Güneş K. ile tekrar karşılaşma...

MEYDAN

Resim Titredi

Güneş K.’nın darp izlerinden zor seçilen yüzünü gazetede ilk gördüğümde, ben sekiz yaşındaydım. Bir insanın yüzünün öyle balon balon, mavinin binbir tonunu da arkasına alarak şişebileceğini, o zaman bilmiyordum. Haberi belki on kez okuduğumu hatırlıyorum. Bu kıza tam olarak ne yapmışlardı? Çocuk aklı nedenine gelemeden mümkün olduğunu bilmediği bir darpın ne bölümüne takılıyor. Neden gibi abuk sabuk şeyleri sormayı, bahaneler yetiştirmeyi sonradan akıl ediyoruz herhalde. Haber metninden başına gelenin sadece fiziksel şiddet olmadığını da anlıyorum, benim daha öğrenmediğim, öğrenmediğim için de çok daha korkunç gelen bir şeyler olmuş bu kıza. Erkek arkadaşı mı yapmış, kim yapmış, o kısmı tam anlayamıyorum. Bildiğim erkek arkadaş fikri, bambaşka bir şey. Kulağa şimdi Hollywoodvari geldiğinin farkındayım ama, o zaman aklımdaki “Erkek arkadaş”la “bunu yapan adam” fikri bir türlü barışmıyor. Kafamda bütün her şeyi, o zamana kadar bildiklerimden toparlanmış ahlakçı bir resmin parçası olarak, Güneş K.’nın ücra bir sokakta, o evin içinde yalnız kalmasına bağlıyorum. Güneş K. gibi, bir gün bir evde yalnız olma fikrinden ödüm patlıyor. Güneş K.’nın yaşadıklarından anladığım ne varsa, boyuna evde yalnız kalışına yoruyorum, yaşadığı yalnızlığın binde birine dahi haiz değilim üstelik, büyüyünce de olmayacağım. Hastane yatağındaki o yüzü, bugün de gözümün önünde.

 

Metin Kaçan’ın intihar ettiği haberini okuduğumda, geçen sene yetişkin bir akılla bu olaya dair bulup okuduğum her şey aklımdan bir bir geçti. Kaçan’ın olayı sonuna kadar inkar ettiği Ayşe Arman röportajı, beraber hüküm giydikleri Alp Buğdaycı’yla mahkeme fotoğrafları… Terazisi tamamen şaşmış, “Kesin bir neden sonuç ilişkisi vardır, ona bakmak lazım”, “Ben bu iki insanı maço olarak tanımıyorum, yapmamışlardır” diyenler, lafı belli belirsiz “Kızın da ne olduğu pek belli değil yalnız”a dayayanlar. Birilerinin suskunluğu, birilerinin de fazla konuşması üzerine karıştıkça karışmış bir mesele. O zamanın röportajlarından filan da anlaşılıyor ki, bu konuda konuşan yazar çizer, sanatçılar çaktırmamaya çalışsalar da, meseleyi benim sekiz yaş kafamla yaptığım gibi olayı kadının yalnız ve serbestliğiyle çözüyorlar. Yanlış yerde olma ve kalma inadına indirgiyorlar. Çoğu ortada mahkeme kararı da olduğundan bunun söyleyebildiği kadarını söylüyor, gerisini kişisel izlenimlerle dolduruyor.

 

Gazetede Kaçan’ın bindiği taksiyi Boğaz Köprüsü’ne yönlendirirken söylediği ressam olduğu ve gece resim çekmek istediği yalanı da ayrı bir dokundu. Taksicinin “Elindeki alet fotoğraf makinesine de benzemiyordu ya, karışmadım” demesi, Kaçan’ın “resim titredi” diye taksiyi duraklatması ve köprüden atlaması, oradaki ince plan çok hazin geldi. Kendi sonunu ince ince planlayan o insanlığa çok üzüldüm birden. Bu karşılıklı bir mağduriyet yarışı değil. Yaşanan sıkıntı birbirini götürmüyor. Cezayı hakkaniyetle çekmek, vicdan azabı, Metin Kaçan’ın bunu yapmayı neden ve nasıl seçtiği başka bir galaksinin soruları… Cevabını kimse tam bilemez. “Tecavüzcü öldü” demek de, “İftiraya uğramış büyük sanatçı vefat etti” demek de birden aynı derecede anlamsız göründü gözüme. Ölümün de öyle bir etkisi var işte. Anmayı da beceriksiz yaşayanların eline bırakıp çekiliveriyor.

 

Ölümünün arkasından Kaçan’a bin türlü lanet okumak bayağı kötü bir fikir gibi geliyor bana. Ama bir yandan bir çok insanın aklına kazınmış bu hikayenin, Güneş K’nın yüzünün o halinin ve arkasından gelen sessizliğin yokmuş gibi davranılmasını beklemek de makul değil. Bir neslin erkek şiddetiyle tanışmasını, yüzleşmesini unutmasını beklemek, makul değil. Aynı Kaçan’ı kimsenin lanet dışında bir şeyle anmamasını beklemek gibi. Bunları düşünürken bütün tartışma bulutunun içinde, hakikaten hakkaniyetli bulduğum bir yazıya rastladım, Agora Kitaplığı için Osman Akınhay yazmış. Paylaşmak istedim:

 

“Dün ve bugün gazetelerde ve internet sitelerinde Metin Kaçan’ın edebiyatçılığına ve hayat rajonuna dair güzellemeler okuduk. Pek de itinayla kaleme alınmışlardı. Ellerine sağlık.

Tabii ki Metin Kaçan’ı seviniz, ölümüne üzülünüz. Bu sizin hakkınız.

Tabii ki Metin Kaçan’ın Ağır Roman’ını çok beğeniniz (ben de çok beğendim!), göklere çıkarınız, bu da sizin hakkınız.

Metin Kaçan’la duygudaşlığınızı her vesileyle belli ediniz, onunla yaşadığınız hatıralarınızı dökünüz. Tabii ki bu da hakkınız.

Tabii ki bir edebiyatçının eseriyle, hayatındaki fiilleri aynı terazide tartılmaz. Doğrudur. Bir örnek yeter: Celine de hayatının sonlarına doğru faşist ve Yahudi düşmanı olmuştur, ama Gecenin Sonuna Yolculuk’un yazarıdır.

Fakat Metin Kaçan’ın ölümüyle, onun hayatından başka bir gerçeği hatırlatanlara, hele ki o dönemde ‘olay’daki kadına tek sahip çıkan feministlere şarlamaya, ya da Metin Kaçan yalnızca bir ‘edebiyatçı’ymış gibi tek yönlü methiyeler düzmeye kalkmayınız, ya da onun edebiyatçılığını göklere çıkaracaksanız, en azından ‘adının anıldığı diğer olay’a dair, en azından bir ihtimal payı bırakmayı ihmal etmeyiniz.

Çünkü siz onun hatırasıyla doluyken, başkaları da başka hatıralarla doludur.

Ben Güneş K.’yı tanımadım, bir kere, bizim ikinci el kitapçı dükkânına gelmiş olması vesilesiyle, tesadüfen tanıştım. Fakat onun başından geçen olayı, hem dergilerden okudum, hem de onun başından geçen olayla ilgili olarak hüküm giyen kişinin yakın arkadaşlarından, ‘gece’ye dair ‘mazeret bulucu’ bir dille sıraladıklarını dinledim.

Ama, Güneş K.’nın babasıyla tanıştım. Birlikte çalıştım. Everest editörüyken iki romanını, birkaç çevirisini yayına hazırladım. Bu vesileyle birkaç defa güzel sohbetler ettim.

Şimdi:

Metin Kaçan, Ayşe Arman’a verdiği söyleşisinde kendi kelimeleriyle, ‘kafalar 1500’ halde ‘o inanılmaz flu gece’den bahsediyor: “Ama iki salon tokatı, birkaç tekme ve birbirimize tükürmenin dışında başka birşey olmadı.”

Kafalar: “Ben uyuşturucu almıştım, ama Güneş kadar değil.”

Güneş’in kafa ‘daha 1500’ yani.

Ayrıca: “Zaten ne görgü tanığı var ne de başka bir şey.”

Görgü tanığı nerede olacaktı?

Keza: “Güneş’in ağabeyi Oktay, eroin kullandığı için Kanada’ya gidip tedavi olmuş biri. Güneş’in yanında para da vardı o gece. Belki de Oktay’a mal almaya gidiyordu, ne malum.”

He ya, ne malum?

Hem Güneş K.’nın çalıştığı yer de düzgün bir yer değilmiş ki:

“Her nasılsa Güneş de bir dükkan sahibi oldu orada. Ama tekin bir yer değildi. Kadın satmaktan, kumar oynatmaktan, küçük yaşta kız, travesti ve transseksüel bulundurmaktan kapandı.” 

Uf, bayağı pis bir yermiş!

Ama bereket versin, kahraman ‘beyaz atlı prens’, Kolera’nın çocuğu Ağır Roman yazarı var devrede:

“Güneş’le ilişkim sürdüğü müddetçe orada yapılan işlere izin vermeyecektim.” 

Her şey düzgün olacak ya, Ağır Roman’ın ‘yeraltı numaralarına karşı’ yazarı herhalde vergi falan bilem kaçırtmamıştır!

Her neyse, son bir iki gün twitter ve facebook yoluyla yayılan bütün söyleşileri, haberleri, yorumları tekrar ve dikkatle okudum.

Madem ki doktor raporuyla lehte tescilli, tecavüz meselesini -bir yazı bağlamında- hiç konu etmeyelim hadi.

Fakat kadına şiddetin ölçüsü, terazisi kaç gramdan, kaç tokattan başlar, nerede biter değerli yazar, şair ve yazar-şair kardeşlerimiz?

“İki salon tokadı, birkaç tekme.”

Tekmeler ve (salon) tokatlar(ı)! Şu Osmanlı bakiyesi Türkiye’de bundan ne olacak canım?

Peki, var mı o geceye dair bir özür, bir üzüntü, ya da hatta, bir özür, bir üzüntü iması?

Yok.

Ha, ‘keşke’ var:

Yine: “Keşke bir sürü sigara sarıp tartışmasaydık…”

Yanlış anlamayın: ‘Keşke [kadının] canı yanmasaydı’ değil, ‘keşke sigara sarmasaydık’.

“Psikolojim bozuldu, ağır travmalar geçirdim.”

Haliyle.

Ya arkadaşı, Alp Buğdaycı: “Hayatı kaydı adamın.”

Arkadaşının hayatının kaydığı kayıtlara geçmiş oluyor böylece.

Peki, ya kadın?

Ya kadının babası, annesi?

Onların hayatı eğilip bükülmez bir kaidenin üzerinde dimdik mi duruyor(du)?

Dedim ya, ben, feministlerin gayretleri dışında ‘hayatının kayıp kaymadığının kaydının tutulmadığı’ bu kadının babasını tanıdım. Everest’in editörlüğünü yürütüyordum o sıralar. Şimdi Metin Kaçan’ın kitaplarını yayınlayan aynı yayınevinde; kitapları hâlâ aynı yayınevinde satışta. İlkin Adnan Özer tanıştırmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, Azerbaycan’lı yazar Anar’ınSıraselviler’de Bir Otel Odası’nın çevirisi için. Başka çevirileri vardı, Behrengi’nin kitaplarını çevirmişti mesela, bir de romanı: Amcam Hamlet.

Amcam Hamlet’i okuyun. Çok yakınımızdaki bir coğrafyaya dair, çok az bilinen bir tarihi anlatır. Azerbaycan Musavat (Eşitlik) Partisi’nin kurucularını, yazarın kendi babasını, Londra’da tiyatro eğitimi görüp, daha sonra Sibirya’ya sürgüne gönderildiğinde Hamlet’i sergilemeye çalışan ve orada soğuktan donarak ölen amcasını (roman, adını buradan alır). En son roman, Van’da istasyondan bir trene bindirilip Türkiye’ye gelişiyle biter.

 

Sorulunca, İldeniz Bey şöyle anlatır: 1920. Sovyetleştirilen Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bir subayı, aynı zamanda devlet ve hükümette söz sahibi Müsavat Partisi gizli kurumunun faal bir üyesi, uzun hapislik yıllarından sonra tam yaşamından umut kesilmişken, bir rastlantı sonucu İran’a sürülür. Bu cumhuriyetin Sovyetleştirilmesinde büyük payı olan bir Azeri, Bolşevik’in kızına sevdalanır. Ve evlenirler. Bu sevdadan ben doğdum” 

İldeniz Bey’in başka romanları da vardır. Başından geçen olayları romanlaştırmayı seven bir kalemdir. Ben orada editörken, doktor olarak bulunduğu zamanları anlattığıKurtalan’da Doktor Olmak kitabını da basmıştım.

İldeniz Bey, başına gelen olayları romanlaştırmayı sever dedim ya. Bir gün, romanlarıyla ilgili bir televizyon çekimi için Haydarpaşa istasyonundayken, ara öğünü kaçırmış olduğu için şeker komasına girer. Çekimi yapamaz, alelacele hastaneye kaldırırız, sonra evine götürürüz. Aylar sonra getirdiği bir dosyada, henüz bitirmediği romanında bu olayı anlattığını da okurum. O romana ne oldu bilmem, ben ayrıldıktan sonra getirdi mi getirmedi mi, yoksa tamamlayıp tamamlamadı mı, bilmiyorum.

İldeniz Bey birkaç yıl önce ayrıldı bu dünyadan. Onu hep durgun hatırladım; sadece kitaptan bahsettiğimizde gözleri bir ışır sönerdi. Yayınevinin sekreteri Nurhan Hanım’dan tek ricam, bazen Metin Kaçan, Adnan Özer’in misafiri olarak ofise geleceğinde karşılaşmamalarını sağlamaya çalışmak olurdu.

İldeniz Bey’in ‘olay’ın ardından, ‘olay’ın ağırlığını taşıyamadıkları için karısıyla birlikte Kanada’ya göçtüklerini, bir iki yıl sonra orasının iklimine dayanamadıkları için de geri göçtüklerini duymuştum. Ailesi onu Van’dan trene bindirip Haydarpaşa’ya gönderdiklerinde, çok yıllar sonra yaşlılığında kızının başına gelen bir olay yüzünden, bu sefer dünyanın başka bir köşesine göçmek zorunda kalacağını aklına hiç getiremezdi elbette.

Bir kere, “Biz Kanada’dayken…” diye söze başlamış, belki de benim meraklı gözlerimle karşılaşınca susup gözlerini indirmişti hemen, dudaklarını hafif büzerek. İncinmişliği belli oluyordu.

Kim incitmişti onu?

Nihat Genç, Metin Kaçan’a dair ölüm-sonrası yazısını, “Arkadaşlar arası geceler boyu bir geyikti hayatımız,” diye bitiriyor.

Yok ya!?”

 

…İşte böyle. Aslında geriye kalan tek anlamlı temenni, Güneş K.’nın bu olayın kuyulardan fırlamasıyla o döneme tekrar ışınlanmaması galiba. Karanlık hislerle dolmaması. İnşallah hayatının çok daha iyi bir döneminde, ve mutludur.
Görsel
YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YBu Resim Gitmeli Mi?
Bu Resim Gitmeli Mi?

Sanatçı Hannah Black'in siyah bir çocuk cesedini tasvir eden sanat eserinin var oluşunu ve sergilenmesini eleştirdiği açık mektubundan hareketle: "onurlandırmak" ve "lafı ağzına tıkmak" arasındaki ince çizgi nerede durur?

KÜLTÜR

YMary Beard: Gücün İçinde, Üzerinde, Peşinde Kadınlar
Mary Beard: Gücün İçinde, Üzerinde, Peşinde Kadınlar

Cambridge Üniversitesi Klasikler Profesörü Mary Beard'ın konuşması: Kadınlar Antik Yunan'dan bugüne güçle nasıl ilişkilendi?

SANAT

YÖlüm Kadar Ciddi, Küfürlü bir Şaka: Renate Bertlmann
Ölüm Kadar Ciddi, Küfürlü bir Şaka: Renate Bertlmann

Renate Bertlmann, 1970’lerde bir çok çağdaşı gibi 1968’in devrimci atmosferi ve ikinci dalga feminizmin gücüyle kadın bedenini bir kutlama ve devrim aracı olarak yeniden kurgulayan eserler üretmiş.

SANAT

YGüncel Kızlar (1977)
Güncel Kızlar (1977)

Vintage sarısı, yalnızca çözülmüş meselelere, başarıyla alınmış haklara mı değer?

Bir de bunlar var

“Şiddet Önleme Merkezleri” Şiddeti Neden Önleyemiyor?
Evet, Polisi Lağvedelim
Aleviliğin Müstehcenliği

Pin It on Pinterest