Edebiyatta şişmanlık, karakterlerde ısrarla nahoş bir özellik olarak yer aldı bugüne kadar. Romancılar şişman karakterleri işleseler bile bu insanlar birinin saç renginin siyah olabilmesi gibi şöylece şişman olamıyorlar.

KÜLTÜR

YAZI

Lionel Shriver Şişman Kelimesini Kullanıyor

Yazar Lionel Shriver tarafından kaleme alınmış aşağıdaki yazı, daha önce New York Magazine‘de yayınlandı, biz çevirdik.

 

“Bir daha asla şu an göründüğünden daha iyi görünmeyeceksin”
Tarih 1978 yazı, mekansa Manhattan’da Broadway ve West 106. sokak arasıydı, üniversiteden yeni mezun olmuştum. Sanki yukardaki cümleyi bana söyleyen adam o ani fotoğraflamış gibi, ne giydigimi çok iyi hatırlıyorum: Su yeşili dans taytı, kırık beyaz etek, krem rengi yüksek topuklu sandalet. Adam o cümleyle ondan sonrası devamlı kötüye gidecekmiş gibi bana neredeyse bir idam cezası vermiş olsa da, o an kendimi çok güzel hissettim.

 

O gün nasıl görünmüş olursam olayım, güzellik hissi tartışmaya kapalı, subjektif bir his. Ama bu gelip geçici duygu, gene de bir izleyici kitlesiyle coşuyor. Evet, evde hissettiğimiz sessiz bir versiyonu da var, ama insanın kendini güzel hissetmesi çoğunlukla sosyal bir deneyim – küçük bir gücün elde edildiği, diğer insanların sahip olmayı istediği ama istesen bile onlarla paylaşamayacağın bir şey. Abarttığımızı düşündüğüm, kısa süreli bir uyuşturucu kafası.

 

Ne kadar karşı çıkarsanız çıkın fiziksel güzellik kavramı ve albeni insana erken çocuklukta yerleşiyor ve her geçen gün güçleniyor. Güzelliğin ve çirkinliğin kodlanmış görselleri bizi reklamlar, filmler, televizyon ve internet vasıtasıyla bombalayıp duruyor. Daha çocukken bile birinin kalçasının büyüklüğü hakkındaki bir yorumu kaçırmıyoruz. Hemen farkediyoruz ki sıska bebiş herkesten ilgi görürken tombalak olan görmezden geliniyor.

 

Yapılmış birden fazla bilimsel çalışma gösteriyor ki Iowa’dan ta İtalya’ya yayılan bir coğrafyada çocuklar şişmanlığa -ve şişman çocuklara- karşı kuvvetli bir tiksinti geliştirmişler, üstelik bu çocukların bazıları sadece üç yaşında. Kendilerine gösterilen engelli, uzuvları eksik, koltuk değnekli, tekerlekli sandalyeli veya obez çocuk resimlerinin içinde en sevmedikleri çocuk olarak “şişman”i seçmişler. (Uyarı: Bu yazıda şişman kelimesini kullanacağım. Fizyolojik ve geometrik olarak doğru, bir sıfat olarak güzel ve kısa, ve üstelik prensip olarak bağnazlığa bir çözüm olarak kibar kelimeler kullanmaya da inanmıyorum. İşe yaramıyor.)

 

Üniversite yıllarında, bu önyargı sabitlenmiş durumda oluyor. İlginçtir ki erkek öğrenciler şişmanlıktan nefret etmeye kadınlardan daha eğilimliler. Araştırmacılar kadınların bu tarz bir hoşgörüsüzlükten paylarını daha çok aldıklarını ve bunun sonucunda daha anlayışlı olabileceklerini varsayıyorlar. Ya da alternatif olarak kadınlar şişmanlıktan nefret etmenin ayıp bir şey olduğunun daha çok farkındalar ve hatalı bildirimde bulunuyorlar. Çevirisi: yalan söylüyorlar.

 

Tarih boyunca erkek fiziğini kutlayan sanat eserleri erkekleri geniş omuzlu, ince belli ve belirgin şekilde kaslı olarak betimlediler – Mikelanj’in David’ini düşünün. Kadın vücudu idealleri ise modaya daha çok tabi oldu. Rubens resimlerinde bugün şişman olarak değerlendirilecek yumuşak, ağır kalçalı sirenler çizdi mesela. 1920’lerde daha erkek çocuğuna benzer bir görünüm moda olsa da, savaş boyunca Jane Russell’in kum saati silueti hüküm sürdü ve altmışların ortasına kadar cömert göğüslü ve çıkık kalçalı kadınlar ideal kabul edildiler. Ancak Twiggy’den sonra anoreksik gibi ve bazen gerçekten anoreksik olan modeller moda fotoğrafçılığına hakim oldular. İlkokuldaki arkadaşlarım çıkık kasları tiksinç buluyor ve kadınsı olmadığını düşünüyorlardı, (ben buna katılmıyordum; abilerimi bilek güreşinde yenebilmek benim için önemliydi) en azından bugünün kuşağı fit kadınları güzel buluyor. Gene de, kadınsılığın kuralları aslında o kadar da değişmedi. Rubens’in aylak hanımları bile obez değiller.

 

Edebiyatta şişmanlık, karakterlerde ısrarla nahoş bir özellik olarak yer aldı bugüne kadar. Charlotte Brontë’nin Jane Eyre‘ındaki cüsseli John Reed de, Daphne du Maurier’nin Rebecca‘sındaki Bayan Van Hooper da zorba insanlar. Charles Dickens’ın Oliver Twist’indeki dolgun Bay Bumble ise resmen korkunç. William Golding’in Sineklerin Tanrısı romanında Domuzcuk tıknazlığı ve kurbanlığıyla sevimli, fakat aynı zamanda zayıf ve acınası da. Yani bu önyargı çok gerilere gidiyor ve devam da ediyor: J. K Rowling’in yazdığı Harry Potter serisindeki kuzen Dudley ve Marge teyze nefretlik karakterler, karınları ruhlarındaki eksikliğin bir göstergesi olarak ileri uzanıyor sanki. Big Ray, The Middlesteins, Heft, ve benim kendi romanım Big Brother gibi arka arkaya gelen bir dizi çağdaş roman da obeziteyi makul bir hayat tarzı olarak nötr bir biçimde değil, çözülen ya da bir türlü çözülemeyen bir problem olarak ortaya koyuyorlar.

 

Big Brother kitabı için düzenlenen etkinliklerde okuyucular çoğu yazarın şişman karakterleri romanlarına dahil bile etmediğini söylediler. Romancılar şişman karakterleri işleseler bile bu insanlar birinin saç renginin siyah olabilmesi gibi şöylece şişman olamıyorlar.

 

Kabul etmek gerekiyor ki romancılar olarak suçluyuz. Şişman olmak, güzel hissetmek gibi sosyal bir tecrübe ve bir karakterin kendi hakında ne düşündüğü ve diğer insanlardan nasıl muamele gördüğünü derinden etkiliyor. The New Republic romanımdaki Edgar Kellogg, şimdiki zamanda zayıf olsa da, çocukluğu boyunca şişman ve bu durum yetişkin Edgar’ın neden bu kadar temkinli, alıngan ve saldırgan olduğuna dair okuyucuya önemli bir açıklama sunuyor. Bu sayede neden meslektaşları onu sevmemeye fırsat bulamadan Edgar’ın onları sevmemeye başladığını anlayabiliyoruz. Psikolojik açıdan baktığımızda, kişisel tarihi Edgar’ın bu itici özelliklerini daha anlaşılır ve biraz daha sevimli kılıyor.

 

Big Brother’da anlatıcının abisi Edison, okuyucuya bir zihin düğümü sunuyor: Bir zamanlar akıl almaz derecede yakışıklıyken havaalanında kendi kızkardeşi onu tanımıyor. Kardeşlerin birbirini son gördüğünden beri Edison, dört sene içinde onlarca kilo almış. Peki neden? Edison’un kilo alışının bir tür kendini yıkma teşebbüsü olduğu ortaya çıkıyor. New York’ta caz piyanistliği yaparken kariyerinin kötü gitmesinin getirdiği hayalkırıklığı ve kimsenin umrunda olmayan kızkardeşinin ülke çapında şöhret kazanmasına duyduğu kızgınlıkla beraber, Edison kendini mahvetmeye ant içmiş. Aşırı yemesi Tibetlilerin kendini yakması gibi bir tür protesto biçimi – kendini sosisle asmak diyelim. Kızkardeşi bir noktada Edison’un “aynı başarılarına imza atmayı planladığı gibi, başarısızlığını da büyük ölçekte hayal ettiğini” farkediyor.

 

Edgar’ın şişmanlığı karakterine açıklık kazandırıyor, Edison’un şişmanlığı ise karakterini gösteriyor. Özellikle ben çirkinlik tecrübem yüzünden herhangi bir karakteri rastgele ve önem atfetmeden şişman yapacağımı zannetmiyorum. Hiçbir zaman şişman olmadım, fakat çocukken dişlerim çok çarpıktı ve bu vesileyle sizi şişmanların alay edilme pazarına hakim olmadığına temin ederim. Kendi dişlerimin çarpıklığı The Post-Birthday World romanımdaki Irina’ya hediye ettiğim kozmetik bir geçmiş. Irina sonunda aynen benim yaptığım gibi diş teli takıyor ve diş telleri çıktığı an herkesin ona bambaşka bir insan gibi davranmaya başladığını farkediyor. Bu durumun “Tam manasıyla korkunç” olduğunu söylüyor.

 

Hayatları boyunca hep çekici olmuş insanlar, diyor Irina, “dünyanın kendilerine nasıl davrandığını, bu davranışın görünüşleriyle ne kadar ilintili olduğunu anlamanın yanından bile geçmezler. Bahse girerim ki eli yüzü düzgün insanlar insanlık hakkında da daha olumlu görüşlere sahiptir. Herkes onlara iyi davrandığından herkesin her zaman iyi davrandığını sanırlar. Ama insanların hepsi iyi değil. Ve akıl almaz ölçüde yüzeyseller… Çirkinler, şişmanlar, hatta sadece özel bir yanı olmayanlar? Onlar hoşa gitmek için daha fazla uğraşmak zorunda. Onlar kendilerini ispatlamak için bir şeyler yapmak zorunda, halbuki göze hoş geliyorsan, milleti kendinden geçirmek için hiçbir şey yapmadan sadece oturman yeterli.”

 

O yüzden öylesine şişman oluvermiş karakterler yaratmak sosyal açıdan safdillik olur. Esasında kurgu yazarlarının en büyük hatası öylesine rastgele güzel oluvermiş bu kadar çok karakter yaratmalarıdır.  Kararsız kaldığınız zamanlarda, Irina’nın haklı olduğu varsayımıyla hareket ederek, esas karakterleri (özellikle de kadınları) fiziksel olarak “dikkat çekici” olarak tasvir edin: Gözalıcı olmak onları sevmeyi kolaylaştıracaktır. Güzellik karakterlere manivela olarak kullanacakları bir güç de verir ki bu da karakterlerin davranışlarını açıklama ya da olayların ilerlemesi kısmında faydalı olabilir (başka bir karakter tanımadığı etmediği bu karakteri niye arabasıyla evine bırakmayı teklif ediyor). Malta Şahini‘nden Sam Spade şehvetengiz Bayan Wonderly’nin şüphe uyandıran davasını Wonderly 200 kilo olsaydı da almayı kabul eder miydi?

 

İnceciklerin despotizmini kırmak için mücadele eden şişman aktivistlerin haklı olduğu noktalar var. Şişmanlarla alay etmek de zalimliğin diğer türleri kadar kabul edilemez. Bir insan hem kilolu hem sağlıklı ve dinç olabilir. Fazla kilolarla kimi şahsi kusurları ilişkilendirmek (“şişmanlar tembel yahut keyfine fazla düşkün olur”) haksızlık olur. Kiloyla, ve daha genel olarak dışgörünüşle bu derecede yoğunlaşan bir şekilde alakadar olmamız, daha önce de yazdığım gibi, “evrimsel açıdan geriye gittiğimize” işaret ediyor.

 

Ama “kilolu olmak güzeldir” de pek olacak iş değil. İri cüsselerin görkemli olduğunu düşünmemiz daha iyi olsa bile, bu iri cüsseleri görkemli bulacağımız ya da bulma kararı alabileceğimiz anlamına gelmez. Beth Ditto’yu podyumda görmek dünyanın her yerindeki dışbükeyler için bir zafer gibi görünmüş olsa da, küçük kızların büyüdüklerinde tam da Beth Ditto gibi görünmek isteyecekleri şüpheli. Aksine, 3-6 yaş arasındaki kızların neredeyse yarısı şişman olmak konusunda endişeler taşıyor.

 

Nüfus genel olarak şişmanladıkça var olan ile ideal olan arasındaki genişleyen uçurum her kesimden insan için bir mutsuzluk reçetesi. Ama bunun çözümü güzellik kıstaslarıyla, bir Word dosyasında kenar boşluklarını ayarlarcasına, yapay bir şekilde oynamak olamaz. Çözüm aklımızı başımıza devşirmek ve insan güzelliğini büyük resmin içinde görebilmek.

 

Yağların aldırılabildiği, estetik ameliyatın pıtrak gibi yaygınlaştığı bir çağda insanın biyolojisi artık kaderi filan değil. Onun yerine vücut insanın istediği gibi yoğurabildiği bir hamur olarak görülüyor, üzerinde çalışılan bir sanat eseri, hem tapınak hem heykel. Temmuz ayında Frank Bruni New York Times gazetesinde çağımızın “din adamı”nın psikolog değil spor hocası olduğunu yazdı. 20. yüzyılın popüler deyişi “Ne yiyorsan o’sun” 21. yüzyılda çaktırmadan çok daha hayvansal olan “Kaç kiloysan o’sun”la yer değiştirdi.

 

Ama spor fanatikleri, kronik diyetçiler ve estetik ameliyat bağımlıları vücudu mükemmele ulaştırmanın kişiyi mükemmele ulaştırmakla aynı anlama geldiği yanılgısını taşıyorlar. Bir romancı olarak vücudun karakteri hem etkileyebileceğini hem yansıtabileceğini takdir edebilirim. Ama bir insan olarak bu ölümlü beden ile barındırdığı ruh arasında lineer bir ilişki olduğunu felsefi olarak reddediyorum.

 

Benim için 15 yaşında dişlerimi düzelttirmek öğretici bir tecrübe oldu: Ben hala aynı insandım, ama aniden sınıf arkadaşlarım çok daha anlayışlıydılar. Tabii ki öndişlerim hakkında endişelenip durmamak beni daha güvenli kıldı, ama bu sadece şu demek: sürekli Bugs Bunny hakkında şakalara maruz kalmak zorunda olmamak tam manasıyla kendim olmama olanak tanıdı. Romanım Big Brother için düzenlenen bir etkinlikte genç ve hoş bir hanımla bu konudan bahsettik; kendisi midesine kelepçe taktırdıktan sonra 90 kilo verdiğini söyledi. Bu kilo kaybının başkalarının yanındayken nasıl davrandığını etkilediğini anlattı. Daha az şakacı ve neşeli bir insan olmuştu, çünkü şişmanken sürekli diğer insanları kilosu konusunda teskin etmeye çalışıyordu. Diğer insanların kilosuyla ilgili rahatsızlığıyla mücadele etmeyi bırakmak, artık onların beklediği gibi şen şakrak bir tombik olmak zorunda  hissetmemek ona daha rahat kendisi olabilme fırsatını vermişti.

 

Kozmetik dönüşümler sosyal açıdan büyük bir fark yaratıyor, mide bulandırıcı bir fark. Ve belki de düzenli spor yapmanın getirdiği disiplin daha önemli hedeflerin peşinden koşmak için gerekli olan akıl kaslarını çalıştırıyor. Ama bunun ötesinde günümüzde yaptığımız gibi kişinin kendisini gitgide çürüyen, hastalığa meyilli kabuğuyla bir tutmak insan olmaktan anladığımız şeyi derinlemesine eksiltiyor. Ne de olsa bir arkadaşımızı diğerine “Ay tanısan Nancy’ye bayılırsın, görsen ne kadar zayıf!” diye övebileceğimizi pek aklımız kesmiyor.

 

Özellikle güzelliğin kendilerinden esirgendiğini düşünenler onun her işe yarayacak, her işi çözecek bir şey olduğunu düşünmeye daha müsaitler. Gerçekte kendini güzel bulmak çok uçucu bir his- tehlikeli bir biçimde başkalarına bağlı, zaman zaman akıl almaz, hatta moral bozucu, ve her zaman iki ölümcül dondurma külahı yahut üşenilen bir set mekikle beraber kayboluverecek şüphesiyle sallantıda. Çünkü hakkında “taş gibi” diye düşünülen pek çok kişi cazibelerini kusurlarını inceleyip dururken, güzelliklerini kaybettiklerinden korkarken, ve aslını isterseniz bir de, kendilerini şişman sanırken ziyan edip gidecekler.

 

Bedenle karmaşık ve çatışmalı bir ilişki fazla kilosu olanların tekelinde değil. Bedenin şeklini ve işlevselliğini bir nebze de olsa etkileyebiliyoruz ama temelde beden bir şans meselesi. Aynaya baktığımızda kendimizi hem tanır hem yadırgarız. Gerçekten gördüğümüz şey miyiz? Beden hastalık, ihtiyarlık ya da kaza nedeniyle teklemeye başladıkça kendimizle ilgili ne tür nahoş sürprizlerle karşılaşacağız? Kilomuz ne olursa olsun bir gün beden hepimize ihanet edecek. Bu nedenle Big Brother romanımdaki anlatıcının da dediği gibi “ne” ile “kim” arasındaki keskin farkı muhafaza etmek hepimizin yararına.

 

Üstelik yaşlandıkça kafamı kendimi güzel bulmaktansa dünyada güzellik bulmakla daha fazla meşgul etmeye başladım. Güzellik bakanın gözündeyse, ben bakan rolünü üstlenmekten memnunum. Broadway’de salınan genç bir kadın dikkatimi çekiyor, pürüzsüz, atletik, yaz güneşiyle bronzlaşmış, kendisine yakışan sade bir etek giymiş, ve arkasından seslenmek istiyorum “Bir daha asla şu an göründüğünden daha iyi görünmeyeceksin!”

 

Görsel: Elizabeth Shreve’nin “Ev Hayatı” isimli eseri. Tablonun tamamını bütün ihtişamıyla görmek için buraya

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Din ve Maneviyat Üzerine Düşünceler II: Türkiye’de Seküler Anlamda Din Biliminin Olmayışı Ne Anlama Gelir?
Bir Kadın Keşfetti Ateşi
Bari Aynı Ceketi Giydirmeselerdi

Pin It on Pinterest