kanalından duyurulan Yılmaz Güney’in Ağıt filmi hiçbir açıklama yapılmadan programdan çıkarıldı. Bunun üzerine, Güney Film diğer filmi Sürü’yü de şenlik programından çekti. Sansür Heyeti yine yapacağını yapmış, daha başlamadan şenliğe damgasını vurmuştu. 1979 yılı sinemamızın tarihine geçecek baskılarla devam etti.  O yıl on altıncısı gerçekleştirilen Antalya Altın Portakal Film Festivali sansür yüzünden başka bir skandala imza attı. Heyetin ulusal yarışmaya katılan üç filmin “ancak bazı bölümleri kesilirse gösterilebilir” kararı üzerine bütün yarışmacılar çekilme kararı aldı ve o sene yarışma yapılamadı. Festivalde yasaklanan filmler Yavuz Özkan’ın yönettiği ve işçi sorunlarını anlattığı Demiryol, Ömer Kavur’un yönettiği, babalarını kan davasında kaybeden iki kardeşin İstanbul’da başlarından geçenleri konu alan Yusuf ile Kenan ve Yavuz Pağda’nın Yolcular filmiydi. Onat Kutlar bu olaylardan sonra Kültür Bakanlığı’ndaki görevinden, dolayısıyla İFYGM’deki yöneticilik görevinden istifa etti.

 

Ekip AKM’deki çalışmalarını çeşitli güçlüklerle bir yıl daha sürdürdü. 1980 yılının 12 Eylül’ünde sonuçları itibariyle ülkemizin tarihindeki en sert askeri darbe yaşandı. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, 23.677 derneğin faaliyetleri durduruldu. 3.854 öğretmen, üniversite görevlisi ve üyesinin görevine son verildi. 650.000 kişi gözaltına alındı ve ağır işkence gördü. 1.683.000 kişi fişlendi. 7.000 kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi. 124 kişinin cezaları askeri yargıtay tarafından onaylanırken, haklarında idam cezası verilenlerin 50’si asıldı. Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan insanlıkdışı işkenceler daha sonraları kulağımıza gelecekti.

 

Vurgulamaya hacet yok, çok sayıda özerk kuruluşta olduğu gibi Türk Sinematek Derneği de darbenin şiddetinden nasibini alarak kapatılan dernekler arasında yer alıyordu. İFYGM’nin akıbetine gelince, Bakanlık bizim küçük ekibi Ankara’ya tayin edince hepimiz istifamızı verdik ve merkezin yaşamı da böylece son bulmuş oldu. 1973’ten beri İstanbul Festivali’ni düzenleyen İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) ise, 12 Eylül darbesinden her nasılsa hasar almamıştı. İKSV, programlarında ağırlıklı olarak klasik müziğe yer veren İstanbul Festivali’nde 1979 ve ’80 yıllarında önce beş belgesel, sonra da iki filme yer vermişti. Sinema gibi büyük bir sanat disiplinine bu küçük ve yetersiz  programlarla yer verilmesinin eleştirilere maruz kalması üzerine, film eleştirmeni Vecdi Sayar 1982’de yedi filmden oluşan küçük bir program yaptı. Dönemin efsane sineması Konak’ta gösterime sunulan bu program izleyicilerin olağanüstü ilgisine mazhar oldu. Sansür Heyeti varlığının nedenini adeta kanıtlamak istercesine hepitopu yedi filmden oluşan o kısacık haftaya da damgasını vurmadan edemedi ve “komünist propagandası yapıldığı” gerekçesiyle Macar naif ressam Tcontvary’nin hayatını anlatan filmi tümden yasakladı. Bu yüzden, katalogda yedi filme yer verildiği halde o yıl bunlardan sadece altı film izleyiciyle buluşabildi. Yasaklanan filmin bir sahnesinde, bir duvarın üzerinde kiril alfabesiyle birtakım yazılar görülüyordu. Sansür üyeleri bunlardan herhangi bir şey anlamamalarına rağmen, “Burada mutlaka kızıl propagandası vardır” diyerek o güzelim filmin gösterimini engellediler. Soğuk savaşın bütün hızıyla devam ettiği yıllardı ve resmi kurumlar havada uçan sineğin komünist propagandası yapmasından şüpheleniyordu.

 

 

Film haftası büyük ilgi çekince İstanbul Festivali’ni düzenleyen kuruluş bir sonraki yıl sinemaya daha geniş yer vermeye karar verdi. 1983 yılının Ocak ayında Onat Kutlar beni İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nda (İKSV) göreve davet etti. Sinematek, Balkan Film Şenliği, Antalya Film Festivali ve İFYGM’deki çalışmalarımdan edindiğim tecrübeler nedeniyle sanırım bu görevi bana teslim etmek istiyordu. Böylece o yıl 2 Şubat’ta İKSV çatısı altında bütün hayatımı rengarenk bir şenliğe dönüştürecek olan çalışma hayatım başladı.

 

Bugün ülkemizde ve dünyada Uluslararası İstanbul Film Festivali olarak bilinen etkinlik başlangıcından itibaren ilk altı yıl İstanbul Sinema Günleri ismini taşıyordu. Bu isim o kadar sevildi ki, sonraki yıllarda ülkenin neresinde bir film şenliği düzenlense adını Sinema Günleri koydular. Öncelikle belirtmek isterim ki, kurumun dar imkânları nedeniyle ilk on yıl tek kelimeyle kan kustum. Şenlik tarihleri başlamadan önceki bir iki ay geçici görev alan gençleri saymazsanız ilk dört yıl muhasebe ve bilet satışı dışında kurumun düzenli “tek” çalışanı bendim. Büyükelçiyle de ben görüşüyordum, filmleri taşıyacak kamyon şoförünü de ben bulmak zorundaydım. Sinema Günleri öncesi yukarıda saydığım etkinliklerde görev almıştım, ama hiçbiri bu kapsamda işler değildi ve bizim küçücük, üstelik geçici bir ekiple uluslararası düzeyde bir film şenliği düzenlemek için yeterli bilgimiz yoktu. Bütçe deseniz, onu hiç sormayın. Zor yıllardı. Ama bütün bu sıkıntıları unutturan bir durum vardı: Sinema Günleri ülkemizde başka hiçbir etkinliğe nasip olmayan bir sevgi ve coşkuyla karşılandı, İstanbullu sinemaseverler tarafından adeta aşkla kucaklandı. Öyle sanıyorum ki, bu durumun sinemaseverlerimizin sonsuz sinema sevgisinin yanında sosyolojik bir açıklaması da vardır. Ülke daha üç yıl önce politik ve kültürel alanlarda her şeyi yasaklayan bir askeri darbe yaşamıştı ve baskılar her alanda devam ediyordu. İşte o boğucu ortamda Sinema Günleri sinema izleyicileri için aniden dünyaya açılan bir pencere, bir nefes oldu.

 

 

Yapmaya çalıştığımız iş “uluslararasıydı” ama onu yapmanın koşulları hiç de gerektiği gibi çağdaş değildi. Festivale katılacak filmleri gösterebilmenin ilk koşulu, gümrük işlemleri dahi yapılmadan, gelen filmin sansür heyetinin onayından geçmesiydi. Ancak onay verildikten sonra her biri yirmişer kiloluk beş bobinden oluşan filmler gümrüğe geri dönüyor, resmi evrakları hazırlanıyor, sonunda gösterilmek üzere festivale teslim ediliyordu. Çok tuhaf ama ülkenin koşulları buydu ve biz düzenleyiciler buna ayak uydurmaya mecburduk. Biz bir yandan dünya sinemasının nitelikli örneklerine susamış sinemaseverlere oluk oluk bilet satarken aniden sansürün filanca filmin bir yerini kesmek istediği haberi ulaşıyordu. Üçer seans kapalı gişe satılan bir filmin biletlerini yüzlerce kişiye iade etmenin zorluğunu düşünebiliyor musunuz? Üstelik o zamanlar internet olmadığı için, biletler elden satılırdı. Akıllara ziyan bir durum. Filmlerin kopyaları bize sadece festival gösterimi için yollandığından ve bizim malımız olmadığından, onlara dokunmamız söz konusu olamazdı. Nitekim hiçbir zaman bir filmin kesilmesini kabul etmedik. Bu nedenle, festival düzenleyicileri ile sansür heyeti üyeleri arasında her defasında kıran kırana pazarlıklar yaşanırdı. Bunlardan bir tanesini okurlarla paylaşmak isterim.

 

1987 yılında Alman yönetmen Helma Sanders-Brahms Altın Lale yarışma jüri başkanlığı yapıyordu. Bizler de yönetmeni hazır İstanbul’dayken filmini izleyicilere kendisi sunabilir düşüncesiyle, Sanders-Brahms’ın Şirin’in Düğünü (1976) filmini programımıza almıştık. Film küçüklüğünde beşik kertmesi yapılarak evlendirilen Şirin’in Almanya’ya giderek kocasını ararken kötü yollara düşmesini anlatıyordu. Sansür heyeti filmi “örf ve adetlerimize aykırı” bularak yasaklamak isteyince biz panikten ne yapacağımızı şaşırdık. Bir yandan bir filmin yönetmenini jürimize başkan yapıyor, öte yandan uluslararası nitelikte bir etkinlikte bu sanatçının filmini yasaklıyorduk. Hikâyenin sonunu bize o dönemde festivalin makinisti olarak çok emeği geçen Ömer Şekeroğlu anlatıyor:

 

“Film AKM sinema salonunda gösterilecek ve yönetmen ülkemize davetli. Ama film yasaklı. Ve yapacak bir şey yok. Filmin gösterim günü festival danışmanı Şakir Eczacıbaşı makine dairesine geldi ve ben filmi ülkesine gönderilmek üzere ambalajladığım halde gösterilecekmiş gibi hazırlamamı istedi.  Onu uyardım. Sansür heyeti yasaklayınca Emniyet filme el koyabilir ve bizi de tutuklayabilirdi. İzleyiciler salona alınmaya başladı. Salonda hiçbir yer yok, ayakta kalanlar oldu. Şakir Bey: “Sayın Özal’la konuştum, filmi gösteriyoruz” dedi. Ben de kendisine: “Şakir Bey, belge olmadan gösteremeyiz,” deyince bana “Belge benim oğlum, gösteriyoruz” dedi. Ben de filmi başlatıp ara vermeden gösterdim. Korku dağları bekler. Biz de korkuyla bekledik. Ama sonunda bir şey olmadı. Şakir Bey’in gösterdiği sivil itaatsizlik festivali bir mini skandaldan kurtarmıştı.”[1]

 

Gelgelelim, heyetle mücadelemizde işimiz her seferinde böyle yaver gitmezdi. “2002 yılının Mart ayında Denetleme Kurulu Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “polisin yargısız infaz izlenimi verildiği”ne ilişkin yazısını dikkate alarak, Kültür Bakanlığı’nın mali desteğiyle çekilen, Handan İpekçi’nin yönetmenliğini yaptığı Büyük Adam Küçük Aşk filmi yasakladı. Bir filmin İşletme Belgesi’ni alarak, bir yıl önce Antalya Film Festivali’nde gösterilip pek çok ödül aldıktan, hatta ticari gösterime dahi çıktıktan sonra yasaklanması sanırım ancak bizimki gibi kavramların birbirine çok karıştığı ülkelerde olur. Filmin İstanbul Festivali’ne girdiği günlerde aniden yasaklanması ve bu yasağın resmi kurumlar tarafından denetim için sinemanın kapısına polis koyarak nedense çok farklı bir sertlikle takip edilmesi o yıl festival yöneticileri olarak çok sıkıntılı günler geçirmemize neden olmuştu. Ülkede farklı nedenler ve yöntemlerle yasakların ardı arkası kesilmiyordu.”.[2]

 

 

Film Festivali’nde Şakir Eczacıbaşı’nın Şirin’in Düğünü hadisesinden sonra sanırım en kaydadeğer sivil itaatsizliği ben yaptım. 2000 yılında festival programında İnsan Hakları adında yeni bir bölüm başlattık. 19. İstanbul Film Festivali’nde insan hakları karnesi yıllardır baştan sona kırıklarla dolu bir ülkenin uluslararası arenada kabul ve saygı görmüş bir film festivali olarak programımıza “Sinema ve İnsan Hakları” bölümünü ekledik. Festival yönetimini benden sonra 2007 itibariyle devralan Azize Tan kendi döneminde bu bölümde yer alan filmler arasında bir yarışma düzenlemeye başladı. Kazanan filme Avrupa Konseyi Film Ödülü olan FACE (Film Award of the Council of Europe) veriliyor.

 

2000’de Kazım Öz’ün yönetmenliğini yaptığı Toprak adlı orta metraj film sansürde takılmış, Eser İşletme Belgesini alamamıştı. Bu resmi belge olmadan filmler festivallere katılamıyordu. Bir yandan insan hakları üzerine bir bölüm açıyoruz, öte yandan kendi ülkemizden bir filmi gösterememe durumunda bırakılıyoruz!. İKSV’nin hiçbir yöneticisinin vicdanı bu çifte standardı kabul etmedi.  Kurumun üst yönetimiyle yaptığım görüşmelerden sonra oybirliğiyle Toprak’ı gösterme kararı aldık ve Eser İşletme Belgesi olmadan gösterdik. Kazım Öz daha sonraları Altyazı sinema dergisine verdiği bir söyleşide Toprak’ı göstermeyi hiçbir festivalin kabul etmediğini söylediyse de, bu doğru değildir. Toprak o sene festival yöneticilerinin pek çok riski göze almaları sayesinde izleyicisiyle buluştu.

 

Bir sonraki yıl Mezopotamya Kültür Merkezi çatısında sinema atölye çalışmalarında üretilen, genç sinemacıların politik içerikli kısa film veya belgesellerine yine işletme belgesi olmaksızın programda yer vermiş olduğum için mutluyum. Özcan Alper’in ilk kısa metraj denemesi Momi de bunların arasındaydı.

 

Bu güzel ülke maalesef yasakların ülkesidir. Çağdaş, demokratik ve özgür bir ülkede yaşamaya layık olan ve böyle bir ülkenin hayalini kuran bizlere düşen görev, pes etmeden ve yılmadan mücadeleye ve çalışmalarımıza devam etmektir. Kalbim iyimserliğini koruyor. Er veya geç başaracağız!

 

 

[1] Hülya Uçansu, Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları, İstanbul: Doğan Kitap, 2012, s. 166.

[2] A.g.y., s. 332.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali 20 Yaşında
Bir Direniş Olarak Üretmek: Eda Çekil ile Söyleşi
Şehrin Derdi, Tasası ve İsyanı

Pin It on Pinterest