Memeye hayvanların en üst sınıfını tanımlayıcı bir özellik atfedilmesi nasıl, ne zaman, neden oldu?

KÜLTÜR

Memelilere Neden Memeli Diyoruz?

Memelileri biyoloji derslerinden hatırlarız. Hafızalarımızı tazelemek için Google’da hızlı bir arama yaptığımızda biyoloji ders notları ve sınavlara hazırlık sitelerinden memelilerin hayvanlar alemindeki yerini gösteren şöyle şemalar karşımıza çıkıyor:

 

 

Bir sitede memeliler şu özellikleriyle anlatılıyor:

 

1) Süt bezleri bulunur.
2) Vücudu kıllarla kaplıdır.
3) Kafatasına bağlı biri hareketli diğeri sabit alt ve üst çene bulunur.
4) Akciğerleri alveollüdür.
5) Diyafram bulunur.
6) Sıcakkanlıdır.
7) Boşaltım ürünü üredir.
8) Kırmızı kan hücreleri çekirdeksizdir (deve hariç).
9) İç döllenme, iç gelişim görülür ( yumurtlayan ve keseli memeliler hariç)

 

Bu basitleştirilmiş tanımdan da anlaşıldığı üzere, memelilerin birçok ortak özelliği bulunuyor. Öyleyse bu canlılara neden memeli yerine mesela kıllı denmemiş? Bu canlılar grubunu sınıflandırmak için neden özellikle memeli terimi seçilmiş? Bilim tarihçisi Londa Schiebinger Doğanın Bedeni: Modern Bilimin Oluşumunda Toplumsal Cinsiyet (1993) adlı kitabının “Memelilere Neden Memeli Denir?” başlıklı bölümünde bu soruya cevap arar. Bunu yaparken bize 18. yüzyılın yükselen sütannelik karşıtı kampanyalarıyla memenin annelikle özdeşleştirildiği kültürel ve politik ortamında memeliler teriminin ortaya çıkış hikayesini anlatır. Bu yazıda Schiebinger’in aktardığı bu ilginç hikayenin bir özetini sunacağım.

 

Memeli (mammalia) terimi, İsveçli doğa bilimci Carolus Linnaeus (1707-1778) (kendisi Carl Linnaeus olarak da bilinir) tarafndan Systema Naturae (Doğa Sistemi) adlı çalışmasının 1758 tarihli 10. baskısında ilk kez kullanılır (Linnaeus’un 1735 yılında başladığı bu çalışması sadece 12 sayfalık bir dosyadan 1766 yılında revize ettiği 3 ciltten oluşan 2400 sayfalık 12. ve son baskısına kadar geniş bir zaman dilimine yayılır). Linnaeus’un Systema Naturae’nin 10. baskısında geliştirdiği ikili adlandırma sistemi (her canlıya iki sözcükten oluşan bir ad verilir: ilk sözcük cins adı, ikincisi tanımlayıcı ad olur ve bu iki sözcük canlının tür adını oluşturur) modern sınıflandırma biliminin (taksonomi) başlangıcı kabul edilir. Hatta şöyle denirmiş: Tanrı doğayı yarattı; Linnaeus da ona bir düzen verdi. Ancak, Schiebinger, bilim tarihçilerinin Linnaeus’un sınıflandırmasının tarihini daha çok bilimsel alandaki gelişmelerle sınırladıklarını, bu tarihin sosyal kökleri ve sonuçlarını ele almadıklarını, özellikle de dönemin cinsiyet politikasının Linnaeus’un sınıflandırması için memeli terimini seçmesindeki etkisini gözardı ettiklerini söyler. Hatta bu seçimin kendisinin politik bir edim olarak ele alınması gerektiğini ifade eder.

 

Linnaeus, memeliler terimini ortaya atarak Aristo’nun (M.Ö. 384-322) kanonik terimi dört ayaklıları (quadrupedia) terkeder. Erken modern döneme kadar Avrupa doğa tarihinin temelini Aristocu bakış ve terminoloji oluşturduğundan, Linnaeus da 1735 tarihli Systema Naturae’nin ilk baskısında dört ayaklılar terimini kullanmış, ancak özellikle insanları dört ayaklı hayvanlar arasına dahil etmesi tepkilere yol açmış. Kıllı vücutları, dört bacağı ve dişilerinin doğurma ve emzirme gibi özelliklerine vurgu yaparak insanları hayvanlar alemine yerleştiren Linnaeus’un tanımına, insanların dört bacağı değil iki kol ve iki bacağı olduğu gerekçesiyle karşı çıkılmış. Zaten Orta Çağ skolastiklerinden beri insanın Tanrı’nın siluetinde yaratıldığı ve hayvanlara değil meleklere yakın olduğu inanışına göre bu yaklaşım kabul edilemezmiş. Linnaeus ve ondan önceki doğa bilimcilerini en çok uğraştıran soru da bu olur: İnsanların doğadaki yeri nedir? İşte bu soru, Linnaeus’u dört ayaklılar teriminden uzaklaştırıp yeni bir terim arayışına sokar.

 

Linnaeus gibi bu sınıflandırma problemine cevap arayanlardan biri de pilosa (kıllı hayvanlar) terimini öneren Linnaeus’un yakın arkadaşı ve meslektaşı Peter Artedi (1705-1735)’dir. Yani, Linnaeus da pekala meme yerine kılı (Schiebinger’in kitabının başka bir bölümünde gösterdiği gibi kıl da dönemin kolonyal, ırksal ve cinsiyet yargılarından azade değildir) sınıflandırma için kullanabilirmiş. Ancak o yeni bir terim olarak memeyi kullanmayı tercih eder. Eleştirilere karşı cevabı da hazırdır; insanların dört ayaklı olduğuna inanmasalar da bir kadından dünyaya gelmiş her insan, annesinin sütüyle beslendiğini kabul etmek zorundadır. Böylece Linnaeus, Aristo’dan beri bilinen bir gerçeğe dikkat çeker: kıllı, doğurgan dişiler süt verir.

 

Linnaeus memeli terimini ilk kez kullandığı Systema Naturae’nin 10. baskısında ikili adlandırma sistemine göre insanlar için Homo sapiens (Homo [insan] cinsinin sapiens [zeki] türü) terimini ilk kez kullanır ve insanı primatlar arasına yerleştirir. Bunu yaparak, Aristocu anlayışı yansıtarak, erkeklerle özdeşleştirilen aklı insanları diğer primatlardan (yani genel olarak hayvanlardan) ayırmak için kullanırken, kadınlarla özdeşleştirilen memeyi hayvan ve insanı birbirine yaklaştıran ortak bir özellik olarak vurgular. Böylece, Linnaeus, tanımlamak için erkek özelliklerinin ölçüt olarak kullanıldığı köklü geleneklerden ayrılmış olur; memeye hayvanların en üst sınıfını tanımlayıcı bir özellik atfederek kadına ve kadının üremedeki rolüne yeni bir anlam yüklemiş olur. 18. yüzyılın kültürel ve politik ortamı sayesinde memeye gösterilen bu ilgi nedeniyle memeliler terimi hızla kabul görür.

 

Zaten birçok Batı entellektüel geleneğinde doğayı kadınla özdeşleştirmek yaygındı. Örneğin, çoğu ressam tarafından doğa, memelerinden süt damlayan bakire olarak tasvir ediliyordu. Çünkü kolonyal, ırksal ve sınıfsal dolayımlardan geçerek kölelerin ve altsınıfların süt veren iri memelerine karşılık üstsınıfların sıkı, küçük ve kullanılmamış (emzirmeyen) memeleri ideal meme olarak estetize ediliyordu. Bu ideali gerçekleştirmek isteyen üstsınıf kadınlar da çocuklarını taşradaki sütannelere gönderiyordu. Bu süreçte, kadının süt emzirirken sergilediği görüntüden hoşlanmayan, emzirme dönemi boyunca eşinden uzak durmak istemeyen (çünkü bu dönem boyunca çiftlerin cinsel ilişkiden uzak durması gerektiğine inanılırmış) ve evde çocuk sesinden rahatsız olan erkeklerin “teşviki” de etkili olur (Memenin erotik ve politik anlamlarını daha ayrıntılı okumak isteyenler 2002’de Çitlembik Yayınları’ndan Türkçeye kazandırılan Marilyn Yalom’un Memenin Tarihi [1997] adlı kitabına bakabilir). Örneğin, 1780’lere kadar Paris’teki çocukların yüzde 90’ı taşradaki sütannelere gönderiliyormuş.

 

Ancak, 18. yüzyılın ortalarında eski bir gelenek olan sütanneliğe karşı kampanyalar yükselişe geçer. Yeni bir “domestisite” (ev ve aile yaşamı) anlayışının ortaya çıktığı bu dönemde hem bakım emeği olarak emzirme hem de kadının eş, anne ve vatandaş olarak rolleri dönüşüme uğramaya başlar. Bu dönüşümler, siyasi iktidarların askeri ve ekonomik kaynak olarak nüfusa ihtiyaç duyduğu bir zamanda azalan nüfus konusundaki endişelerin dillendirildiği bir döneme denk gelir. Azalan nüfus konusundaki bu endişelerin hedefinde ise çocuk ölümlerinin sorumlusu olarak görülen sütannelik kurumu vardır.

 

Hekim ve 7 çocuk babası olan Linneaus da sütannelik karşıtı bu kampanyalara katılır. Memeli terimini ortaya atmadan altı yıl önce sütanneliğin kötülükleri üzerine bir tez yazar. Ona göre, öncelikle, sütannelik doğanın kanunlarına aykırıdır. Doğanın kadına bahşettiği bu rolden kaçınmak hem çocuk hem de anne için tehlikelidir. Başka bir kadın tarafından emzirilen çocuk annenin ilk sütünden (kolostrum) mahrum kalır. Ayrıca, çoğu altsınıftan gelen sütannelerin sağlıksız gıdalarla beslendiği, çok alkol tükettiği ve bulaşıcı hastalıklara maruz kaldıkları için sütlerinin sağlıksız olduğunu söyler. Emzirmeyen kadınlar için de memelerinde kalan sütün zararlı olduğunu ekler. Linneaus’a göre, doğanın kanunları anne ve çocuğun sağlığı için emzirmeyi gerektirir. Hatta Linneaus üstsınıftan çocukların karakterinin altsınıftan kadınların sütüyle bozulabileceğine dair uyarıda bulunur (ancak bu sütannelik karşıtı tartışmalarda sütannelik yapan altsınıftan kadınların çocuklarının ihtiyaçları ve sağlıkları hiç gündeme gelmez).

 

Schiebinger, bu dönemde yükselen sütannelik karşıtlığının, 18. yüzyılda üreme alanında yeniden yapılanmanın önemli bir ayağı olan üremenin kadın ebelerden erkek hekimlerin yönetimine geçişiyle olan yakın ilişkisine de dikkat çeker. Bu açıdan İngiliz hekim William Cadogan (1711-1797) önemli bir figürdür. Çocuk bakımının uzun yıllar yeterince bilgisi olmayan kadınların gözetimine bırakıldığını iddia eden Cadogan, büyükannelerin, bitkileri, kökleri ve diğer geleneksel yöntemleriyle beraber, kenara çekilmeleri gerektiğini söyler ve erkekleri göreve çağırır. Emzirmenin erkeklerin dışlandığı bir alan olmaması gerektiğini savunan Cadogan, babaları onların gözleri önünde çocuklarının emzirilmesini sağlamaları için teşvik eder.

 

Böylece tıbbi otorite, hukuki sistem ve popüler literatürün işbirliğiyle emzirme konusunda yeni bir ilgi yaratılır. Bu ilgi, üreme rejimleri için kurallar oluşturmaktan fazlasını yapar, yeni bir sosyal düzen kurar. Fransa ve Almanya’da öncü doktorlar tarafından sağlıklı kadınların çocuklarını emzirmesini şart koşan yasalar desteklenir. 1793’te Fransa’da çıkarılan bir yasal düzenleme ile sadece çocuğunu emziren kadınlara (sağlık durumunun el vermemesi hariç) devlet yardımından yararlanma hakkı verilir. Linnaeus’un da aralarında bulunduğu bu ahlakçı sütannelik karşıtı literatürün amacı kadınları sevgi dolu ve şevkatli anneler olarak ait görüldükleri yere, yani eve döndürmektir. Bunun için, William Candogan, kadınlara memelerinin güzelliğinden bir parça çocukları için vazgeçmeleri için seslenirken, Linnaeus da kadınları türlü bahanelerle çocuklarını emzirmekten kaçtıkları için suçlar. Hatta, bu kaçmanın nedeni olarak da, ona göre tüm memelilerde görülen bir özellik olarak (emziren annenin cinsel ilişkiden kaçınması gerektiğine inanıldığı için), kocalarını evliliğin zevklerinden mahrum etmeme isteği olduğunu söyler. Ancak, J.J. Rousseau (1712-1778) bu konuda o kadar emin değildir; sütanneliği üstsınıf kadınları, illaki kocalarının yataklarına değil, şehirdeki gey eğlencelere dönmelerini sağlamakla suçlar.

 

Dönemin doğa adına konuşan en önemli figürü olan Rousseau, emzirmeyi reddeden kadınları ulusal yozlaşmanın kaynağı olarak görür. Çünkü çocuğun anne sütüyle annesinin soylu karakterini, sevgisini ve erdemini alacağına inandığından, anne ve çocuk arasında emzirme ile kurulacak bağı toplumun çimentosu olarak idealize eder. Böylece, Avrupa’nın Aydınlanmacıları için meme doğa ile toplumun sentezinin, özel ve kamusal alan arasındaki bağın sembolü olur.

 

Fransız Devrimi’nin ikonu haline gelen (aslında 1830 Temmuz Devrimi’ni resmeden) Delacroix’in çıplak memeli Özgürlük’ünün arkasında devrimciler yürürken, annelikle özdeşleştirilip politikleştirilen meme “kadının yeri evidir” anlayışını destekleyen doğanın simgesine dönüşür. Böylece, doğanın simgesi olarak meme kadınları vatandaşlık haklarından mahrum bırakmak için kullanılır. Kamusal varlığı sınırlanan kadınlardan beklenen değerli sütleriyle geleceğin vatandaşlarını yetiştirmeleridir. Ancak, Schiebinger, bu yeni ortasınıf domestisite idealinin sınıfsal boyutunu gözardı etmemek gerektiğini vurgular.

 

Schiebinger’in Fransız devrimi politikacılarından Pierre Gaspard Chaumette’tan yaptığı şu alıntı memenin kadınların kamusal varlığının sınırlanmasında nasıl politikleştirildiğini gösteren çarpıcı bir örnektir:

“Ne zamandan beri birinin cinsiyetini terketmesine izin veriliyor? Ne zamandan beri kadınların evlerinin kutsal bakımını ve çocuklarının beşiklerini terketmeleri ve onun yerine kamusal alanlara çıkmaları, galerilerde ve senatolarda konuşmaları dinlemeleri kabul edilebilir? Doğa erkeklere mi ev işlerini verdi? Bize mi meme verdi çocukları besleyelim diye?”

 

Sonuç olarak; Linnaues’un sütannelik karşıtlığı ışığında ortaya attığı memeli terimi, orta sınıf Avrupa cinsiyet idealleriyle doğayı ilişkilendirerek emzirme ve çocuk bakımının kadınlar için ne kadar doğal olduğunu vurgular ve Avrupa toplumunun yeniden yapılandırılmasında meşrulaştırıcı bir rol oynar. Tüm canlıların dişilerini şefkatli anneler olarak görerek, bu imgeyi Avrupalıların doğa algılarına yerleştirir. Diğer bir deyişle, Linnaues’un 1758’te ortaya attığı memeli terimi sadece insanın doğadaki yerinin değil Avrupa kültüründe kadının yerinin de tanımlanmasında etkili olur. Londa Schiebinger’in bize aktardığı memeli teriminin bu tarihi, bilim ve toplumsal düzenin “birlikte üretim”inin (co-production) nasıl gerçekleştiğini ve bu birlikte üretim sürecinde toplumsal cinsiyetin oynadığı rolü açıkça gösterir.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YÇeyizdeki Yumurtalardan Kurumuş Gözlere: Ah Şu Kadınların Doğurganlığı!
Çeyizdeki Yumurtalardan Kurumuş Gözlere: Ah Şu Kadınların Doğurganlığı!

Arkadaşımın erkek kardeşi evlenirken annesi ona yaklaşmış ve sesini alçaltarak 30’lu yaşlarındaki müstakbel gelinleri acaba yumurta dondurmayı düşünür mü diye sormuş.

KÜLTÜR

YYeni Üreme Teknolojileri Ve Kürtaj Politikaları Kesişiminde Bir Doğum Hikayesi
Yeni Üreme Teknolojileri Ve Kürtaj Politikaları Kesişiminde Bir Doğum Hikayesi

“Evlat edinmeden"  “merhametli transfere" uzanan farklı sosyo-ahlaki-teknolojik pratikler...

KÜLTÜR

YTekno-milli bir başarı hikayesi olarak rahim nakli
Tekno-milli bir başarı hikayesi olarak rahim nakli

Kadınların hayatı riske atılarak, ulusal teknolojik gelişmeler, kârlı yatırımlar ve kutsal ailenin biyolojik yeniden üretimi için kadınların rahimleri tekno-milli gururun biyo-politik ve de biyo-ekonomik uygulama olanı olarak araçsallaştırılıyor. 

Bir de bunlar var

Uzaylıysak da Bir Grup Uzaylıyız
Gerassi’nin 1976 Tarihli Beauvoir Röportajı: 25. Yılında “İkinci Cins”
Tüp Bebek Tedavinizden Arta Kalan Embriyolarınız İtinayla Mücevhere Dönüştürülür!

Pin It on Pinterest